Geçtiğimiz Perşembe günü İstanbul’da gerçekleşen 5,8’lik deprem jeologların yanı sıra siyasetçileri de hareketlendirdi. Türkiye’nin bir numaralı beka sorununun hala beklenen büyük İstanbul depremi olduğu açığa çıkarken, bu durumun vahametini ve potansiyel yıkıcı sonuçlarını layıkıyla kavrayamayan bir siyasetçi sınıfının varlığı yaşanan son gelişmeler ışığında tescillendi.
Deprem sonrasında neredeyse bir devlet krizi yaşadık. Neyse ki hiçbir can almayan deprem, siyasetçi siyasetinin sınırlarını ise çok berrak bir şekilde çizmiş oldu.
“Çağırdılar/çağırmadılar” yahut “gitti/gitmedi” tartışmalarının ötesinde, Türkiye’de çok cüsseli ve derinlikli bir siyasî çıkmazın yaşandığı gün gibi ortadadır. Kimse yanılmasın; bahsini ettiğim sorun yeni değil, aksine çok eskilere dayanmaktadır.
Ne yazık ki bir partiler ve particilikler egemenliğinde yaşıyoruz. Ülkede uzun yıllardır bir bölünmüşlük hâkim. Özellikle son yıllarda yoğunlaşan ve kristalize olan söz konusu bölünmüşlüğün artık kamu yararını alenen inkâr eden bir noktaya evirildiği ise tartışmasız bir gerçektir.
Kurumsallaşmış bu bölünmüşlük hâli halkı yıldırıyor. Dahası parti, kamp, cephe ve blok saplantıları hem siyasetin kendisini tüketiyor hem de halkı topyekûn parti sisteminden uzaklaştırıyor.
Nasıl mı? Açıklayalım.
Türkiye’de partilerin artık üyelerden çok müşterileri var. Şirketleşen bir politik örgütlenme ağından bahsetmek mümkün. Partiler artık fikirleri yahut akımları değil bazı toplumsal katmanların ekonomik ve sosyal çıkarlarını temsil ediyor.
Bu anlamda partilerde hesaplar yapılıyor, her türden oportünizm filizleniyor ve bu ve benzeri alışkanlıklar zaman içinde kökleşiyor.
Bir bütün olarak müşteri ilişkileri, kullanılan iletişim tekniklerinde iptidaî formüllerle, basmakalıplarla ve süslü cümlelerle besleniyor – ve hatta perdeleniyor.
Gerçekte partileri ayakta ve zinde tutan çoğunlukla halk desteği değil. Halk desteği, meselenin yalnızca dış cephesini yansıtıyor. Ahbap-çavuş ilişkileri, torpil, rant, imtiyaz ve hırs bugün siyasi partileri harekete geçiren esas ‘leitmotivler’dir.
Pek çok uzmanın da dillendirdiği üzere beklenen büyük İstanbul depremi total bir maddî ve manevî yıkımın yanı sıra Türkiye’de üretimin durması, çok ciddi anlamda kitlesel ölümlerin yaşanması ve ülkenin bağımsızlığını ve egemenliğini yitirmesine kadar gidecek olan bir yolu ifade ediyor.
Deprem, Türkiye için varoluşsal bir sorundur.
Normal şartlar altında seçimlere katılma hakkını elinde bulunduran her partiden temsilcilerin bir araya gelmek suretiyle toplanıp mevzubahis bu soruna bir çözüm getirmek için ortaklaşması gerekirdi.
Dahası, birlikte radikal tedbirlere başvurup, bu tedbirlerden siyasî rekabet devşirmemek üzere bir centilmenlik anlaşması yapması gerekirdi.
Lâkin bunun yerine depremin olduğu günden bu yana halkın muhatap olduğu manzara yalnızca ayrılık, grupçuluk ve partizanlıkla bezenmiştir.
Birbirini suçlayan ve bir toplantıya katılma-katılmama üzerinden propaganda üreten tarafların yöneticileri aslında bu vesileyle halk nezdinde güven ve itibar kaybına uğradıklarını bilmiyorlar.
İnsanlar rutinleşen bürokratik üslûptan yoruldular. Her krizde ve her sorunda aynı yavan diskurları dinlemekten usandılar.
Özetlemek gerekirse, siyasetçi siyasetinden bunaldılar. Kamu yararının hafızalardan silindiği ve dahi buharlaştığı bir düzlemde bu tip tavırların sürmesi hâlinde halk yığınlarının yalnızca A veya B partisine değil, istisnasız bütün partilere nispetle mesafe alacağı fevkalade öngörülebilirdir.
Türkiye’de ve özellikle de İstanbul’da halk siyaset kurumunun depreme hazırlık yapmasını istiyor.
Depremlerde can ve mal kaybı yaşanmasın yahut asgarî düzeye çekilsin istiyor. Bütün bunları birlik ve dayanışma ruhu içinde kol kola, el ele ve omuz omuza gerçekleştirmek istiyor.
Bunun için ne lazımdır?
İki şey: Planlayıcı akıl ve planlananı uygulama iradesi.
Çok basit gibi görünen bu denklemin Türkiye’nin mevcut şartlarında yakalanması ise maalesef oldukça zor görünmektedir.
Geçtiğimiz günlerde Karar gazetesinde Yıldıray Oğur İstanbul’un bir Üçüncü Napolyon’a ve Georges Eugène Haussmann’a ihtiyaç duyduğunu yazdı.
Oğur, vaktiyle Paris’i tepeden tırnağa yeniden imar eden bu ikilinin Türkiye’deki rollerini ise Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun üstlenebileceklerini vurgulamış.
Çok doğru ve yerinde bir tespit olsa da, böylesi bir tasavvur otorite, uyum ve uzun vadeli bir emek ister.
Kaldı ki, Fransa’da ne Üçüncü Napolyon’un yeniden seçilmek gibi bir derdi ne de Haussmann’ın İmparator olmak gibi bir hevesi vardı.
Oysa bugün Türkiye’de bir tarafta yeniden seçilmek isteyen bir Cumhurbaşkanı, diğer tarafta ise Cumhurbaşkanı olmak isteyen genç bir siyasetçi var.
Sormak isterim doğrusu, bu iki profil beraberce bu yükün altından nasıl kalkacaklar?
Veya kalkabilirler mi?
İş, dönüp dolaşıp yine seçim kaygısıyla azdırılan partizanlığa geliyor ve orada kilitleniyor.
İfade edilmelidir ki –Allah geçinden versin– büyük İstanbul depremi vuku bulduğunda tecrübe edilen hazırlıksızlıklardan dolayı halk şu veya bu yöneticiden ziyade, evvelâ ve bilhassa sorumsuzlukla kuşanmış bu partizanlık sistemini yargılayacaktır.
Partilerdeki bu zihniyet çürümesi devam ettiği takdirde önümüzdeki dönemde Türkiye’de kendiliğinden olmakla birlikte aynı zamanda muhtelif manipülasyonlara da açık hâle gelebilecek bazı “anti-parti” nitelikli taban hareketlerinin zuhur edip büyüyebileceği de dikkate alınmalıdır ki, ben hiçbir partinin şu aşamada böylesi bir olguya karşı idmanlı olduğu kanısında değilim.
Kısacası, “Taht Oyunları”nı insanlar evde TV’de izlemek istiyorlar, can ve mal güvenliklerini birinci dereceden ilgilendiren günlük gerçeklerinde değil.
Umulur ki, “bir musibet bin nasihate bedel” olmadan gerekli dersler çıkarılsın ve tedbirler alınsın.
Umulur ki...
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish