Özetle söylemek gerekirse, Moskova’da İdlib krizine ilişkin olarak imzalanan mutabakat (5 Mart 2020) hükümet tarafından doğru yolda atılmış bir geri adımdır.
Evet, geri adımdır; ama unutmamak gerekir ki, bu geri adımdan Türkiye kazançlı çıkmıştır.
Türkiye’yi sadece Suriye ile değil aynı zamanda Rusya ile de sıcak bir çatışmanın içine çekmesi oldukça muhtemel tehlikeli süreç sonlandırılmış; zaman kazanılmış ve Libya’dan Doğu Akdeniz’e kadar geniş bir coğrafyada sürdürülen Türkiye-Rusya işbirliğini sabote etmek isteyenlerin hevesleri kursaklarında kalmıştır.
Fakat kabul etmek gerekir ki, bu mutabakat bütün sorunların hemen çözüleceği anlamına gelmez hatta sahadaki olaylara/provokasyonlara ve Ankara’nın Suriye politikasında artık yaşamsal hale gelmiş bulunan revizyona gidip gitmeyeceğine bağlı olarak bir süre sonra İdlib’in bir yanardağ gibi yeniden Türkiye-Rusya ilişkilerinin üzerine patlamasının mümkün ve muhtemel olduğu söylenebilir.
Mutabakat metninde neler var?
Moskova Mutabakatı dar anlamda İdlib’de son haftalarda yaşanan gerginliği azaltmak/gidermek için yapılmış teknik/askeri bir uzlaşma olarak ele alınabileceği gibi, Türkiye ve Rusya’nın Suriye krizine ilişkin olarak tutumlarını yakınlaştırmaya yönelik genel bir anlaşma olarak da yorumlanabilir.
Hatta özellikle Türkiye ile Rusya arasındaki ekonomik, ticari, siyasi ve askeri ilişkilerin gelişen boyutlarının çerçevesini de hesaba katarak özellikle Doğu Akdeniz ve Libya’da Ankara ile Moskova arasındaki işbirliğinin devamının ve geliştirilmesinin teyidi olarak da yorumlanabilir.
Dar anlamda mutabakat, İdlib gerginliği azaltma bölgesindeki temas hattı boyunca tüm askeri faaliyetlerin 6 Mart gece yarısı itibariyle sona ereceğini ve Suriye’nin en büyük şehri olan Halep’i Lazkiye’ye bağlayan M4 karayolunun kuzey ve güneyinde altışar kilometrelik (toplamda 12 km) güvenli koridorlar oluşturulmasını öngörüyor.
Ayrıca 15 Mart tarihinden itibaren M4 ve M5 karayollarının kesişme noktası olan Serakib kasabasının iki kilometre batısından başlamak üzere Ayn el Havr’a kadar olan kısmında Türk-Rus devriyelerinin görev yapmasını içeriyor.
Bu duruma göre 17 Eylül 2018 tarihli Soçi Mutabakatı’nda üzerinde durulan ve Halep şehrini başkent Şam’a bağlayan M5 karayolundan bu Mutabakat’ta söz edilmemesi sahadaki mevcut durumun yani M5 karayolunun Suriye kuvvetlerinin kontrolünde olmasının kabul edildiği anlamı çıkıyor.
Ateşkesin hemen devreye girmesinden dolayı M4 karayolunun kontrolünün henüz istenilen şekilde sağlanamamış olması sebebiyle bu yolun kuzey ve güneyinde altışar kilometrelik güvenli koridorlar açılması konusunda taraflar uzlaşmış görünüyorlar.
Mutabakat’ın giriş kısmında yer alan iki konu ise daha geniş bir değerlendirmeyi gerekli kılar nitelikte.
Birincisi, ‘terörizmin tüm tezahürleriyle mücadele ile Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından terörist olarak tanımlanan tüm grupların (2254 sayılı karar) ortadan kaldırılması yönündeki kararlılık’;
Diğeri ise ‘mültecilerin ve ülke içinde yerinden edilen kişilerin güvenli ve gönüllü olarak Suriye’deki asıl ikamet yerlerine geri dönüşlerinin kolaylaştırılması’ hususlarıdır.
Terörist grupların ortadan kaldırılmasına ilişkin kararlılık ifadesi ABD’nin son zamanlarda HTŞ’yi terörist örgütler listesinden çıkarmak ve hatta belki de Türkiye’ye verebileceklerini söylediği ‘mühimmatı’ bunlara yönlendirmek şeklindeki tuzağına Türkiye’nin düşmediği anlamına geliyor.
Öte yandan 17 Eylül 2018 tarihli Soçi Mutabakatı’nda yer alan bu kararlılık ifadesinin Türkiye’yi de bağladığının altını çizmekte yarar var.
Terörist gruplara karşı mücadele yürütülürken sivil hedeflere zarar verilmeyeceği konusundaki bölüm ise Türkiye’nin talepleri doğrultusunda Mutabakat’a girmişe benziyor; ancak Türkiye, Rusya ve hatta Suriye ile sahada operasyonel işbirliği yapmazsa bu koşulun nasıl yerine geleceği/getirileceğiyle ilgili sorunlar yaşanabilir.
Diğer konuda ise ‘ülke içinde yerinden edilen kişiler’ ve ‘mülteciler’ şeklinde iki kategoriden söz edilmesi Türkiye’deki Suriyelilerin de buna dahil edildiği sonucunu vermektedir.
Bu husus İdlib’de varılan anlaşmanın uygulamasına göre Ankara’nın kademeli olarak Suriye politikasında değişikliğe gideceği şeklinde yorumlanabilir.
Örneğin Türkiye’deki Suriyeli mülteciler (aslında bunlara sığınmacı demek daha yerinde olabilir) Şam hükümeti ile doğrudan temas kurulmadan asıl ikamet yerlerine nasıl gönderilebilirler?
Bu kadar kapsamlı bir nüfusun eskiden oturdukları yerlere gönderilebilmesi için öncelikle Şam hükümeti ile bu insanların kimlik, adres vb bilgilerinin paylaşılması, eskiden oturdukları evlere hemen dönüp dönemeyeceklerinin tespit edilmesi gibi hususların açıklığa kavuşturulması gerekir.
Nitekim başta Lübnan olmak üzere çevre ülkelere sığınmış olan Suriyeli sığınmacıların geri dönüşleri bu veya buna benzer bir çerçevede yürütülüyor.
Türkiye’nin mültecilerin Suriye’deki asıl ikamet yerlerine geri dönüşleri konusunu bu Mutabakat’a yazdırmış olması bu şekilde iyimser yorumlanacağı gibi, Ankara’nın hala siyasi süreç vurgusu yapmakta olmasından hareketle böyle bir geri dönüşü Esad hükümeti ile değil belki gerçekleşeceğini düşündüğü/ümit ettiği değişim sürecinin sonunda yeni bir hükümetle yapmak istediği şeklinde de yorumlanabilir.
Önümüzdeki riskler
Mutabakat, çok karmaşık, oldukça provokatif ve fiili savaş ortamını şimdilik kaydıyla ortadan kaldırmış olmakla birlikte, özellikle Türkiye’nin Suriye politikasının aynen ve tavizsiz devam etmesi halinde İdlib’de kısa bir süre sonra aynı çıkmaz sokak senaryosuyla karşılaşılmayacağının garantisi yok.
Şöyle ki, Mutabakat’ın girişinde tarafların ‘Suriye Arap Cumhuriyeti’nin egemenliğine, bağımsızlığına, birliğine ve toprak bütünlüğüne olan kuvvetli taahhütlerini’ yineledikleri ifade edilmekle birlikte bu kavramların Türkiye ve Rusya açısından farklı anlamlar içerdiği bilinen bir gerçek.
Rusya’nın önceliği milli-üniter anayasal yapıdaki Suriye’nin devamıyken Türkiye İdlib’deki ateşkesle birlikte siyasi çözüme daha doğrusu anayasa yapım sürecine odaklanılmasını istiyor.
Suriye için yeni bir anayasanın ne anlama geldiğini Türkiye tam olarak açıklamamış olmakla birlikte 2015 yılında belirlediği tüm Suriye’de ateşkes, siyasi sürece yani yeni anayasa yapımına odaklanılması, geçici hükümet ve BM gözetiminde genel seçimler politikasından geriye adım atıp atmadığı veya atıp atmayacağı henüz açıklık kazanmış değil.
Milli-üniter yapıdaki bir anayasal yapının değiştirilmesini istemenin ülkeyi federasyona veya en azından içinde geniş çaplı otonom yönetimlerin olduğu federalimsi bir yönetime sürükleyeceği ve bunun da aslında Türkiye’nin çıkarlarıyla uyumlu olmayacağını belirtmek gerekir.
Çünkü böyle bir Suriye’nin içinde PYD’nin de kapsamlı bir otonomi elde edeceğini unutmamak gerekir.
Kaldı ki, Türkiye’nin istediği böyle bir yapıyı sahada aktif mücadeleye de katılarak gerçekleştirmek isteyen başka kimsenin kalmadığını vurgulamak lazımdır.
Unutmamak gerekir ki, sadece Suriye ile değil Rusya ile de savaş senaryolarının hız kazandığı son olaylar sırasında Türkiye Suriye’deki durumu kökten değiştirebilmek için başta ABD olmak üzere Batı’dan istediği desteği alamayacağını gördüğü için Moskova Mutabakatı’nı imzalamak zorunda kalmıştır.
Dolayısıyla İdlib’de başlayan ateşkes süreci iyi yönetilirse Türkiye’nin de kademeli olarak ve özellikle Suriyelileri geri gönderebilmek için (ki, böyle bir durum hükümete seçimleri kazanma konusunda ciddi avantajlar sağlayabilir) politikasını revize edeceği düşünülebilir.
Libya’dan Doğu Akdeniz’e geniş bir coğrafyada Türkiye-Rusya işbirliği
Moskova dönüşü uçakta gazetecilerle sohbet eden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Putin’in Libya’dan Wagner şirketinin askerlerini çekmesini beklediklerini açıklaması yaklaşık altı saat süren müzakerelerin (ki öncesinde de profesyoneller günlerce süren yoğun bir mesai harcamış olmalıdırlar) sadece İdlib ve Suriye ile sınırlı kalmadığına işaret ediyor.
Zaten Rus tarafının zirveye giden günler ve saatlerde bu türden geniş bir coğrafyada işbirliği mesajları vermiş olduklarını da dikkate alacak olursak, bunun tabii bir gelişme olduğunu düşünmemiz gerekir.
Örneğin İdlib’de başlayacak bir Türkiye-Rusya gerginliği nasıl ki, Libya’dan Doğu Akdeniz’e stratejik sorunlar üreterek genişleme istidadı gösterecek ve her alanda iki ülkeyi karşı karşıya getirecek idiyse, mevcut uzlaşmanın işbirliği alanlarını genişletmesini beklemek de o kadar tabii olsa gerektir.
Türkiye’nin Libya ile imzalamış olduğu ve BM’ye tescil ettirilen deniz yetki alanlarının sınırlarını belirleme anlaşmasının benzerlerini Doğu Akdeniz’deki diğer ülkelerle (İsrail, Mısır, Lübnan ve Suriye) ile de yapması hayati önemde bir konu olduğundan hem Libya’da Hafter güçlerinin yönetimi ele geçirmelerine mani olmak hem de bölgedeki ülkelerle anlaşmalar yapmak gerekir.
Libya konusunda Rusya’nın Wagner birliklerinin çekilmesini sağlaması Türkiye’nin elini güçlendirecektir; ancak Ankara’nın bölgeye yönelik politikalarında revizyona gitmesinin bir zaruret haline geldiği de bir gerçektir.
Doğu Akdeniz’de ilişkilerimizi normalleştirmemiz gereken ülkelerden Mısır’ın Rusya ile çok yakın ilişkiler içinde bulunduğunu ve bu ülkeden gelişmiş savaş uçakları sipariş ettiğini hatırda tutmalıyız.
Putin ile Sisi arasındaki samimi ilişkiler Türkiye ile Mısır arasındaki diyalog kapısını aralayabilir.
Suriye ile ilişkilerin onarılmasında Rusya’ya çok daha büyük ihtiyaç olduğunu/olacağını söylemeye bile gerek yok.
İsrail ve Lübnan ile ilişkilerin normalleştirilmesi ve benzeri anlaşmalar imzalanmasıyla birlikte Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de Rum-Yunan ikilisini tamamen izole edebilecek duruma gelebileceğini söylemek yanlış olmaz.
Kısacası Moskova Mutabakatı kısa ömürlü kalabileceği ve fazlaca uzun olmayan bir süre içerisinde Türkiye ve Rusya’yı yeniden savaştan bahseder hale getirecek gidişatı engelleyemeyeceği gibi, tam tersine iki ülke arasında giderek genişleyen ve içerik olarak zenginleşen ilişkilerin sağlam bir başlangıcı da olabilir.
Ve Türkiye, ABD ve Batı dünyası ile ideolojik bir kamplaşmaya gitmeden ilişkilerini faydacı esaslar üzerinden devam ettirir ve Rusya ile de geliştirirse bu çok taraflı ilişkilerden fevkalade karlı çıkabilir.
Türkiye’nin Rusya ile ilişkilerinin bozulmasını isteyen özellikle ABD’nin sahadaki vekilleri yoluyla bu süreci baltalamak için elinden ne gelirse yapacağını hesaba katmamız gereken bir dönemdeyiz.
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish