Zor zamanlardan geçiyoruz. Teknolojinin gelişmişliği, medyanın yaygınlığını beraberinde getirmiş ve dünya çok küçülmüştür.
Bugün dünyanın en ücra köşesindeki bir insan bile televizyon izliyor ise, dünyada kaç ülkede kaç kişiye test yapıldığını, yapılan testlerin kaçının pozitif çıktığını ve kaç kişinin öldüğünü görüntülü olarak görebiliyor.
Zaten her türlü medyada ne kadar fazla haber yayınlarsa kendini o kadar başarılı saydığından, insanlar saatlerce dünyadaki bu felaketi izliyorlar. Bu da insanlarda dehşet ve korkuya sebep oluyor.
Zor zamanlar insanın kalitesini ve kalibresini ortaya çıkarır. Daha önceki bütün hayatında son günlerdeki kadar dehşet haberlerinin görmemiş insanların nasıl davrandıklarına bakarak onların hayat ile olan ilişkilerini de görüyoruz.
Türkiye'de yapılan bir araştırmaya göre insanların yüzde 25'i psikolojilerinin bozuk olduğunu düşünüyor.
Gerçi ben bu ülkede insanların yüzde 25'inin ruhlarının farkında olduğu ve bu ruhun bozuk olduğunu bildiklerinin kanaatinde değilim.
Çünkü 84 milyonluk bir ülkede 21 milyon insan, ruhunun bozuk olabileceğini bilecek kadar farkında olsaydı şayet, burada daha çok kitap okunur, daha çok kitap yayınlanırdı.
Daha kaliteli bir sinema, daha kaliteli bir televizyon yayıncılığı ve daha kaliteli bir siyaset ve elbette ki daha kaliteli yaşam olurdu.
Ben TV'lerdeki dizi ve programlara, sosyal medyanın düzeysizliğine ve yayın piyasasıyla ilgili haberlere baktığımda, ülkemizde 21 milyon insanın ruhunun farkında olduğu kanaatine varamıyorum.
"Kendini tanıyan Rabbini de tanır" manasında bir Arapça deyim var; "men 'erefe nefsehu feqed 'erefe rebbehu" diye.
Burada esas olan Rab'den ziyade nefsin, kendinin yani insanın özünün farkında olmasıdır.
Bir insan ne kadar çok kendini tanırsa, kendi farkına varırsa, kendi imkan ve kabiliyetlerini bilirse o kadar güçlü olur ve o kadar hayatın zorlukları ile baş edebilir.
İnsanın kendini, haddini, ruhunu ve dolayısı ile Rabbini de tanıyabilmesi için İbni Tufeyl ile İbni Sina'nın hikayesini yazdığı Hayy bin Yakzan gibi süreçlerden geçmesi gerekmeyebilir.
Çünkü hem onun tecrübeleri ve hem de insanlık tarihinin bütün yazınsal mirası elimizin altında.
İşte bugün size bundan 80 yıl önce, insanlık tarihinin en büyük felaketlerinden biri olan İkinci Dünya Savaşı'nın başladığı yıllarda henüz 35 yaşında yeni evlenmiş genç ve geleceği çok parlak görünen bir doktor ve pskiyatrist olan Victor E. Frankl'ın başına gelen felaketi, nasıl da insanlığın farkındalığına sebep olacak ve milyonlarca travmatik hastayı iyileştirecek bir teoriye dönüştürdüğünün hikayesini anlattığı "İnsanın Anlam Arayışı" adlı kitabından bahsetmek istiyorum.
Bu kitabı ilk defa 1995 yılında, Nazım Hikmet'in deyimiyle "Bursa Kalesi'nde" gördüm.
O zaman Öteki Yayınevi'nden yayınlanmıştı, daha sonra Okuyan Us yayınlarında da yayınlandı.
Bu kitabı ilk defa okuduğum 25 yıl öncesinden bugüne, en az 10 defa okudum.
Farsça tercümesini de buldum onu da okudum ve nasip olursa, dünyanın 30'dan fazla diline çevrilmiş olan bu kitabı gücüm yeterse Kürtçe'ye de tercüme etmek istiyorum.
Hayatım boyunca insanlar benden kitap okuma tavsiyesinde bulunmamı istediğinde, her tür meşrepteki insana gönül rahatlığı ile tavsiye ettiğim bundan sonra da edeceğim bir kitaptır.
Bu kitabın nasıl bir ruh hali ile yazıldığını tahmin etmek zor değil; insanoğlu başına geldiği felaketi anlatmak ve diğer insanlara duyurmak ister.
Lakin yazar Auschwitz ve Dachau’daki Nazi toplama kamplarında yaşadıklarını, oradaki tutukluların başına geleni yeterince anlatamayacağını, anlatmaya çalışsa bile o süreçleri yaşamayan birilerinin bunu anlayabileceğine inanmaz.
Buna rağmen de o korkunç toplama kampından çıktıktan bir süre sonra sekreterlerine gözyaşları ile bu kitabının ilk bölümündeki 'Toplama Kampı Deneyimleri'ni yazdırır.
Bu deneyimlerin nasıl bir dehşetin eseri olduğunu anlayabilmemiz için, Frankl'ın bir kamptan başka bir kampa sevk edilirken, tamamen tesadüf eseri, bir parmak işareti ile kendisi sağa yönlendirilirken, arkadaşı P sola yönlendirilmiş.
Ve bu olayı anlatırken, bir insanın olabileceği kadar büyük bir özveri ve nesnellikle diyor ki:
O akşam bize parmak oyununun anlamını anlattılar. Bu, yaşamamız ya da yaşamamamız konusundaki ilk karar, ilk seçim anlamına geliyordu. Bizimle gelenlerin yaklaşık yüzde 90’ı gibi büyük bir çoğunluk için bu, ölüm anlamına geliyordu. Bu karar, sonraki birkaç saat içinde uygulanmıştı. Sola gönderilenler istasyondan doğruca krematoryuma gidiyordu.
Orada çalışan birisinin anlattığı kadarıyla, bu binanın kapılarında çeşitli Avrupa dillerinde 'banyo' yazıyormuş. Binaya girerken her tutukluya bir parça sabun veriliyormuş ve daha sonra... bereket versin ki daha sonra olanları anlatmam gerekmiyor. Bu tüyler ürpertici işlem konusunda birçok şey yazıldı. Gaz odasından kurtulan ve gelenlerin çok küçük bir kısmını oluşturan bizler, gerçeği akşam öğrendik.
Bir süredir orada bulunan tutsaklara, meslektaşım ve arkadaşım P’nin nereye gönderilmiş olabileceğini sordum.
'Sol tarafa mı gönderildi?'
'Evet' diye cevap verdim.
'O zaman onu orada görebilirsin' dedi birisi.
'Nerede?'
Bir el, Polonya'nın gri gökyüzüne alev saçan, birkaç yüz metre ötedeki bir bacayı gösterdi. Bacadan uğursuz bir duman bulutu yükseliyordu.
'İşte arkadaşın orada, cennete yükseliyor' diye cevap verdi birisi. Ama açık seçik anlatılana kadar gerçeği anlayamamıştım Olayları çok kısa anlatıyorum. Psikolojik bir bakış açısından. İstasyonda şafağın sökmesinden kamptaki ilk gecemize kadar önümüzde çok uzun bir yol vardı.(İnsanın Anlam Arayışı, s. 27)
Viktor E. Frankl, insanlığın gördüğü en büyük acılara, Auschwitz ve Dachau’daki acımasız SS ve kendi deyimi ile mahkumlardan seçilen ve SS subaylarından çok daha kötü ve merhametsiz olan, tutuklara işkence ederek, onlara baskı uygulayarak kendi konumlarını sürdürebilen Kapolar'ın bütün zalimliklerine direnerek ayakta kalmış ender insanlardan biridir.
O Avusturyalı orta düzey Yahudi bir ailenin oğlu olarak 1905 yılında dünyaya geldi.
Viktor E. Frankl, daha 10 yaşında iken Birinci Dünya Savaşı başlıyor. Savaş yıllarında dünyadaki milyonlarca çocuk gibi, kıtlık ve açlığın kol gezdiği bir dönem geçiriyor.
Buna rağmen eğitimine devam ediyor ve daha hayatının ilk yıllarında o zamanlar meşhur bir ruh doktoru olan Sigmund Freud'un kitapları ile tanışıyor.
Onun fikirlerinden etkileniyor. Genç Victor, Freud'un sıkı bir okuyucusu olarak, insanın ruhunu, zihnini ve bunların sakladığı sırları keşfetmenin tutkusu ile psikoloji/ruh bilimi alanına yöneliyor.
Hayatında Tolstoy'a ait olan şu kaide çok belirleyici olur;
Bir durumu değiştiremiyorsak, kendimizi değiştirmemiz gerekir.
Victor E. Frankl ve İnsanın Anlam Arayışı'nın hikayesi bu küçük makaleye sığmayacak.
Haftaya da devam edelim, ama anonim yani isimsiz bir şekilde yazıp yayınlamak istediği söz konusu kitabın onlarca dünya diline çevrilip milyonlarca satan bir çok satan kitap olması ve yakaladığı başarı üzerine, söylediği şu mütevazi ve son derece anlamlı sözlerine kulak verelim;
Başarıyı amaçlamayın. Bunu ne kadar amaç haline getirip bir hedefe dönüştürürseniz, kaçırma olasılığınız da o kadar artar.
Çünkü mutluluk gibi başarının da peşinden koşamazsınız; kendisi ortaya çıkmalı, kendisi oluşmalı ve sadece kişinin, kendinden daha büyük bir davaya kişisel adanışının amaçlanmayan bir yan etkisi olarak ya da kişinin kendini başka bir insana bırakışınım bir yan ürünü olarak oluşmalıdır.
Mutluluğun kendiliğinden olması gerekir, aynı şey başarı için de geçerlidir: Ona aldırış etmeyerek, kendi kendine olmasına izin vermeniz gerekir.
Bilincinizi dinlemenizi ve bilginiz dahilinde bilincinizin sizden yapmasını istediği şeyi yerine getirmek için elinizden geleni yapmanızı istiyorum. O zaman, uzun vadede -uzun vadede diyorum!- başarı sizin peşinizden gelecektir, çünkü başaıyı düşünmeyi unutmuşsunuzdur.(İAA,s.14-15)
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish