Ülkedeki bütün ortak kurumlar çökmüştü. Çöküş tıpkı meyvelerin bir ağaçtan düşerek çürümeye başlamasına benziyordu.
Ağacın dibinden başlayarak etrafa saçılan meyvelerin, görünüşte o ağaca ait olduğu aşikardı, çünkü hala ağacın gölgesindeydiler.
Ama o gölge, dallardan düşen meyvelerin çürüyüp yok olmasını engelleyemiyordu.
Ağaç, dibinde çürümeye yüz tutan meyvelerin, kendilerini onunla özdeşleştirebilecekleri bir yapı olmaktan acizdi artık.
Dalından düşen, düşüp çürüyen her bir meyvenin kaybıyla heybetini de yitiren bir ağaca benzeyen ülkenin, içten içe kuruyan gövdesinde, kontrollü bir anarşi hüküm sürüyordu.
Ülkeyi “vatan”, vatanı “devlet” yapan kurum ve değerlerin ayaklar altında çiğnendiği bu süreçte, “devlet” sadece geçmişin yarattığı bir alışkanlıktan ibaretti.
Ülkenin aslında bir devlet olmadığı, birdenbire tüm gövdeyi tehdit eden savaş sırasında kendini açıkça göstermişti.
Nitekim bir devletin gerçekte ne durumda olduğu da olağan zamanlarda değil, olağanüstü koşullarda anlaşılabilirdi.
Ülkesinin tamamını tehdit eden bir savaşın ardından, devletin bütün ortak kurumlarının çöküşünü ağaçtan düşen meyvelerin çürümesine benzeten Hegel, “Almanya artık bir devlet değildir!” savıyla başlayan bu toplum eleştirisinin devamında, bir toplumun, devlet olarak nitelendirilebilmesi için, mülkiyetler (ve haklar) bütününün ortaklaşa müdafaa edilmesi gerektiğini söylüyordu.
İlahiyat eğitimini tamamladıktan sonra felsefe öğretmenliğine başlayan Hegel, öğrencilik yıllarında dâhi, yakın dostlarının “ihtiyar adam” dediği “garip” bir gençti.
Çevresi tarafından biçiminin ağırlığı, güç anlaşılırlığı ve şaşırtıcı sözcük dağarcığı konusunda eleştirilen Hegel’in düşünce evrenine, dünyayı ansiklopedik düzeyde kavrayan metinlerarası zenginliğinden de beslenen ağır bir belirsizlik hâkimdi.
Öğrencileri onu birazcık anlamaya başlamadan önce uzun uzun dinlemek ve alışmak zorundaydı.
Hegel’in belirsizliği aslında fikirlerine kulak verenlerin tembelliği, kavrayışsızlığı ve kültürel ya da ideolojik önyargılarından kaynaklanıyordu.
Üstelik bu ciddi düşünsel mesafelere rağmen Hegel de dinleyenlerine yaranmak için demagojik tavizler vermeyerek, zaten pek de anlaşılmak istemiyor gibi davranıyordu.
Allâme-i Cihan olsan!
İhtiyar genç Hegel’in öğrencilik yıllarındaki garipliklerine şahit oda arkadaşlarından biri olan ve “Kendini aşamayan insanın geçmişi yoktur, daha doğrusu geçmişin içinden çıkamaz, hep onun içinde yaşar” diyen Alman düşünür (Joseph) Schelling, Hegel’e yazdığı bir mektubunda; ondan “geçmişin ekşi mayasını çağın büyük başarılarına karıştırmamasını” istemiş ve şöyle demişti:
Öyle davran ki, insanlığı hiçbir zaman sadece araç değil, her vakit amaç olarak kullanasın.
Nitekim Hegel de belki de her an değişim ve çalışma içinde olan bir organizma oluşundan kaynaklanan fizyolojik ve ruhsal zaaflarının sebep olduğu “ilk günahları” bir yana, tarihin anlamını ve insanlığı yorumladığı felsefesiyle, tarihin akışını, kendine has muazzam bir mantık yapısıyla tarif etmişti.
Ona göre, insanlık tarihsel süreçte savaş, kıtlık, yoksulluk ve büyük fiziki yıkımlara maruz kalmış, kültürlerin, medeniyetlerin çöktüğü birbirine çok benzeyen dönemlerden geçmişti.
Ama tarih, hiçbir zaman döngüsel olarak tekrarlayan olayların toplamı değil, her zaman ileri doğru devinen bir süreçti ve bu süreçlerden ileriye sıçrayarak çıkılabilmesi, insanın geleceğini emanet ettiği eğitimle mümkündü.
İnsanoğlunun geliştirdiği en hayati toplumsal kurumlardan biri olan eğitimin, insanı iyiyle kötüyü ayıracak kadar ahlaklı (dolayısıyla iz’an sahibi) yapabilme ve “eski Âdem’i yeni bir Âdem’e dönüştürme sanatı” olduğunu düşünen ihtiyar genç Hegel’e göre, insan o kadar çok yönlü bir nesneydi ki onunla her şey yapılabilirdi.
İnsanın ikinci doğumu olan kültüre doğumu, emir ve kurallarla değil, -öz farkındalığı olan bireyler yaratmayı sağlayacak- ödevlerle mümkün olabilirdi.
Milletler, her zaman yaşamın derinliklerinden yepyeni bir ruh yaratabilmeli, geçmişi tekrar ederek değil, şimdiki zamanda gerçekleştirdikleri, yani kendi kuşaklarına ait başarılarla tazelenmeliydi.
Oysa ihtiyar genç Hegel’in dalaştığı zamanın devleti ve kilisesi, bireyin en doğal hakkı olan “aklını kullanma” yetisini kazanma hakkına zulüm etmiş, toplumun, hissetmenin en gelişmiş ve tamamlanmış şekli olan “kendini hissetme” bilinci kazanmasına engel olmuştu.
Hegel’in, henüz “ihtiyar bir gençken” ortaya koyduğu ve mensubu olduğu toplumun tarihin bir yerinde devlet vasfını yitirmiş olmasını sistematik bir şekilde eleştirdiği ferdiyetçi düşüncelerinin gün yüzüne çıkması, yazılışından neredeyse bir asır sonra mümkün olabilmişti.
Öncesinde, bir zamanlar devrimci nutuklarında açıkça eleştirdiği Prusya, yeniden yükselişe geçen güçlü bir Alman devleti haline gelmiş, Hegel de ferdin her şeyini devlete borçlu olduğunu, bütün değerini ve manevi gerçekliğini yalnızca devletin varlığıyla elde edebileceğini söyleyen “genç bir ihtiyara” dönüşmüştü.
Hegel’in artık sadece kuvvet ve düzen dostu olan politik felsefesi, Prusyalı siyasetçilerin “yurtta mutlakıyet, cihanda saldırganlık” şeklindeki yeni siyaset dilinin kaynağı haline gelmişti.
Artık bir “allâme-i cihan” olduğu olgunluk çağında, ihtiyar gençlik yıllarındaki düşünceleriyle çelişmekte olan “devletçi genç ihtiyar Hegel” ile “ferdiyetçi ihtiyar genç Hegel” arasındaki tek benzerlik, her ikisinin de bir şekilde “hep ihtiyar” kalacak olmalarıydı.
Kim bilir belki de bu iki Hegel de tanıklık ettikleri dönemin ve mensubu oldukları ulusun bunalımına çare bulmaya ve bunu her defasında eğitim ve akıl yoluyla yapmaya çalışan birer idealistti gerçekten de.
Ama “mahşerin atlıları” etrafta dörtnala koşarken, idealler ve atlıların ayakları altında ezilmek arasında tercih yapması gerekmişti belki de.
Mahşerin Dört Atlısı
Hristiyanlık dininde birer kıyamet alâmeti olarak ortaya çıkacaklarına inanılan o dört atlı, beyaz, kızıl, siyah ve soluk atlarıyla gelmeden, insan nesli asla yeryüzünden silinmeyecekti.
Kutsallığı sembolize eden beyaz atın binicisi Mesih ve (hem de “göklerde” verilen kararlarla atanmış) Kralı temsil ediyordu.
Kızıl at, savaşlarda dökülen kanları simgeliyor, binicisinin dünyada barışı kaldırma yetkisi olduğuna inanılıyordu.
Açlık ve kıtlığı sembolize eden siyah atın binicisi, adaletsiz ekonomik sistemin terazisini elinde tutuyor ve nihayet bizzat “ölüm” tarafından idare edilen soluk at, salgın hastalıkları sembolize ediyordu.
Hegel de sıradan bir memur çocuğu olarak dünyaya gelip, nihayet Prusya Kralı tarafından “onurlandırılacağı” bir madalyayla “devlet filozofu” haline gelmesine kadar geçen yarım asır boyunca, mahşerin neredeyse bütün atlılarınca sınanmıştı.
Henüz bir ilahiyat öğrencisi olduğu yıllarda, kutsallığı sembolize eden beyaz at ve binicisiyle dalaşmış, kızıl atın binicisinin sebep olduğu onlarca savaştan akan oluk oluk kanların kıyısında yaşamıştı.
Romantik safsatalar ve tiyatral hareketlerle süslemediği için sadece birkaç öğrencinin devam ettiği dersler verdiği doçentlik yılları da dâhil, her zaman geçim sıkıntısı içerisinde olduğu düşünülünce, Hegel’in, mahşerin siyah atlısının elindeki terazide, ferdiyetçi ideallerin ağır basmadığını anlamakta geciktiği de ortadaydı.
Mahşerin ilk üç atıyla yaptığı mücadelelerden nihayet onlara uyum gösterip çıkabilen bu “idealist” filozof, hayatının son demlerinde eski Âdem’i yeni bir Âdem’e dönüştüren eğitimi ve entelektüel çabasının bir sonucu olarak Berlin (Humboldt) Üniversitesi'nin rektörlüğünü yapmaya başlamış, nihayet siyah atın ayakları altında ezilmemeyi başarmıştı.
Hegel’in “saray” tarafından da fark edilmesinde büyük katkısı olan Goethe’yle tanıştıkları gün, aralarında geçen bir diyalog, rektörlük makamına “tiyatral el ayak oyunları ve riyakâr ezber replikler” kullanarak değil, en azından, kendi düşünce evreninde karşılığı olan referanslarla hareket eden zekasıyla geldiğini düşündürüyordu.
Kendisine, “keşke, akıl becerileri ve sanatlar kötüye kullanılmasa, yanlışı doğru, doğruyu yanlış yapmak için araç haline getirilmese” diyen Goethe’ye, zeka ve sanatın, ferdiyetçi idealler için değil, her daim, mahşerin atlılarının ayakları altında ezilmemek için araç olarak kullanılacağını kabul ettiğini düşündüren bir cevap vermiş, şöyle demişti:
Bu hep olacak ama bunu sadece ruhsal açıdan hasta olan insanlar yapacaktır!
Hegel’in ferdiyetçilikten devletçiliğe uzanan entelektüel yolculuğunun sonunda kısa süreliğine de olsa rektörlük yaptığı Berlin Üniversitesi, Arthur Schopenhauer, Karl Marx, Friedrich Engels, Max Weber, Erns Cassirer ve Erwin Schrödinger gibi birçok filozofun yanı sıra elliyi aşkın Nobel ödüllü ismin akademik hayatının bir döneminin merkezinde olacaktı.
Buradaki eğitim modeli, yükseköğretimin sadece müfredat aktarılan bir süreç olmadığı, araştırma ve geliştirmenin de üniversitenin temel işlevlerinden kabul edildiği özgün bir yapıya sahipti.
“Humboldt Modeli” adıyla anılan bu yaklaşımın sahibi olan Wilhelm von Humboldt, devletin üniversitelere müdahale etmesine karşı çıkarak, eğitim ve araştırmada akademik özgürlüğü savunmuştu.
Humboldt Modeli, akademik araştırmaların doğrudan öğrencilerle birlikte yürütülmesini öngörüyor, üniversite eğitiminin, -diploma almak yahut vermek için değil- hem akademisyen hem de öğrencilerin sadece bilimsel değer üretmek için birlikte olmalarından doğan bir sorumluluk bilinciyle gerçekleştirilmesini hedefliyordu.
Devlet yahut ulus için değil “bilim için bilim” yaparak, nihayetinde mensup olunan toplumu da geliştirmeyi hedefleyen bu akademik eğitim modeli, zamanla dünyadaki yükseköğretimin esin kaynağı haline gelecekti.
“Devlet için” değil “bilim için” bilim yapma düsturuyla hareket eden bir üniversitenin rektörlüğünü yapıyor olması, Hegel’in, mahşerin ilk üç atlısının hışmına uğramayacağı bir konfora ulaştığı düşünsel yolculuğunun sonunda, “ferdin devlet için var olduğu” noktasına gelmesiyle birlikte düşünüldüğünde, bir anlamda kendi kutsallarına karşı “günah” işlemekte olduğu anlamına geliyordu.
Nitekim Hegel, hayatının son dönemlerinde, devrimci nutuklar attığı ilk gençliğine, ipotek vermediği aklına, ideallerine ve nihayet saflarına katıldığı mahşerin ilk üç atlısına karşı türlü türlü günahlar işlemiş durumdaydı.
Günahkar Hegel, rektörlükten ayrılmasından kısa süre sonra, Rusya üzerinden Avrupa’ya ulaşan bir kolera salgınıyla karşısına dikilen mahşerin son atlısı karşısında, “kralın filozofu” olmasına rağmen çaresiz kalacaktı.
Mahşerin son atlısı koleraya, salgının sönümlenmek üzere olduğu sırada, bir süredir ara verdiği derslerine yeniden başlamak için döndüğü Berlin Üniversitesi'ndeki ilk dersinde yakalanan Hegel, ateşler içerisinde, güçlükle tamamlayabildiği bu son dersinden birkaç gün sonra hayatını kaybetmişti.
İlkeli ihtiyar genç Hegel’i mahşerin ilk üç atlısı bizzat onun zekasıyla el ele vererek yavaş yavaş öldürmüş, ilke günahkarı genç ihtiyar Hegel’in ölümü, mahşerin son atlısının öngörülemeyen hışmıyla “birdenbire” olmuştu.
Mahşerin Son Atlısı
19'ncu yüzyılın başında birdenbire ortaya çıkarak dalga dalga yayılıp, Berlin’i teslim aldıktan sonra Paris ve Londra’ya da sıçrayan kolera salgınının kontrol altına alınamadığı yıllar, Prusya toplumu açısından bilim için yapılan bilim ve akademik çalışmaların desteklenmesinin sonuçlarına dair bir laboratuvarı andırıyordu.
Ne ironiktir ki öğrencilik yıllarında “İyi bir şeydir insanın uzaktan bakabilmesi hayata / Ve anlayabilmesi hayatın kendini nasıl algıladığını” diyen Alman şair (Friedrich) Hölderlin’le aynı odayı paylaşmış olan Hegel’in tarihsel ilerleme savının geçerliliği de yine aynı süreçte doğrulanacaktı.
Bu doğrulama, Hegel’in ölümüne neden olan salgını takiben, devletçi kutsallarına karşı günah işleme pahasına yönetiminde bulunduğu üniversitenin ferdiyetçi ve özgürlükçü evreninden yetişen bilim insanlarının yapacağı çalışmalarla gerçekleşmişti.
Onlarca ülkede on binlerce kişinin ölümüne neden olan kolera salgını, aslında Güney Asya’da ortaya çıktıktan sonra farklı tarih aralıklarında dünya çapında yaygın etki gösteren ilk kolera pandemisinin bir parçasıydı.
19'ncu yüzyılın tamamına yayılan bu kolera salgını, Berlin’e ulaştığında, dünyanın bu salgının nedeni, bulaşma yolları ve tedavisi konusunda içinde bulunduğu derin bilgisizlik de gün yüzüne çıkmıştı.
Tarihin tanımlanmış ilk kolera pandemisi olarak yüzyıl boyunca defalarca tekrar eden salgına sebep olan bakterinin bilimsel metotlarla keşfedilerek tanımlanması, ortaya çıkışından altmış yılı aşkın bir süre sonra mümkün olabilmişti.
Bu büyük gelişme, bulaşıcı hastalıklar üzerine yaptığı araştırmaların neticesinde şarbon ve tüberküloz bakterilerini de keşfetmiş olan Robert Koch tarafından gerçekleştirilmişti.
Berlin’de kurduğu laboratuvarında, bakterilerin tanımı ve hastalık yapıcı etkinlikleri üzerine çalışmış, nihayet yüzyılı kasıp kavuran kolera salgınlarının sebeplerini araştırırken, koleranın etkeni olan virgül basilini bularak, hastalığın önlenmesine büyük katkı sağlamıştı.
Koch’un bilimsel çalışmaları, toplumların büyük yıkımlardan -akıl ve bilimle- daha ileriye sıçrayarak çıkabileceğini söyleyen Hegel’le yollarının kurumsal olarak da kesişmesini sağlayacaktı.
Zira tarih boyunca tekrar tekrar ortaya çıkıp büyük can kayıplarına neden olan bulaşıcı hastalıkların anlaşılması ve önlenmesi için yaptığı çalışmalarla, bakteriyoloji biliminin de kurucularından olan Koch, nihayet bir zamanlar Hegel tarafından yönetilen Berlin Üniversitesinde profesör olmuş, ardından aynı üniversite bünyesinde, sonradan kendi adıyla anılacak olan Bulaşıcı Hastalıklar Enstitüsü'nü kurmuştu.
Bir allâme-i cihan olan Hegel’i yenen mahşerin son atlısı kolera, değişken rüzgarlarla ayaklar altında çürütülecek muğlak kurumlar için değil, bilim için yapılan bilimsel çalışmalarla durdurulabilmişti.
Fertle birlikte fertlerden oluşan toplumu ve nihayet mahşerin atlılarına karşı yeryüzünde aynı kırılganlıkla yaşayan insan türünü kurtarabilecek bilimsel çalışmalar, Hegel’in tarihin her zaman ileri doğru devinen bir süreç olduğu savının, nihayet doğumunun üzerinden geçen iki yüz elli yıldan sonra bile çürümemesini de sağlamıştı.
Tarih, gerçek yüzünü ustalıkla gizleyip, moral değerlere dair riyakar nutuklarla etrafta dolaşan, çevirdiği entrikalarla çevresindeki herkesi felakete sürükleyen ve her toplumda her çağda var olan (William) Shakespeare karakteri Iago’ların sefaletini her zaman göstermişti.
Tarihin her çağda yüceliğine tanıklık ettiği bilimsel çalışmalar sayesinde, Hegel’in, bir şekilde hâlâ yeryüzünden silinmemiş olan insan türünün içinde bulunduğu post-gerçeklik çağına dair -farkında olmadan yaptığı- bir kehanet de doğrulanmıştı.
Çünkü mantığın ve tutarlılığın değil, “daha çok ses çıkarmanın” önemli olduğu post-gerçeklik çağında, bütün ortak kurumları çöken, çöküşü, dalından düşen meyveleri çürümüş bir ağaca benzeyen modern toplumlarda da akıl becerileri ve sanat kötüye kullanılıyordu.
Nihayet, sanatı ve aklı, doğruyu yanlış, yanlışı doğru yapmak için kullananlar, çoğunlukla ruhsal açıdan hastalıklı ilkesiz mitomaniaklar arasından çıkıyor ama hiçbiri Shakespeare gibi ölümsüz olamıyordu.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish