1978'in 16 Mart günü, saat: 13.20...
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi (merkez binası) çıkışında öğrencilerin güvenliğini sağlayan polisler bilinmeyen bir nedenle o gün başka göreve gönderilmişti.
Öğrencilerin güvenliğini sağlamakla görevlendirilen Reşat Altaylı ve denetiminde polis ekibi, öğrenciler, okulun arkasında bulunan Süleymaniye kapısından çıkmak istedikleri halde, okulun Beyazıt Meydanı'na açılan ön kapısından çıkmaya zorlamıştı.
Solcu öğrencilere bombalı saldırı olacağı bilindiği halde.
Üstelik hiçbir bir koruma önlemi almaksızın.
Okuldan dışarıya zorla çıkarılan ilerici-devrimci öğrenciler, daha önceki çıkışlarda kendileriyle ülkücü/faşistler arasında barikat oluşturan polisleri bu kez bulamayacaklardı.
Okul çıkışında her defasında 30-40 polis bulunuyordu.
Bu kez ancak dokuz polis vardı.
Okulun önü boştu.
Hava kurşun gibi ağırdı.
Beyazıt Meydanı'nda biriken faşistler ''Beyazıt komünistlere mezar olacak'' sloganını atıyorlardı.
Öğrenciler ön kapıdan çıktıklarında her zaman yaptıkları gibi sağ taraftaki Eczacılık Fakültesi ile okullarının arasında bulunan yola yönelmişlerdi ki, Zülküf İsot adı faşist üzerlerine ilk bombayı atacaktı.
Peş peşe patlayan bombalar, yaylım ateşi ve ölüm çığlıkları yükselecekti.
Zülküf İsot, TNT'yi solcu grubun üzerine attıktan sonra üniversitenin merdivenlerinden kaçmaya başlayacaktı.
Ortalık durulduğunda, 41 öğrenci yerlerde kıvranıyordu.
Bunlardan Hatice Özen, Baki Ekiz, A.Turan Ören, Abdullah Şimşek, Hamit Akıl olay yerinde, Cemil Sönmez ve Murat Kurt kaldırıldıkları hastanede hayatlarını kaybedeceklerdi.
“Geri dönün!”
İki kelimelik bu cümle katliamın resmi karanlık ilişkilerine ulaşma bakımından önemliydi.
‘Öğrenciler kaçışırken Beyazıt Kütüphanesi önünden de otomatik silahlarla yaylım ateşi sürüyordu.
Öğrencilerin yanı sıra polis de yere kapaklanacaktı.
Ayağa kalktıklarında polis ateş açan saldırganları takip için peşlerine düşecekti.
Arkadan bir ses duyulacaktı: Geri dönün!..
Polis geri dönecek, katiller kaçacaktı.
Geri dönen polislerden biri Yahya Gergin’di...
Olayın ayrıntılarını yıllar sonra 32. Gün'den Rıdvan Akar'a anlatacaktı.
Failleri kovalarken kendilerine "Geri dönün" diye bağıran amiri de merak edip araştırmış.
O komiser yardımcısının adı Reşat Altay'mış.’
"Bomba atılacağı biliniyordu"
Üç kelimeden ibaret olan bu cümle de 42 yıldır karanlıkta tutulan 16 Mart katliamını özetliyordu.
Katliamdan önce İstanbul Emniyeti'ne gönderilen bir bilgi notunda, “sol gruba mensup öğrencilerin fakülteye devam etmeleri halinde 8-10 gün içinde bu grubun üzerine bomba atılacağı” ihbar ediliyordu.
Katliamdan sonra 1978 yılında, bir grup Ülkü Ocaklı ve MHP'li yönetici hakkında İstanbul Cumhuriyet Savcılığı'nın başlattığı soruşturma 17 Ülkü Ocaklı ve MHP’li ile ilgili olarak takipsizlikle sonuçlanacaktı.
Kalan sanıklarla ile ilgili yargılama Sıkıyönetim Mahkemesi'nde sürecekti.
Katliam ile ilgili 12 Eylül darbesinden sonra İstanbul 1 nolu Sıkıyönetim Mahkemesi'nde süren dava, 1982 yılında delil yetersizliğinden beraat ile sonuçlanacaktı.
Kanlı olayların üstüne gitmek için darbe yaptıkların iddia eden 12 Eylül'cüler, darbeye yapmalarına gerekçe olan en önemli katliamlardan birinin sanıklarını koruyorlardı. Manidar bir tavır!
Sanıklar aklanınca dava dosyası kapanıyor
1982 yılından sonra 15 yıl süresince İstanbul Üniversitesi katliamı ile ilgili herhangi bir hukuksal aydınlatma ve toplumsal bir yüzleşme yaşanmayacaktı.
Bu süre zarfında failler yargılanmamış, katliamın üstü örtülmüştü.
19 yıl sonra aynı dava ikinci kez açılıyor
"Dosya kapanmıştı" ama toplumun mahşeri vicdanı derinden yaralayan bu tür olaylar unutulmuyordu.
Tarih unutmuyordu.
Gün geliyor, devran dönüyor, toplumsal hatırlama bilinci ve tarihi adalet hükmünü yürütüyor, "hortlakların yürüyüşü" başlıyordu.
1997 yılında İstanbul Barosu Susurluk Komisyonu, Susurluk Çetesi ile ilgili kendilerine gelen bazı belgelerden, dönemin Ülkü Ocakları Başkanlarından Lokman Kondakçı ile aynı dönemin İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş arasında yapılan görüşme notlarından katliamın karanlık noktalarını aydınlatacak belgeleri bulacaklardı.
16 Mart katliamında toprağa düşenlerin dönem arkadaşı avukatlar, bir araya geleceklerdi.
Böylece yıllar ve yıllar sonra adalet arayışı başlayacaktı.
Dedik ya, tarih unutmuyor…
Katliamda arkadaşlarını kaybeden avukatlar dava dosyalarını tozlu raflardan indirecekler, “yeni deliller” hukuksal ilkesi üzerinden ilk davanın açılışından 19 yıl sonra 1997'de davanın yeniden açılışını sağlayacaklardı.
Saldırının olacağını bildikleri halde hiçbir güvenlik tedbiri almadıkları gibi gerçekleşmesini kolaylaştıran güvenlik kuvveti amirleri,
Saldırganların yakalanmasını engelleyenler,
Saldırıyı gerçekleştirenler ve türlü kirli bağlantı ortaya çıkarılıp bir bir mahkemeye çağrılmaları sağlanacaktı.
Ancak önemli bir kısmı mahkemeye gelmeyecekti.
Mahkeme de bu konuda caydırıcı davranmayacaktı.
Olayda kullanılan Amerikan yapımı TNT kalıplarının kaynağı İstanbul 3. Kolordu Komutanlığı idi.
Patlayıcıları katliamı gerçekleştirenlere, İstanbul 3. Kolordu Komutanlığı bünyesinde görevli olan Yüzbaşı Mehmet Ali Çeviker’den temin edip ulaştıran kişi Susurluk hadisesinde ölen Kontrgerilla elemanı Abdullah Çatlı idi.
Yüzbaşı Mehmet Ali Çeviker, aylar sonra Maraş katliamından kısa bir süre önce Maraş yolunda aynı seriden patlayıcı maddeler ve silahlarla yakalanacaktı.
Katlettikçe yükselen ‘resmi’lerin resmi geçidi
Katliamı kolaylaştıran resmi görevliler aklanacaktı.
Katliamın suç ortakları içinde kimler yoktu ki…
''Ünlü'' işkenceci İstanbul Emniyet müdürü Şükrü Balcı, Süreyya Sanlı gibi polis şefleri, 'görevinde kayıtsız kalmakla', Emniyet Amiri Reşat Altaylı, 'öğrencileri dışarıda götürmesi gereken noktaya kadar koruması gerekirken, üniversite kapısında terk etmekle' suçlanmışlardı.
Ancak…
12 Eylül’ün o hak hukukun külliyen rafa kaldırıldığı karanlık günlerinde, mağdurlara ve avukatlarına haber dahi verilmeden yapılan sahte yargılamalarla aklanmaları sağlanmıştı.
Katliamı gerçekleştirenlerin anında yakalanmasını engelleyen Komiser Reşat Altaylı, 1980-90'lı yıllar boyunca yargısız infaz ve işkence davalarının sicilli aktörü olacaktı.
Nisan 1992...
Çiftehavuzlar'da bir örgüt evi... 3 Dev-Sol militanı kıstırılıyor. İstense beklenip teslime zorlanabilirler. Ama hayır; polis evi basıyor ve 3'ünü de öldürüyor.
Bu yargısız infazın ardından 22 polis hakkında 'kasten adam öldürmek' suçlamasıyla dava açılıyor.
Bu yargısız infazın ardından 22 polis hakkında 'kasten adam öldürmek' suçlamasıyla dava açılıyor.
Daha sonra 'Zor kullanma yetkilerini kullanmışlardır' diye beraat eden sanıklar içinde ileride Susurluk davasında tanıyacağımız isimler var:
İbrahim Şahin gibi... Ayhan Çarkın gibi...
Tanıdık bir polis daha var:
Reşat Altay.
3 Kasım 1996...
Susurluk skandalı patlıyor. Kazada ölen Abdullah Çatlı'nın bütün ilişkileri ortaya seriliyor.
Çatlı'nın telefon kayıtları incelemeye alınıyor. Ve şaşırtıcı sonuç ortaya çıkıyor:
Kırmızı bültenle aranan Çatlı, İstanbul Emniyet Müdürlüğü, Terörle Mücadele Şubesi'nin müdürüyle 5 kez telefonla görüşmüş.
Kim var şubenin başında?
Reşat Altay...
Katlettikçe yükselecekti.
Mehmet Ağar'ın, Mete Altan'ın, Hüseyin Kocadağ'ın, Abdullah Çatlı’nın mesai arkadaşı olacaktı.
En son Hrant Dink'in ölümünün hazırlandığı Trabzon’un Emniyet Müdürü idi.
Hrank Dink cinayeti ile ilgili kimse kendisine bir şey sordu mu, en azından bilmiyoruz.
16 Mart davasının mahkeme sürecinde, Deniz'lerin cellatlarından Savcı Baki Tuğ'un aynı teşkilat yapısı içinde olduğunu ortaya çıkacaktı.
Susurluk delilleri ışığında dava ile bağlantı kurulacak, Oral Çelik, Meral Çatlı, Haluk Kırcı, Murat Bayrak ve 12 Mart darbesi sürecinde Deniz Gezmiş’lerin savcısı Baki Tuğ'un aralarında olduğu 11 kişi hakkında 13 Mayıs 1997'de suç duyurusu yapılacaktı.
Olayın dış bağlantıları da kısmen ifşa olacaktı.
Planlayıcılardan Nasibullah Türker, olaydan sonra Almanya'ya, Nazi geçmişli CIA ajanı Razi Nazer'in yanına dönecekti.
Ecevit'in uçağı ile -kim yerleştirmişse artık (!)- yüksek güvenlik uygulaması konsepti çerçevesinde dönüşünün sağlanmasıydı.
Dava ‘zaman aşımına’ uğruyor
16 Mart davası, doğrudan bir kontrgerilla davasıydı.
16 Mart davası, alanında açılan ilk ve tek davaydı.
Devlet çekirdeğini yöneten güçler de buna uygun davrandı.
İlişkiler, MİT'e, Emniyet'e ve askere uzanıyordu.
Her üç kurumda bu konuda son derece ketum davrandı.
Her üç kurumda mahkemeye hiçbir bilgi vermedikleri gibi bu yollu en küçük çatlağı süratle kapattılar.
2008 yılında kontrgerilla ile hesaplaşacağı iddia edilen Ergenekon davasının başladığı gün davanın "zaman aşımı" kararı ile sonuçlanması tarihin ironisiydi.
Soykırım, katliam, işkence gibi insanlık suçlarında zaman aşımı olamayacağı biçimindeki insanlığın hukuki müktesep hakkına rağmen böyle oldu.
Davanın avukatlarının da açıkladığı gibi belli bir süreklilik içinde devamı olan, tek bir netice ile sınırlı olmayan bir olayın gerçekleştiği tarih başlangıç noktası olarak alınamazdı.
Alındı!
12 Eylül darbecileri ve darbe döneminin savcıları, hakimleri, Erdal Eren'i 17 'sinde darağacına gönderirken, ardılı savcılar, hakimler Zaman aşımı oyunu ile 16 Mart katliamcılarını sorgudan bile geçirmeden davayı kendilerince toptan bitirdiler.
16 Mart davası biter mi?
Barış ve Demokrasi Partisi (BDP), Başbakan Tayyip Erdoğan'ın yanıtlaması amacıyla bir yazılı soru önergesi verecek, 16 Mart katliamı davasının zaman aşımına uğradığını anımsatacak, "Olayın aydınlatılması için bir girişiminiz var mı?" diye soracaktı.
Önergeyi Başbakan Erdoğan adına yanıtlayan dönemin Adalet Bakanı Sadullah Ergin, Cumhuriyet savcıları ve hakimlerin görevleriyle ilgili düzenlemeleri anımsatarak şu bilgileri verecekti:
16 Mart 1978 tarihinde meydana gelen 'bomba atıp silahla tarayarak tasarlamak suretiyle yedi öğrenciyi öldürmek ve tasarlayarak adam öldürmeye kalkışmak' suçunun sanıkları hakkındaki İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesi'nin 1995/128 esasına kayden açılan kamu davasını, 30 yıllık süre içerisinde sonuçlandırmayarak zaman aşımına uğramasına sebebiyet veren ilgili Cumhuriyet savcısı ve hakimler hakkında; Bakanlığımızca soruşturma başlatılarak, kusurlu görülen Cumhuriyet savcısı ve hakimler için disiplin yönünden gereğinin tayin ve takdiri için soruşturma evrakı 24/02/2009 tarihli 'olur ‘la Hakimler ve Savcılar Kanun'unun 87. maddesi uyarınca HSYK'ya tevdi edilmiştir.
Sözün özü:
16 Mart davası bitmedi!
Adalet ve hukuk duygusunun egemen olduğu, aydınlatıcı bir toplumsal iklimin ve de mahşeri vicdanın doğmasına kaldı sadece...
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish