Bir süreden beridir dünyada dolaşan virüsten dolayı uğradığımız acı ve elim felaketler, giderek büyüyor.
İnsan sağlığına, insanın doğasına ve insanın insanca yaşamına yatırım yapmaktansa silaha, bütün kaynaklarının fazlasını silahlanmaya ve güvenliğe yatıran büyükleri de dahil, birçok devletin sağlık sistemleri çöktü.
Çünkü solunum cihazları yok. Bu devletlerin hayatları boyunca kullanmadıkları ve muhtemelen de kullanmayacakları bir denizaltı, bir savaş gemisi ya da bir savaş uçağı kaç adet solunum cihazı eder acaba?
Solunum cihazlarının önemi şurada; virüse yakalanan insanların kronik hastalıkları var ise ve belli bir yaşın üstünde iseler, bu hastalığı yenebilmelerinin yegane yolu solunum cihazına bağlanıp, nefes almalarını kolaylaştırmak gerekir.
Çünkü virüsün bir ilacı yok. Tek ilaç bol miktarda oksijen. Bunun da yegane yolu solunum cihazları.
Koronavirüsün en önemli derslerinden biri; nükleer silahlar dahil hiçbir silahın, tank ve topun bir solunum cihazı kadar değerli ve önemli olmadığını gösterdi herkese.
Bu virüs felaketinin beraberinde getirdiği ve hepimize gösterdiği bir başka hakikat de, insanlığın biyolojik bağışıklık sisteminin zayıflığından daha acı olan toplumsal ve psikolojik bağışıklık sisteminin ne kadar zayıf olduğudur.
Onun için de her insana düşen görevin en önemlisi, evvela kendi kalbinde ve zihninde bağışıklık sistemini güçlendirmektir.
Zira duçar olduğumuz felaket, medya aracılığı ile sürekli evlerimizin içine kadar getiriliyor ve toplum olarak bilmemiz gerekenin çok ötesinde bir enformasyonla ruhumuz zehirleniyor.
Virüsün enfekte ettiği insanların artı hastalıkları varsa, yaşları ileriyse, hastalıklara karşı direnme güçleri zayıfsa bir kısmı için sonuç kötü oluyor.
Ama bu kötülüğün bütün dünyadaki yansımalarını dakika başı insanlara enjekte etmenin bir faydası olduğuna inanmıyorum ben...
Evet, ortada inkar edilmeyecek boyutlarda çok kötü seyreden ve binlerce insanın ölümüne de sebep olan bir virüs var.
Bu salgından korunmak için de gerek yetkililer ve gerekse uzmanlar gerekli bilgileri veriyorlar. Bunlar kabul.
Her gün onlarca televizyon kanalında beşer altışar kişiyle açık oturum yapmanın manası nedir peki?
Türkiye'de bulunan bütün televizyon kanallarında bu mevzu var. Tıp doktorları da üçüncü sınıf gazeteci ve güvenlikçiler ile bir yabancı dil bile bilmeyen akademisyenler gibi o televizyondan bu televizyona koşuyorlar.
Bazıları oturduğu yerde uyuyor. Kaç kere şahit oldum. Hele bazıları da var ki, "küçük dağları ben yarattım" edasıyla ahkam kesiyorlar. Spikerler, sunucularda bir kilo makyaj yapıp geliyor ve bu felaket üzerine sohbet ediyorlar.
Öbür taraftan da "Evde kal", "Evde hayat var" bilmem ne sloganları ile insanların dışarı çıkmasına engel olunuyor.
Konuşmacıların önemli bir kısmı 60 yaş üstü, ama onların stüdyolara gelmesinde, o kadar kameraman, makyöz ve teknik eleman arasında dolaşmasında sorun yok. Öyle mi?
George Orwell'i hatırlamamak mümkün mü?
Biz Orwell'i bir tarafa bırakalım ve asıl konumuza, Victor E. Frankl ile onun muhteşem eseri İnsanın Anlam Arayışı'na dönelim.
fazla oku
-
"İnsanın Anlam Arayışı"nın peşindeki adam; Viktor Emil FranklNode ID: 156651
Önceki yazıda da dediğim gibi Frankl, 1905 yılında Avusturya'da dünyaya geldi.
Eğitimini Psikoloji üzerine yaptı. Psikanalizin kurucusu ve babası sayılan Sigmund Freud'dan çok etkilendi.
İşinde başarılı idi. Ancak, Freud ile Adler'in psikiyatri üzerine olan teorilerinden farklı bir teori üzerine çalışıyordu.
Zira gerek, insanın çocukluğundan kalan bastırmaların id, ego ve süperego şeytan üçgeninin çatışmalarından kaynaklandığını söyleyen Freud ve gerekse "insanların doğuştan olumlu güdülere sahip olduğunu ve kendilerini bireysel olarak en üst seviyelere taşımak ve mükemmel olmak için çaba gösterdiklerini" ifade eden Alfred Adler'e karşı bir itirazı vardı.
Lakin bu itirazını teorileştiremiyor ve Freud ile Adler'e karşı cepheden bir itiraza giremiyordu.
Frankl, hastalarıyla konuşurken, ne onların sadece Elektra ve Ödipos kompleksleriyle içinden çıkılmaz bir ıstıraba maruz kaldıklarını ne de Adler'in söylediği meleklerden bozulmuş olan insanın yeniden melek olmaya çalıştığını görüyordu.
O bütün bunların ötesinde, insan ruhunun duyduğu başka bir ıstıraptan mustarip olduğunu hissediyor ve araştırmalarını sürdürüyordu.
Lakin heyhat... Elias Canetti'nin tam da o yılları anlatan Körleşme romanının kahramanı Profesör Kien gibi, sanatçılar, psikiyatristler, edebiyatçılar, müzisyenler ve bilim adamları başını bilimsel çalışmalarına gömmüşken, başta Almanya olmak üzere bütün Avrupa'ya yayılacak olan, insanlık tarihinin gördüğü ve görebileceği en büyük virüs olan Nazi salgınına maruz kalmıştı bile.
Nazi virüsü pandemik bir hal almış, Almanya'dan bütün dünyaya dalga dalga yayılıyordu.
Naziler, 1935'ten sonra Almanya ve Avusturya'da etkili olmaya başlamış ve bu yayılmalarını İkinci Dünya Savaşı'nı çıkararak bütün dünyayı saf ari ırkın hükümranlığının altına almaya ahdetmişlerdi.
Bu amaçla dünyadaki bir çok ırkı köle yapmayı düşünürken; Yahudileri, Çingeneleri ve Zencileri de toptan imha etmeyi planlamışlardı.
Öncelikle de Almanya ve Avusturya'daki Yahudileri çoluk çocuk, genç ihtiyar, kadın erkek ayrımı gözetmeksizin topladılar.
Almanya ve Avusturya'nın en elit, entelektüel ve zengin kesimlerinden biri de Yahudilerdi.
Nazi lideri Hitler, Yahudileri, komünistleri, sosyalistleri ve diğer muhaliflerini amacını gerçekleştirmenin önündeki en büyük engel olarak görüyordu.
Nazi ırkçıları da özellikle bu zengin ve elit Yahudileri kıskanıyor ve bir gün onların malına çökme arzusuyla yaşıyorlardı.
Frankl, 1933-1937 yılları arasında Viyana Üniversitesi’nin psikoloji kliniğinde psikiyatr olarak çalışmış, 1939 senesinde Viyana’daki Rotschild Hastanesi’nin Nöroloji Bölümü Başkanı olmuştu.
Çalışmalarını derinleştirerek sürdürüyordu, ama birileri onunda peşindeydi. Zira Nazilerin peşinde olduğu Yahudilerden biri de Dr. Victor E. Frankl idi.
Frankl, bütün ailesi ile birlikte tutuklandı. Tutuklandığında daha yeni evlenmişti.
Güvenilir kaynaklara göre 4 milyon insanın işkence ile öldürüldüğü veya krematoryumlarda yakıldığı Auschwitz Toplama Kampı'nda yaşanan barbarlığı anlatan yüzlerce film, binlerce kitap ve makale var.
Ancak bütün bu hikaye, roman ve filmlerden daha önemli bir psikiyatri kuramı da çıktı o kamplardan; Logoterapi.
Frankl, bu insanlık dışı toplama kamplarında onlarca kez tamamen şans eseri ölümden kurtulur. Ölümle karşı karşıya olduğu her ölüm anında kendi çırılçıplak varoluşundan ve maddi olarak anadan doğma üryan halinden başka hiçbir şeyinin kalmadığını fark ettiği anda içindeki merak, yaşama isteği, duygu yitimi ve mizah duygusunu yeniden keşfeder.
İnsan olarak bir üst evreye geçer ve etki ile tepki arasındaki mutlak özgürlük alanını görür. Hayır, hiçbir işkenceci, hiçbir insanlık dışı durum onu yıkamayacaktı.
Tam burada bu kadar olumsuz olan koşullarda Freud felsefesi ile kendi felsefesinin arasındaki farkı da fark etti.
Freud, "can sıkıcı rahatsızlıkların kökenini, çatışan bilinçdışı güdülerin neden olduğu kaygıda aramakta" iken Frankl ise "çeşitli nevroz türleri arasında ayrım yapmakta ve bunlardan bazılarının noöjenik nevrozlar, acı çeken kişinin, varoluşunda bir anlam ve sorumluluk duygusu bulmayı başaramayışı"na bağlamaktadır.
Freud, "cinsel yaşamdaki engellenmeyi" vurgularken; Frankl ise “anlam isteminin engellenmesini" öne çıkarıyor.
İşte bu anlama isteği, bilme gerekliliği, anlamlandırma çabası onun "Logoterapi" okulunun temelini oluşturuyor ve bir üçüncü okul olarak öne çıkmasına, onun yani Victor E. Frankl'ında üçüncü bir üstat olmasına vesile oluyordu.
Ama kendisi bile bundan habersizdi.
Bütün bunları çıktıktan sonra açık bir şekilde, hiç önemsemediği İnsanın Anlam Arayışı adlı kitabında yazıyor.
Varoluş felsefesini ve psikolojik tahlillerini bizzatihi kendi yaşadıklarından, toplama kampı deneyimlerinden kelimenin bütün anlamıyla kendi kanından damıtarak oluşturduğu ve yazdığı için bu eseri insanlık tarihinin en önemli metinlerinden biri olmuştur.
Bunun da tek sebebi, bu metnin insanın çıplak varoluşunun bir serenadı olmasındandır.
Çünkü Frankl, Nietzsche’nin, “Yaşamak için bir nedeni olan kişi, hemen her nasıla dayanabilir" sözünün mücessem halidir.
İnsan özgürlüklerinin sonuncusunda dahi “kişinin belli bir durum karşısında kendi tavrını belirleme yetisine" sahiptir ve bu onun elinden alınamaz.
"Bütün bu acılar sonunda, insanın 'çektikleri acıya değdiğine' karar vererek, insanın, kaderinin üstüne çıkma yetisini kanıtlamıştır" diyor G.W. Alport ve şöyle devam ediyor;
Gasset, Heidegger ve Sartre’dan aşina olduğumuz düşünceler ışığında, varoluşun çetin koşullarında 'anlam'ı keşfetmemize yardım edecek süreci anlatan Frankl, 'İnsanı insan yapan nedir?' sorusuna da yanıt vermeye çalışıyor…
Gerçekten ihtiyaç duyulan şey, yaşama yönelik tutumumuzdaki temel bir değişmeydi. Yaşamdan ne beklediğimizin gerçekten önemli olmadığını, asıl önemli olan şeyin yaşamın bizden ne beklediği olduğunu öğrenmemiz ve dahası umutsuz insanlara öğretmemiz gerekiyordu.
Yaşamın anlamı hakkında sorular sormayı bırakmamız, bunun yerine kendimizi yaşam tarafından her gün, her saat sorgulanan birileri olarak düşünmemiz gerekirdi. Yanıtımızın konuşma ya da meditasyondan değil, doğru eylemden ve doğru yaşam biçiminden oluşması gerekiyordu.
Nihai anlamda yaşam, sorunlara doğru çözümler bulmak ve her birey için kesintisiz olarak koyduğu görevleri yerine getirme sorumluluğunu almak anlamına gelir.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish