İşler iyice sarpa sarınca “Suriye’de ne işimiz var?” sorusu şimdilerde nihayet gündeme geldi. Badel harab-üs Suriye! 1
Öncelikle Suriye’de sadece bizim işimiz yoktu, başta ABD, yedi düvel Esad rejimine karşı ‘özgürlük mücadelesine’ karşı ellerini Suriye’ye attılar.
Şimdilerde bu soruyu soranlar, o zamanlar ‘ama’ diyene ‘aman’ verdirmiyordu. Hatta mevcut iktidarı, Suriye’de 2011’de başlayan sözde ‘Arap Baharı’na destek vermekte gecikmekle suçluyordu.
Suriye’nin başkentinin Şam olduğu dışında, bu ülkeye dair hiçbir şey bilmeyenler, Suriye’de eli silahlı adamlara ‘özgürlükçü’ tacı takmıştı.
Kimse, polis rejimi bir ülkede, birdenbire bunca silahlı ‘özgürlük savaşçısı’nın nereden çıktığı sorusunu sorma ihtiyacı hissetmedi.
Batı Avrupa ve bilhassa ABD dış siyaseti 2012 sonunda, Suriye siyasetini değiştirince, işler biraz değişti, sağ ve sol ‘liberaller’in sesi biraz kısıldı ama kesilmedi.
IŞİD sahneye çıkınca, konu bulandı o kadar. O kadar bulandı ki, Suriyeli muhalifleri Türkiye’de örgütleyen ABD, Türkiye’yi ‘cihatçı karayolu’ ilan etti.
O zaman ‘keşke, iktidar mensupları Pervez Müşerref’in anılarını okumuş olsaydılar’ diye düşünmüştüm, IŞİD sonrası çünkü Türkiye’nin durumu 11 Eylül sonrasında Pakistan’ın düştüğü duruma çok benzer hale gelmişti.
Şimdi tekrar geriye dönelim, tabii ki sadece 2011’de değil, öncesinde de Suriye’de rejime karşı, demokrasi ve özgürlük isteyenler vardı, öylesi bir rejimde zorlu bir demokrasi mücadelesi veriyorlardı, ama 2011 sonrasında kimse onlara kulak asmadı, silahlı mücadeleye itirazlar etmelerine de kulak veren olmadı.
Zira 2011 yılında başlayan süreç bir demokrasi mücadelesi değil, Batı karşıtı bir güç ittifakı olan İran, Suriye, Lübnan Hizbullah’ı cephesine karşı bir rejim değişikliği senaryosu idi.
Bu çerçevede, dünyanın dört bir yanından, Suriye ile alakası olmayan cihatçılar ve sempatizanları Suriye’ye dolduruldu, ülke savaş alanı oldu, bu savaşa ‘iç savaş’ deyip işin içinden sıyrılmak da mümkün değil.
Esad rejimi, diğer Arap ülkelerinden daha az demokrat falan değildi, onlardan biri idi.
Dahası, babasının ölümü ile başa geçen Beşşar Esad, ülkesindeki gerilimleri hafifletmek için ‘açılım’ siyaseti izlemeyi denedi, bu süreci engelleyenler de sadece eski rejimin bekçilerinin tavizsiz tutumu değil, ‘uluslararası toplum’un Lübnan’da Hariri suikastından Suriye’yi sorumlu tutması ve Uluslararası Mahkeme kurması oldu.
Sahi ne oldu o mahkemeye hatırlayan var mı?
Türkiye’nin Suriye meselesine dahli tabii ki başlı başına sorgulanması gereken bir soru, ama geçmişini de unutmadan!
Türkiye’de İslamcı iktidar, Suriye’de olanlara müdahale etmeye, önce Batılı müttefikleri tarafından teşvik edildi, sonra işler değişince bu iktidar, Türkiye’nin abilik yapacağı bir Müslüman Kardeşler iktidarı hayali ile rejim değişikliği siyasetinde ısrarcı oldu.
Yetmedi, ABD’yi, askeri müdahaleye çağırdı. Suriye’nin kuzeyinde Kürt otonom bölgelerinin oluşması, bir yandan Kürt siyasetinin dikkatini Suriye’ye yoğunlaşmasına, diğer taraftan iktidarın Suriye’ye mücadelesini ‘terörle mücadele’ şeklinde yeniden pazarlamasına imkan verdi.
İdlib hikayesi de uzun ama özetleyelim. Gün geldi devran döndü, Rusya, Esad rejimini desteklemek üzere devreye girdi, özellikle ülkenin batısında ağırlık kazandı, İran zaten Esad tarafında savaşıyordu, bu arada Türkiye Rusya ile yakınlaştıkça yakınlaştı.
Bu yakınlaşmanın meyvesi, Türkiye’nin cihatçıları Şam ve Halep’te halen varlığını koruyan cihatçıları buralardan çıkarmak ve İdlib’e geçişlerini sağlamak görevi oldu.
Soçi Mutabakatı ve İdlib’de gözlem noktaları kurmanın hedefi, cihatçıları bu bölge sınırları içinde tutmayı hedefliyordu.
Türkiye, hala ılımlı, ılımsız muhalefet ayrımı yaparken, Rusya ve İran açısından bu bölgede olanları birbirinden farkı yok ve hepsinin zaman içinde teslim olması veya yok edilmesi gerekiyor.
İdlib’de işlerin karışmasının nedeni, Soçi Muatbakatı ülkeleri arasında bu görüş ayrılığı. Şimdilik, rejim ve Rusya tarafından cihatçılar daha küçük bir alana geriletildi, sonrası belirsiz.
Suriye’nin harabeye dönüşmesi sürecinin üzerinden dokuz yıl geçti, bir ülke mahvoldu. Oysa ta 2000’li yılların başlarından, özellikle Irak işgalinden sonra bölgede yaşananlar, bugünlerin habercisi idi.
Irak’ta savaşa hayır diyenler, sonra aynı şeyler Suriye’de yaşanmasın diye ses vermeye çalışanlardan biri bendim. Adım, “Baas muhaberatı destekçisi Radikal yazarı”na çıktı. 2
2011’de benim o tarihte yazdığım Milliyet gazetesinden atılmama düşünce özgürlüğü adına ses çıkarmayanlar, Suriye’de özgürlük mücadelesi tellallığı yapıyordu.
Mesele benim başıma gelenler değil, Suriye’nin başına gelenler tabi. Ama sonu Suriye’yi bugünlere sürükleyen süreç, sadece bugün harita üzerinde çubukla yer göstererek anlaşılabilecek bir konu değil, ayrıca savaş çığırtkanlığının düne kadar destekçisi çoktu, unutulmasın isterim.
1 ‘Suriye harap olduktan sonra’ Eski Türkçe, Badel harabül Basra’ deyimine izafeten Arapçasını kullandık.
2 Hadi Uluengin, Şambaba, Hürriyet, 16 Mart 2005
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish