Geleceğin yok olmasıymış kıyamet, bunu anladığım anda geçmişin de yok olduğunu fark ettim. Ne de olsa gelecek geçmişin intikamını alırken onu ayakta tutar. Oysa şimdi zaman akmıyor. Gelecek yok. Düşmanını kaybeden geçmiş de kendiliğinden solup gidiyor.
Murat Gülsoy, "Kıyamet Sonrası Olağan Bir Gün"de, insan ve insan dışı varlıkların belirsiz çizgisinde, zamanı sökerek geçmiş, şimdi ve geleceği ince ince işlerken okuru kolektif hafızanın kaybolduğu kıyamet sonrası bir evrene davet ediyor.
Burada zaman durmuş ama adeta kendini geri sararak. Geçmişten geriye hiçbir duygu hiçbir anı kalmamış. Kalan kırıntıların belirsizleştiği, yaşamla ölümün iç içe geçtiği, kopuk, bağlamsız, uzamsız bir yaşam görüntüsü…
Roman, bir fotoğraf albümünde baktıkça anlık canlanan resimlerin geçidi gibi kısa bölümlerden oluşuyor ancak bir olay örgüsü içinde ilerlemediği için sizi "şimdi ne olacak" merakına sürüklemiyor.
Hoş olan ve insanın içini gıdıklayan şey başka bu romanda. Burada kavramlar birbirini takip ediyor.
Okuduklarınız ruhsal varlığınızda özel bir alanı tetikleyerek sizi yazarla birlikte kavramlar, varoluşlar, kök duygular ve antika hüzünlerden oluşan apokaliptik bir hurdalıkta gezdiriyor sanki.
Ama buradaki hurdalar başka. Merhametin, sevginin, özlemin, asil hınçların, hakikatli nefretlerin hurdaya çıktığını düşünün. Öyle bir yer, yazarın deyişiyle, bir "kâbus mekan"da.
Roman, çok katmanlı anlatımıyla dikkat çekiyor. Sizi düşünmeye ve sorgulamaya sevk etmesi hiç mühim değil çünkü bunu artık üçüncü sınıf hikayeler bile yapıyor.
Burada yapılan şey daha başka. Hayat demansa uğrasa, sadece insanlar değil, şeyler de hafızasını yitirse ve kalanlar kara büyü yapılmış gibi çarpık yapılansa; yazar da size bir bir bu kıyamet sonrası hali izletse…
Bütün bunlar nasıl oldu, Murat Gülsoy'a sorduk.
İçinde bulunduğumuz hakikat sonrası çağda bütün dünyada siyasi olarak yaşanan bir kriz de var. Çok kolaylıkla yalan, gerçeğin yerine; olmayan, olanın yerine geçebiliyor. Bu da aslında bir tür anlam kıyameti.
Nasıl yazdığınızı çok merak ediyorum. Sanki gözünüzün önüne bazı resimler gelmiş ve siz onları bir kurmacanın içine dahil etmiş ya da o görüntülerden ilerlemişsiniz gibi düşündürdü bana kitabınız. Böyle bir metnin üstünde çalışırken sizin kendinizle deneyiminiz nasıldı?
Gerçekten de dediğiniz gibi gözümün önüne gelen birtakım vizyonlarla başladı.
Tam pandemi zamanı, kapanmaların olduğu dönem, biz Boğaziçi Üniversitesi'nde lojmanda kalıyorduk. Kampüs çok güzel bir yer, bahar geldi, doğa coşuyor. Fakat büyük bir korku var, insan yok, sokaklarda araba yok, boğazdan gemi geçmiyor.
Böyle bir kontrastla başladı her şey. Yani bir yandan çok güzel bir duygu veriyor, bir yandan da büyük bir korku ve endişe. Bütün romanın altyapısı, atmosferi aslında pandemiden kaynaklandı. Bir zeytin ağacının altında çalışırken birdenbire o ilk sayfadaki sahne geldi gözümün önüne. Sanki kıyamet kopmuş ve her şey dağılmış.
Kıyamet ama bu, kavramsal bir kıyamet, yani kavramların birbirinden koptuğu, hiçbir şeye bir anlam veremediğimiz bir dünya. İçinde bulunduğumuz hakikat sonrası çağda bütün dünyada siyasi olarak yaşanan bir kriz de var. Çok kolaylıkla yalan, gerçeğin yerine; olmayan, olanın yerine geçebiliyor. Bu da aslında bir tür anlam kıyameti. Zaten edebiyatta distopya yazını çoğaldı.
Ama bunlar 1984 gibi totaliter distopyalar olmaktan çok anlamın yittiği, çok kolay kavranılamayan distopyalar. Benimki de sanırım oralarda bir yerden filiz buldu.
Bu kitabınızda belli bir hatta ilerleyen bir olay örgüsü ya da "acaba ne olacak" duygusunu hissedebileceğimiz bir çatışma alanı da yok. Nasıl ilerlediniz?
Roman benim için de yazarak keşfettiğim bir dünya oldu diyebilirim. Bir sonraki bölümde ne yazacağımı ben de bilmiyordum. Bu, pek yaşadığım bir şey değildir aslında. Genelde olay örgüsüne dayalı ya da yapısını önceden kurduğum kitaplarda belli bir yol haritam olur. İçleri doğaçlama dolar ama yine de gideceğim yön bellidir.
Burada ise yol yoktu. Çünkü gidilecek bir yer olmadığı zaman bir yol haritasına da gerek kalmaz. Ama sürprizlerle doluydu. Birdenbire bir orman kenarında bir bataklığa yolunuz düşebilir. Ya da kendini unutmuş, iki asker bir cephede birbirine nişan almış halde donup kalmış olabilir. Çeşme başında su dolduran bir çocuk da var mesela; sonsuzca bekliyor ama o kova hiç dolmuyor.
Bunları düşündükçe, sonradan fark ettim ki bu da çağın ruhu herhalde. Nasıl olabilir böyle bir şey diye kendime sorarken gözümün önüne o sonsuz videolar geldi. Hani o otuz saniyelik, başa dönen videolar var ya... Eskiden fotoğraf ve sinema, edebiyata etki eden sanatlardı. Fotoğraf tek bir anı sabitler, film ise başı ve sonu olan bir hikâye anlatır; izleriz ve biter.
Ama bu sonsuz videolar yeni bir şey. Hareket var, süreklilik var ama bir türlü ilerlemeyen bir zaman yaratıyor. Bitmeyen bir an. Belki de bu, çağımızın yarattığı bir imge türü. O nedenle bu romanda da böyle bir sonsuzluk hissi var. Kazıdıkça, katman katman birçok şey çıkıyor ortaya. Bu yüzden roman dedim zaten.
Yazacak yeni bir şeye daha ihtiyaç olmadığını nasıl anladınız?
Dalganın geri çekilmesi gibi aslında. Dalga geldi, sonra yavaşça geri çekildi ve gitti. Bir daha gelmedi. Hani tekrar eden bazı kabuslar vardır, benim çocukken de vardı öyle bir kabusum, çok ateşlendiğim zaman görürdüm.
Sonra ateşlendikçe bunu gördüğümü fark ettiğim bir zaman dilimi oldu. O ateşlenmenin zaman zaman insanın hoşuna giden bir tarafı da vardır ya, insan tuhaf olur. Hoşuma gitti. Bu sefer kâbus, kâbus olma niteliğini kaybetti ve yok olup gitti. Bir daha da o kâbusu görmedim.
Çünkü kâbusun anlamı sizi korkutması. Bu metinlerin anlamı da muhtemelen benim burada az önce sözünü ettiğim şeylerdi. Yazarken farkına varmıyordum. İlginç geliyordu, o dünyanın içinde dolaşıyordum. Fakat nasıl ki pandemi yavaş yavaş çekilip gitti, o ruh durumu da çekilip gitti. Ben de kendime, demek ki bunları bu yüzden yazmışım, gibi bir teşhis koydum. Kitap öyle bitti.
Yeni bir okuma deneyimi
Metinlerin arkasındaki derinliği yaratan şey, o yazarın kendi bilinç dışı süreçlerinde, deneyimsel olanın ifadesinde ne kadar derinleşiyor olduğu.
Kitabınızın 3 buçuk saatlik bir okuma süresi var. Ama bunun ötesinde, düşünme ve metni yerine yerleştirme süresi de istiyor. Olup bitenlerin sonsuz olasılıklar aleminde yeniden yeniden çatılması, her okurun bu metinle başka bir şey yapmak zorunda kalması, yazar cesareti bağlamında sizin için ne ifade ediyor?
Ben hiçbir zaman okuru pek düşünmüyorum. Çünkü okurun kim olduğu belli değil. Ama kendimi bir okur olarak okuyucunun yerine koyabiliyorum. Yani ideal okur aslında kendimimdir. Kendime doğru yazarım. Her bir bölümün kendi içinde bir etkisinin olması, bir sözünün olması ya da bir imgesinin olması benim için önemliydi.
Her biri kısa bir hikâye gibi, kısa bir metin gibi, bağımsız da okunabilecek metinler aslında bunlar. Bir devamlılığı var. Devamlılığı yaratan şey o dünyanın kendisi aslında. Bir de o dünyada bizim adımıza dolaşan bir kadın figürü var. Kim olduğunu çok da bilemediğimiz bir kadın. Bazen geçmiş hayatından bir şeyler söyler gibi oluyor ama ondan da emin olamıyoruz.
Her bölümün kendi içinde atmosferinin, renginin, duygusunun olmasına da dikkat ettim aslında. Bir görüntü geliyordu gözümün önüne ama o görüntünün ne olduğunu yazdıkça çözüyordum. Bir keşif gibi aslında. Okur da tabii bu keşfe davet ediliyor. Eğer eski okuma alışkanlıklarına sıkı sıkıya bağlıysa biraz zorlanabilir ama yeni okuma deneyimlerine açıksa o zaman hoşuna gidebilir.
Alışılmışın dışında, deneysel metinlerde; başarılı, ilginç, hoş duygusunu bize verecek temel kriterler neler olmalı? Biz bu tarz metinleri okurken, eleştirirken ya da yazarken neyi dikkate almalıyız?
Bu çok geniş bir alan. Oğuz Atay'ın "Tutunamayanlar"ı gibi ayrıksı romanlar ya da kitaplar her zaman eleştirmeni de okuru da bölmüştür. Japon yazarı Murakami bir grup eleştirmen tarafından yüzeysel bir havalimanı edebiyatı gibi değerlendirilirken başka bir grup eleştirmen tarafından son yüzyılın en iyi yazarlarından biri diye de değerlendirilebilir.
Alışmadığımız tarzda da olsa, metinlerin arkasındaki derinliği yaratan şey, yazarın kendi bilinç dışı süreçlerinde, deneyimsel olanın ifadesinde ne kadar derinleşiyor olduğu. Yazma aşamasında olan birine kimi sorular sorarak derinliğin ne kadar kurulduğunu, üstünde ne kadar çalışıldığını anlayabiliyorsunuz.
"Bu karakter kaç yaşında?" diye sorduğunuzda karşı taraf uzun uzun düşünüyorsa burada bir sorun var demektir. Yani bu kıyamet sonrası metnimdeki tuhaf sahneler için bile tüm soruların cevabı var benim kafamda. Oraya yazmış olmasam bile. Bu hissediliyor. Edebiyatın en önemli özelliği, deneysel de olsa bir dünya kuruluyor olması.
O dünyayı kurmak için de orada zaman ve mekân duygusunun ve iradi varlıkların, yani hareket eden, eyleyen kişilerin olduğunu görmemiz, bilmemiz lazım. Önce yazarın bilmesi lazım. Yazarın onun ne kadarını bize göstereceği üsluba ve yazılı metne göre değişir. Buzdağı gibidir. Küçücük bir bölüm görürsünüz ama o yapının tutarlı bir şekilde ayakta kalabilmesi için aşağısının çok daha büyük, yapılandırılmış olması gerekir.
Diğer sanatlarla ilişkinizin tarihi nereye dayanıyor? Öyle anlıyorum ki resimle, müzikle daha derin bir bağınız var.
Müzikle belki resim kadar olmayabilir. Müzik bir fon olarak yer alıyor. Bazı romanlarda çok rol aldığı da oluyor tabii ama resim kadar, belki fotoğraf kadar değil. Çünkü ben onlarla uğraştım üniversite yıllarındayken. Bir de tiyatro var.
Üniversite tiyatrosunda bir oyunda rol aldım amatör olarak. Edebiyatın çok kaynağı var ama çok klasik bir kaynağı dramadır aslında. Ya da resim de farklı bir açıdan edebiyatı ilgilendiriyor. Orada da elimizde sözcükler var, dil var. Dille bir resim yapıyoruz aslında.
Bence bütün sanat dalları çok ortak bir yerden besleniyor. O da sanatçının kendi bilinç dışı deneyimleri, yani onun kendi ruhsal tecrübelerini bir biçimde aktarması ya da yeniden üretmesi. Karşımıza çıkan şey, biz olduğumuz için karşımıza o şekliyle çıkıyor çoğu zaman.
Dolayısıyla bu etkileri araştırmak için resim ve diğer sanatlar son derece uygun. O yüzden edebiyatı tek bir yazılı alanın içerisinde düşünmüyorum. En azından kendi edebiyat pratiğimi. Hep farklı sanat dallarıyla kesiştiği ya da kesişebileceği yerlere doğru gidip araştırmak hoşuma gidiyor.
Romanın bir de sergisi var. Bu fikir nasıl doğdu, oluştu, o ressamlar nasıl bir araya getirildi, biraz o kısmı da duymak istiyorum.
2023 yazında Feshane'de bir sergi açılmıştı, yan yana asılmış altı resmin ressamlarını tanıdım. Üç kadın ressam kendilerine "Monday Art Collective" ismini vermişler ve ortak birtakım işler yapıyorlar. Çok hoşuma gitti. Bağlantı kurdum kendileriyle. Hatta resim dersi almaya başladım.
Onlar da "Ya ortak bir şey mi yapsak acaba?" dediler. Okuduktan sonra "Buna bir sergi yapalım" dediler. Çalışmaya başladılar. Benim için de çok zihin açıcıydı. Kitabın içindeki sahneler onların imgelemine dönüştü.
Ana eser triptik, yani üç resimden oluşan bir tablo. Bu tabloda hep aynı kadın figürü var, tabii bu romanın içerisinde dolaşan figür, üç farklı sahnede gösteriliyor. Üç ressamın da kendi üsluplarını orada görüyorsunuz. Onun dışında da birçok başka resim de var.
Ben kolektif çalışmaya da çok inanan biriyim. Sanat eserlerinin başka sanat eserlerini doğurmasının çok iyi bir şey olduğunu düşünüyorum. Yazdıklarımın başka mecralara dönüşmesi, başka sanat eserlerine dönüşmesi bana gurur ve heyecan veriyor.
Mesela romanı okumayan, belki farkında bile olmayacak olan birileri o resmi görecek ama gördüğü şey sadece o resim olmayacak. O resmin içinde bir miktar benden de bir şey olacak. Bu çok hoşuma gidiyor.
Edebiyat ve toplum
Mesele satış rakamı değil, neyi yeniden ürettiği, neye karşı çıktığı.
Bizde popüler olana burun kıvırmak, insanlardan her şeyi okumuş olmalarını beklemek ama okuduklarını beğenmemek gibi bir durum var. Okurun işi de kolay değil aslında. Yazan, çizen, anlatan ve teşvik eden insan grubunun, kitleleri popüler kültüre bağımlı kılmadan biraz rahat bırakmak, destekleyebilmek için ne tür bir aktiflik içinde olması gerektiğini düşünebiliriz?
Buradaki kavram tabii "popüler". Bence popüler olmasında bir sorun yok ama popülist olmasında çok ciddi bir sorun var. Çünkü biliyorsunuz ki siyasi olarak popülist söylemler dediğimiz şey, aslında toplumların daha muhafazakâr, daha patriyarkal hizmet eden bir söylemin üzerine kurulu olması. Yani mesele satış rakamı değil, neyi yeniden ürettiği, neye karşı çıktığı. Patriyarkaya karşı çıkıyorsa, bu popülist söylemlere karşı çıkıyorsa ve popüler oluyorsa başımızın üstünde yeri var.
Öte yandan insanların duygularını sömüren eserler de mesela cinselliğin sömürüldüğü, acının sömürüldüğü eserler, popüler olabilir. Bunların eleştirilmesi elbette ki doğrudur. Ama onun dışında bir şeyin tek başına popüler olması, çok okunuyor, üzerine çok konuşuluyor olması tek başına kötü bir şey sayılmaz.
Bunu kimin nasıl konuştuğu, kimin nasıl ödüllendirdiği, kimin nasıl işaret ettiği de bununla alakalı. Yani biliyorsunuz ödüller de, özellikle devlet kurumlarının verdiği ödüller, son derece siyasi bir kurgunun parçası oluyor. Kültürel bir üst yapı kurgusuna hizmet ediyor. Bütün bunlarda çok dikkatli olmak lazım.
Her dönem yeni bir devinim ve dönüşüm yaşanan bir ülkede yaşıyoruz. Sizin Çağdaş Türk Edebiyatı'nın toplumsal sorunlara yaklaşımı konusunda bir değerlendirmeniz var mı? "Bu yapılmalı" diyenlerden misiniz, yoksa "Hepimiz memleketle bilfiil ilgilenmek zorunda bırakılmamalıyız" diyenlerden mi?
Bu yaratma süreciyle ilgili bir problem aslında. Yaratıcılığı tetikleyen şey kişiyi sınırlayan meselelerle uğraşması, onun özgürlüğünü, varoluşunu kısıtlayan meselelerle uğraşması. Bu da kişiden kişiye değişir. İnsanın kendi meselelerinin üzerine gitmesi samimi bir edebiyat ortaya çıkarır diye düşünüyorum.
Yoksa "Bunu yapmak gerekir, doğru olan tavır budur" gibi düşünerek hareket etmek doğru değil bence. İnsanın kendini o konuda biraz rahat bırakması lazım. Ama bu duyarsız olacağı anlamına gelmiyor. Şu an quir edebiyatından tutun da bütün etnik problemlere kadar, tarihi problemlere kadar her şeyi ele alıyor yazarlarımız.
Geçmişe nazaran bu alanda büyük bir çeşitlilik var. Çünkü entelektüel bir tahakküm ortamı yok. Bu iki yönlü bir şey. Bir yönüyle negatif, artık edebiyatçıların bir toplumsal kanaat önderi olma özellikleri yok, edebiyatın ağırlığı azalmış gibi gözüküyor.
Bir yönüyle pozitif çünkü edebiyat bir anlamda marjinal kaldı ama bu marjinallik onu özgür de kılıyor. Bugünün yazarı olarak ben mesela, bir pandemi romanı yazmalıyım çünkü insanlık pandemi yaşadı ve bunu kayda geçirmeliyim, diye masanın başına oturmuyorum. Ama pandemi beni etkilemişse bir şekilde ortaya çıkıyor. Edebiyat çok aceleci davranılacak, hızlı tepki verilecek bir aktivizm alanı değil. Bir süzülmüşlük gerekiyor.
Persona
Murat Gülsoy, çağdaş Türk edebiyatının önemli temsilcilerinden biri. Onun kalemi, zaman, varoluş ve anlam arayışı etrafında şekillenirken, insanı kendi belirsizliğiyle yüzleştirir. Bu yeni kitabında "Cezası belki de buydu, sonsuza kadar cezasını beklemek…" diyerek, çağın ruhuna dair derin bir sorgulama sunuyor. O, akademisyen kimliğini yaratıcı bir cesaretle birleştirerek, okuru her seferinde yeni, incelikli ve sarsıcı meselelere davet eder. Ayrıca zarafet, ilgi ve nezaketi kimliğinin ayrılmaz parçaları haline getiren, düşünsel derinliğiyle hem edebiyat dünyasına hem de akademik alana önemli katkılar sunmuş bir yazar ve öğretmen. Gözlem yeteneği, dili kullanma ustalığı ve anlatılarındaki incelik onu farklı kılan unsurlar. Değerlerini gürültüyle değil, sessiz ve sağlam bir duruşla savunan, edebiyatın özüne dokunan üretimleriyle okurlarına farklı yollar açar. Onun kitapları, modern insanın zaman, belirsizlik ve varoluşla hesaplaşmasını yansıtırken insan olmanın nezaketini hatırlatan bir zarafeti de temsil eder.
Yazarın zihin odası
Murat Gülsoy için bu roman, bir tür "çağın ruhu"nu keşfetme çabası. Olay örgüsünün ve yol haritasının olmadığı bir dünyayı resmederken, edebiyatın yeni imgelerle buluştuğunu söyler. Kitaptan:
"Bu devirde zor."
"Ne?"
"Anlam verebilmek."
Gülsoy'un romanı, zamanın akmadığı, imgelerin sürekli tekrar ettiği bir dünyada var olmanın ağırlığını taşır. Sonsuz döngüye sıkışan insanı anlatırken, bunu 30 saniyelik, tekrar eden sonsuzluk videolarına benzetir ve edebiyatın bu yeni çağdan nasıl etkilendiğini keşfetmeye çalışır:
Etrafta garip bir yığın var: terk edilmiş arabalar, üçlü kanepeler, plaj şemsiyeleri, balık ağları, telleri kopuk gitarlar… Sonsuz bir nesne kalabalığı. İnsanların ürettigi gariplikler.
Okuyucunun zihin odası
Okurlar, Murat Gülsoy'un Kıyamet Sonrası Olağan Bir Gün romanını, alışılmış anlam kalıplarını sorgulatan bir deneyim olarak tanımlıyor. Bazıları için altını çizdikleri "karatahtanın üzerindeki silinmemiş ilkel çizimlerden başka bir şey değiliz" sözleri, onlarda malumun ilamı etkisi yaratıyor ve bu romanı "belirsizlikler ve çıkışsızlıkla yüzleşme cesareti" olarak okuyor.
Kitaptan:
"Çıkış yok."
"Evet. Haklısınız. Ama yine de kolu çevirmeye devam ediyorsunuz."
Okur, roman boyunca bu "çıkışsızlık" içinde yaşamaya alışmanın ve bir anlam yaratma çabasının izlerini sürüyor.
Belki:
Okur, Gülsoy'un yarattığı bu kıyamet sonrası dünyada bir çıkış yolu ararken, bulduğu sadece tekrar eden bir boşluk oluyor. Ancak belki de bu "çıkışsızlık", romanın en güçlü yanı; çünkü hayatın, umut ve umutsuzluğun aynı anda var olduğu gerçeğini yansıtıyor. "İnsan sürekli bir şeye maruz kalırsa ondan hoşlanmaya başlar." Belki de bu dünyaya alışmak, bir çıkış yolu bulmaktan daha insancıldır. Belki bu romanın alametifarikası da budur.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish