Arap Baharı ve minör etki

Ümit Aktaş Independent Türkçe için yazdı

Muhammed Buazizi'nin Tunus'ta Habib Burgiba Bulvarı'na yerleştirilen bir portresi / Fotoğraf: Chris Belsten (Creative Commons)

Çoğu zaman hayatımızı etkileyen ve değiştiren olaylar, bunun tersini düşünsek de, majör değil minör etkilere dayanır.

Edward N. Lorenz'in deyişiyle: Amazon Ormanları'nda bir kelebeğin kanat çırpması, ABD'de fırtına kopmasına neden olabilir.

Nitekim 2010 Aralık'ında, Tunus'ta, Muhammed Buazizi adında bir seyyar satıcının tezgâhına polisin el koyması üzerine kendisini yakmasıyla başlayan olaylar da, etkileri Libya, Mısır, Bahreyn, Kuveyt, Yemen, Irak, Fas, Ürdün, Lübnan ve Suriye gibi ülkelerde hissedilen isyan dalgalarına yol açmıştı.

Onunkisi tıpkı bir kelebeğin kanat çırpması gibi minör bir etkiydi ama kim bilir yüreği nasıl bir acıyla yanmıştı ki bu tür haksızlıklar karşısında yıllarca suskun kalmış kitleleri ayağa kaldırdı ve bu, yıllar sonra bile etkisini sürdürmekte.  

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Suriye'deki 61 yıllık diktatoryanın yarattığı zalimliklere karşı gelişen tepkinin önemsenmesi içinse bunun illa bir devrim olarak etiketlenmesi ve majör bir etki olması gerekmiyor.

Arap Baharı'nın başlangıcından itibaren geride kalan 14 yıllık sürecin kahramanlarının unutulmaya yüz tutan trajedileri, içerisine karmaşık çığlıkların ve hikâyelerin karıştığı destansı bir fırtınaya yol açsa da, bölgedeki sömürgeci tarihle ve bu tarihin ardında bıraktığı diktatoryal zihniyetle kelimenin tam anlamıyla hesaplaşabilmiş de değil.

Yine de toplumsal bir öfkeyle, meydanlardaki gösterilerle, zindanlardaki çığlıklarla, duvar yazılarıyla dile gelen bu fırtına, tıpkı ayetlerde zikredilen o zalimleri kahreden sayha (çığlık) gibi, bölgedeki zalimleri yerinden edebildi. 

Walter Benjamin olsa Buazizi'nin çığlığının yankılarına "ilahi şiddet" derdi, Franz Kafka ise "minör bir etki."

Ama yeryüzünü kana boğan, haşmetlerinden kimsenin yanlarına yaklaşamadığı zalimleri ortadan kaldıran da çoğu kez işte bu minör etkilerdir.

Bu etkinin düz anlamıyla yıkıcılıktan ötesine geçmesi ise bunun bildiğimiz anlamdaki bir şiddet olmaktan öte, sözün (vahyin) toplumları altüst eden diriltici/sarsıcı seslenişiyle dile gelmesidir.

Yine de insanlık unutur bunu ve kendisini ifade edebilmek için majör güçlere, silahlara ve yıkımlara başvurmayı bir marifet bilir de minör etkilerin olumlu yanlarına yönelmeyi hiç düşünmez.

Sözgelimi sözün ve sevginin, barışın ve kardeşliğin, iyilik ve güzelliğin gücü gibi. 

O nedenle insanlık, Adorno'nun deyişiyle sapandan atom bombasına yol alsa da, vahşetten medeniyete doğru bir türlü yol alamaz.

O haşmetli görüntülerin ardında ise hep Gulaglar, Auschwitzler, Guantanamolar, Ebu Gureybler, Sednayalar, Gazzeler vardır.

Hapishanelerin, tecrit sistemlerinin yerini zamanla kamplar alır ve hatta toplumun bizzat kendisi giderek bir kampa dönüşür.

İnsanlar her ne kadar kendilerini baskılayan imgelerle, ağlarla ve şeffaf sınırlarla yönetilse de, toplumsal sahada sadece baskılama mekanizmaları değil, direniş yolları ve ağları da etkilidir.

Sadece iktidarların egemenliği değil, sıradan insanların hayatları da kendisini gerçekleştirmenin bir yolunu bulmaktadır.

Hayatın gündelik akışı kadar iktidar ilişkileri de, majör güçler kadar minör güçlerin de etkili olduğu bir karşılaşmalar ve hesaplaşmalar sonucu oluşmaktadır. 

İktidarlar kimi arzular yaratsa kimi de baskıcı stratejiler izlese de, "iktidarın dolaşıklığında ona karşı koyan direnme noktaları da ortaya çıkar. Bu direnme noktaları iktidar ilişkilerinin öteki yüzünü, iktidarın yok edilemez zıddını oluşturur." 1

Gilles Deleuze, "kapitalizmin, devletin, dinin ve medyatik güçlerin aksine, felsefenin iktidar olmadığını düşünür. Felsefe bu güçlerle birebir savaşta galip gelemez ve ancak minör bir mücadele yürütür. Sosyopolitik ilişkileri değiştirmenin başlangıç noktası olabilecek yeni üretimler için temeldeki güçleri yoğunlaştırır."

Avrupa modernleşmesi ise genellikle majör aktörler üzerinden, özellikle Hegel'in efendisi, Marx'ın proletaryası ya da burjuvazinin devrimleri ve fetihleri üzerinden okundu.

Köylüler, kadınlar, azınlıklar, ezilenler, göçmenler gibi bir insan yerine konulmayan sınıf-altı/dışı kesimler minör aktörler olarak bu büyük anlatılara dahil edilmedi.

Çok sonraları, ancak post-kolonyal süreçte ve İkinci Dünya Savaşının yıkıntıları arasında bu silik kesimler giderek fark edilmeye başlandı.

Köleler, sömürgeler, anarşistler, feministler, madunlardan... o büyük yıkımın bir özrü gibi bahsedilmeye başlandı.

Minör edebiyatla, Franz Kafka, Walter Benjamin, Samuel Beckett… gibi isimlerin yanı sıra bir minör felsefeyle, Simone Weil, Gilles Deleuze, Luce Irigaray, Louis Althusser ve Michel Foucault gibi düşünürlerin etkileriyle, bakışlar bu görünmeyen aktörlere, alttakilere de yöneltilerek modernleşmenin ötekilerine dikkat çekildi.  

Bu süreçte oluşan Maduniyet Okulu da sömürgeciliğin ardında bıraktığı toplumsal çöküntüyle baş etmeye, toplumun alt katmanlarına sıkıştırılmış o toplumsal sessizliğe dikkat çekmeye ve bunu bir dile kavuşturmaya, yani madunu konuşturmaya çalışır.


Temel soru(n) şudur: Madun konuşabilir mi?

Gayatri Spivak'ın bu sorusu, hissedilemeyen o acı gerçekliğe dikkat çeker.

Üstelik de bu sadece sömürgeciyle sınırlı olmayan, onun da ötesine giden bir sosyokültürel kazıma faaliyetidir ve sorun sadece yoksullukla ve ezilmişlikle sınırlanmayıp, insanlığın genel macerasıyla ilgilidir.

Ve hatta dilsizlikle, bir insan olamamakla ilgili temel bir sorundur ve bu, kölecilikten daha ötesidir. Dahası, kölecilik ve sömürgecilik gibi majör meseleler bu minör meselenin üstünü örtmektedir.

 Benzeri bir çaba, Latin dünyasındaki Kurtuluş İlahiyatı çerçevesinde sürdürülen başka bir özgürleşme alanı içerisinde de gösterilir.

Bunlar sömürgeciden sonra, kötürümleşen ve bu kez de yerel tahakkümler tarafından ezilen kitlelerin kurtuluş ve özgürleşme çabalarıdır.

Sorunun özü ise Malik bin Nebi'nin de işaret ettiği gibi, bu temel ve içinden bir türlü çıkılamayan maduniyet ve insanlaşamama halidir.  

Diyalektik aklın majör (baskın) karakterine karşı minör akıl aforizmalarla ilerletir söylemini. Toplumların çeperlerinde dolaşan lümpen proletarya veya baldırıçıplaklar yer almaz tarihsel diyalektiğin sahnesinde.

Oysa Tanrı'nın nazarı, diyalektik aklın çıkarımlarını çok da umursamaz. Bazen bir mazlumun çığlığıyla altüst olur dünya, bazen de aforizmik bir cümle ile.

İnsanlar hep düşünsel bir ciddiyete gömülü değildir; kimi şarkılarla ifade eder kendisini, kimi de Tanrı'ya yakarırken. Kimisi halaylarla direnirken kimi de duvar resimleriyle gösterir tepkisini.

Kimi başkaldırırken kimi de mizaha başvurur.  Ve bazen en zayıf olandadır güç; minör bir detkide yani. 
 


Benjamin'e göre Marx'ın sınıfsız toplum'u da, bir imge, bir Mesih çağı analojisidir.

Mesih ise yalnızca sağaltıcı olarak değil, Deccal'i alt eden kişi olarak da gelir.

Mitolojinin felsefi anlatımı ya da teolojinin toplumsal içkinlikteki kavranışı, kadim dünyanın güçlerinin şimdide, adil bir geleceğin başlatılması için toparlanılmasıdır.

Gelenek ise o geleneği ele geçirmeye çalışan konformizmin elinden koparıp alınarak ezilmişlerin diline ulanabilir.

Dolayısıyla konformizmin elinden, onun kötücül amaçları için araçlaştırılan geleneği kurtarmanın yeni yolları bulunmalıdır.  

Kafka'nın kahramanları gibi minör seslenişleri olan bir dil ise tarihsel anlatımı ezilenler adına göksellikten yere indirebilir. Tarihin bu dip ırmağı, cennetsi bir umut yaratarak akar hiçbir denize boğulmaksızın.

Rahmetin yerden yağdığı bir içkinlik hali, yarattığı o aforizmik imgelerle, yerel katmanları patlatarak devrimci/ilahi şiddeti açığa çıkarabilir. 

Kapitalist bir dünyada uyuşumculuğun mitlerini tasfiye etmek için belirli bir şiddeti olumlayan Benjamin, buna ilişkin teçhizatını oldukça farklı güzergâhlardan derlemeye çalışır.

Baudelaire'in alegorilerinden, proletaryanın öfkesinden, Sorelci genel grevden, Dadacı sanatçılardan, Kafka'nın minör edebiyatından, Kabalacı Tevrat yorumlarından, Marxist bir teolojiden…

Benjamin'i cezbeden sadece -alegoride olduğu gibi- taşlaşmış olanın içinde pıhtılaşmış yaşamı canlandırmak değil, canlı olanı da, kendini çoktan bırakıp gitmiş anlamını açığa çıkaran bir şey olarak görmekti. 3  


Ona göre "devrimci hareketler sadece torunlarımızın kurtarılması idealiyle değil, köleleştirilmiş atalarımızın imgesiyle de beslenmektedir."

Geçmiş orada değil, burada, belleğimizde ve hatta bedenlerimize kayıtlanmış edimlerimizdedir çünkü.

Tevrat'ın satır aralarında maddeci bir okumaya dair ipuçları ararken, adeta bir simyacı gibi, materyalizm zehri'nden söz eder; düşüncelerinin etkili bir biçimde var olabilmesi için, onlara biraz da bu zehirden katması gerektiğinden.

İdeolojilerin ya da bilimin gündelik dildeki yerleşik kategorileri, başvurmayı reddettiği ezberlerdir. 

Onun açısından hayatın maddi olan uğrakları, aynı zamanda mistik hakikatlerin açığa çıktığı toplumsal tekilliklerdir.

Belki de bu yüzden, Hegelci-Marxist diyalektiğin gidimli tarihsel anlatımına ve bütünlükçü evrenselliğine karşı, minör bir dünyada zuhur eden tanrısallığı arayan Kafkaesk bir bakışa sahiptir.

İnsanın içerisinde giderek yabancılaştığı bir dünyaya dair hassasiyeti, temelde haksızlık ile gücü mitik bir şiddet içerisinde bir araya getiren moderniteye karşı hassasiyetinden kaynaklanır.

Kuşkusuz farkındadır bu yabancılığın yeni bir zuhur olmadığının. İnsana ait bu gölge imge, adeta onu tarihe çıkaran o ilksel şiddetin ardında bıraktığı, üstesinden gelinmesi gereken bir yankıdır.

 

 

1.  Gilles Deleuze: Ortadan Başlamak, içinde; Mathias Schönher'in yazısı: Deleuze ve Foucault Arasındaki Kopuş, YKY, s. 269.
2.  Agy. s. 271.
3.  T. Adorno, Walter Benjamin Üzerine, YKY, s. 14.

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU