İzmir, Karşıyaka'da, Bostanlı tramvay yolundaki cıvıltılı kafenin kapısı aralandığında mekânın ilk renkleri de beliriyor.
Felsefeci yazar Axel O. Karamercan ile doğup büyüdüğü Bostanlı'da "Zaman ve Balık" adlıyla basılan ilk şiir kitabından bahsediyoruz.
Şiir dünyasının yeni kalemlerinden olan Karamercan ile uzun, kapsamlı ve aydınlatıcı sohbetimiz aynı zamanda samimi ve içten hisler uyandırıyor.
Karamercan'ın birden fazla sesi var; şair yönü, derin, daha hassas, suyu, denizi önemsiyor; filozof yönüyse kararlı, ayakları daha yere basan bir havada, birçok kez dilin ile mekânın arasındaki ilişkilere dönerek yolunu buluyor.
Fransız filozof Jean-Paul Sartre'ın da çocukluğunu geçirdiği Paris'in küçük bir banliyösü olan Meudon'da yaşayan Karamercan, şairin tabiriyle "yolun yarısı"nı henüz tamamlamış olsa da, yer yer bu iki dili aynı anda konuşturmaya çalıştığı, farklı kıtalara ve ülkelere yayılan uluslararası bir akademik kariyer sürdürüyor.
Söyleşimiz başlamadan hemen önce, düşünceli bir duraksama sırasında kafenin ardından silüeti seçilen bir vapurun kornası sokaklarda çınlıyor.
Kayıt cihazının düğmesine basıyorum ve şehrin sakinliğinden hareketle, ölüm, mekân ve mutluluk ile ilişkili konulara açılan konuşmamız kendiliğinden başlıyor.
Konuşma boyunca bizi karşılayan, tam da şiirlerinde gördüğümüz, hem hayâli hem gerçekliği arzulanan, geçmişle şimdi arasında barınmaya çalışan bir Ege'nin kıpırtıları.
2023 yılının temmuz ayında Fihrist Yayınları tarafından basılan "Zaman ve Balık" adlı şiir kitabınızda ölümden, yarım kalan bir aşktan, denizin olduğu yerlerde zamanın farklı aktığından ya da yaşamda bizi bulan yastan söz ediyorsunuz. Öyleyse şiirleriniz gündelik hayatın, yaşamın hafızasını mı taşıyor?
Şiirde çoğunlukla unutulan bir husus, şiirin de aslında diğer edebi türler gibi bir kurgu olarak okunabileceği. Elbette, bazen kendim gibi birinin deneyimlerinden bahsediyor görünüyorum, yani şiirlerimi bu şekilde de okuyabiliriz ama daha önemlisi aslında yazarın kendisi olmayan bir veya birden çok karakterin bakışından dünyayı, denizi, dünyanın renklerini şiirle hayâl edebilecek olmamız. Şairin bir yazar olarak yapmaya çalıştığı, kendini farklı durumların, kişilerin, olayların, canlı ve cansız şeylerin dile gelmelerini sağlaması.
Bu noktada tek bir kişiden, tek bir öznenin hayâl dünyasından söz etmek yerine, daha çok bu durumu yaşamış olan bir "varlıktan" bahsedebiliriz herhalde. Şiirlerimdeki deniz, düş kurduğumuz ama belki apaçık dile gelememiş ortak ve birbirinden ayrı düşmüş yaşantıları, beklentileri, üzüntüleri, yorgunlukları bir araya getiren bir deniz.
Kitabınızın da teması olan denizden uzak olmak, sizin için evden uzak olmak mı demek? Denizin kayboluşunu, günümüzde gerekli değeri görmediğini neden düşünüyorsunuz?
Benim için denizden uzak olmak Ankara'da üniversite yıllarında başlayan ve şu anda da devam eden bir süreç. Ne var ki, büyük ihtimalle İzmir'de yaşarken de denizden ne kadar uzak olduğumu bilmiyordum. Bir yerde yaşarken sanki en yakımızda olan şeylerin değerini bilmiyor ya da bize olan yakınlıklarından dolayı yerleri, kişileri, durumları hemencecik tecrübe edemiyoruz.
Ankara'da deniz olmaması, bende sıradan bir nostaljiye evrilmektense, benim İzmir'le ve denizle ne kadar samimi bir ilişki içerisinde olageldiğimi sorgulatmış olsa gerek. Bu ayrılığa dair düşünmeye başladıktan sonra şiirlerimin ana temalarından biri de "deniz" ve denizin bendeki gelgitleri olmaya başladı, bu sanırım bende eksikliğini hissettiğim ama tam olarak anlamlandıramadığım uzun bir iç hesaplaşmaya dönüştü.
Her İzmir'e döndüğümde sözde deniz kıyısında yaşayan insanların denizin "ölmekte olan bir canlı" olduğunu hissedip hissetmediğini, bu yavaş ölümün kendisini düşünür oldum. Bize hem bu kadar yakın hem de uzak olan bir şey, hayatımızı nasıl ve ne kadar etikler, düşlerimizi, hayatta yapmak istediklerimizi, duygularımızı ne ölçüde belirler? Bu sorular belki günlük hayatta soyut ya da gizli kalsa da, şiir bu soyutluğu daha somut, içten bir yakınlığa getiriyor diye düşünüyorum.
Yazma sürecinde size ilham veren, şiirlerinizi beslemeye devam eden o şey neydi?
Belki birbirinden ayrı gibi görünen ama birbiriyle iç içe geçmiş iki kaynaktan bahsedebilirim. Öncelikle İzmir'e gidip gelişlerim, bazen kısa bazen daha uzun kalışlarda yaşadıklarım. Bu süreçte paralel olarak devam eden felsefe çalışmalarımda dil nedir, dile gelmek nedir gibi soruların peşinden de gidiyordum.
Bununla bağlantılı olarak bugün de benim için en önemli sorulardan biri şiirin nihayetinde ne olduğu. Yanıtlarımı şiirin kendine has bir konuşma olduğu hissinde, bu hissin izlerini de denizle olan bağımda arıyorum. Kitap bu yüzden iki bölümden meydana geliyor; birinci bölüm zamanın ikinci bölüm ise balığın dilini sorgulamaya açıyor, bu sorgulamada dünyadaki kendi yerini anlamaya çalışıyor.
Dolayısıyla gördüğünüz gibi izini sürdüğüm bir dizi sorular hatlarını çizdi bu kitabın. Önce "Balık ve Zaman" olarak tasarlamış olsam da, balığın diline geçmeden önce, içinde yaşadığımız zaman bize neler söylüyor, bu çağ bize nasıl görünüyor? Dünyada vaktimizi tüketirken böyle bir çağda yaşamak, bu dünyadan diplerde bir balık olarak geçip gitmek ne demektir? Ve bunlara dair iç ve dış suskunluklarımızı nasıl dinleyebiliriz?
Balık, deniz, çevre, şehir, bunların tümü yaşadığımız coğrafyaların birer parçası. Ama dilin bunlar hakkında konuşmasını nasıl sağlayabiliriz? Zamanı ve balığı zamanın ve balığın dilinden anlayarak konuşturabilir miyiz, yoksa yalnızca onlara biçtiğimiz ve atfettiğimiz değerler ile mi yetinmeliyiz? Aynı zamanda kendimizi bir balığın, bir kayanın, bir yengecin, bulutun, günbatımının yerine koyabilir miyiz?
Ölmekte olan tüm bu şeyler yok olunca dünyayı nasıl düşünebiliriz? Dil dediğimde bahsettiğim, etrafımızda bulunan her şeyin bizimle konuşmasının bize erişebilir kılınmasıdır. Konuşmak, hakkında konuştuğumuz şeyin bizimle konuşmasına öncelik vermektir. İşte bu geniş ve sorularla dolu alanı şiirle düşleyerek arşınlamak gerektiğini düşünüyorum.
Sizin de kitabınızın tarzı olan "modern şiir" anlayışı günümüzde çok zengin bir nüfusa sahip. Hatta kitabınızı okurken modern yazım biçimiyle aranızda özel bir bağ olduğunu düşündüğüm zamanlar oldu. Bazen sanat yapıtıyla gerçek yaşam arasında size neredeyse zıt şeyler yazıyormuş gibi hissettiren bir duygunuz oldu mu? Siz de fiziksel dünyanın gidişatı ve şiir yazmak ile ilgili zıtlıklar yaşadınız mı? Çünkü kültürler arası bir yaşam tarzınız var. Bu yüzden yazım sürecinde bunun modern tarzına katkısı olduğunu hissettiniz mi?
Sadece kültürlerarası veya çok kültürlü bir kimliğe sahip olmamdan dolayı şiirlerimin "modern" veya çağdaş olmak zorunda olduğunu düşünmüyorum. Genel olarak uyağın öneminin azalması ve serbest dizeler gibi özelliklerden bahsediyorsak eğer, böyle bir etkiden, yani bir tür dili çözmeye çalışma çabasından bahsedilebilir.
Eğer edebi akımlar bakımından düşünecek olursak İkinci Yeni akımıyla aramda yakınlıklar buluyorum. Yine de, dizelerim çağdaş şiirin sonsuzluğa uzanan dizeleri değil, tutuk ve duraklamalı bir ritmi olan, kendi tasalarını yansıtan bir dil bence.
Birçok farklı dilde şiir ve felsefe okumalarım, özellikle Amerikalı şair Emily Dickinson'ın dili veya Alman şair Friedrich Hölderlin'in temalarıyla bir yakınlıktan da bahsedebiliriz sanırım... Özellikle yanımda hep olmasını istediğim tek şiir kitabı Dickinson'ın şiirleri olurdu.
Öyleyse nedenini açıklamanızı istesem…
Dickinson'ın şiirlerindeki sözü açıklık ve derinlik başımı döndürüyor. Sanki Dickinson'ın şiir dünyasına adım attığımda evrendeki her varlık benimle konuşabilir bir hale bürünüyor. Dickinson 19'uncu yüzyılda yaşamış bir şair olarak dönemin nazım kalıplarını kırmış bir yazar.
Dil oyunları, İngilizcenin cümle yapısını bozması, noktalama işareti kullanımında sıra dışı pratikler izlemesi gibi özellikler benim şiirlerimi de mutlaka etkilemiştir. Dickinson'ın bir kadın şair olarak tüm dünyayı karşısına alabilmesi de benim için önemli.
Özgürlük ile bağlılık gibi bir araya gelmesi güç iki hissi Dickinson'da aynı anda buluyorum ve onun şiirlerini okumak bende kendi köşemde yazmaya devam etmek için sebepler bulmamı sağlıyor.
Peki şiirlerinizde dünyaya dair bir sorunun peşinde koşuyorsanız bunun amacı sorunun cevabını bulmak mı? Yoksa işi yapmaya dair yaklaşımınızı biraz daha genişletmenin bir başka yolunu aramak mı? Modern şiir ancak böyle mi oluşur?
Aslına bakarsanız şiirin değişmez bir matematiği olmasını, bir sorunu çözmesini ya da bir şeylere ivedilikle cevap bulmasını bekleyemeyiz; şiir bu anlamda bir alet edevat, bir araç değildir benim için. Olsa olsa bir soruyu bir soru olarak, o da kendi gizliliği içerisinde, ortaya koymamızı sağlayabilir.
"Zaman ve Balık"ı oluşturan şiirleri yazarken ben de düşüncelerimi şiirin anlam açıklığına veya anlamsızlıklarına bırakmayı uygun buldum. Genel olarak şair veya yazarların yaptığı bu değil midir? Şairler kendi zamanlarına değil, daha ziyade geleceğe doğru yazarlar. Sadece kendi çağımızda olup bitenleri anlatacak bir şiir cılız kalır. Şiir bizi şaşırtan bir şeydir; okunduğunda, bu his nasıl olur da bu kelimelerle ifade edilebilir dedirtecek, hislerimizi tekrardan ciddiye almamızı sağlayacak bir konuşmadır.
Kitabı yazarken pek çok sebepten dolayı yaratıcı sürecinizi sekteye uğratan sosyal medyanın rolü veya başka etkilere karşı kişisel olarak sessiz ve içsel olan o mekâna nasıl güvendiniz? Bazen bunu yapabilmek uzun yıllar alır ve şair olmak belki de budur. Siz bunu nasıl başarıyorsunuz?
Sosyal medya her şeyin fazla tüketildiği, boş konuşmaların çokça bulunduğu bir mecra. Şiirin ait olduğu yer bu anlamda çok sallantıda, hatta pek de güvende olmayan bir yer. Dışarıdan olduğu gibi aynı zamanda yazarı da en yakınlardan tehdit edebilen bir yer burası.
Fakat şiir de bu dünyayı kendine has yollarından tehdit edebilir. Yazar bu ikisi arasında ne kadar bir denge yakalamaya çalışsa da, yaşamaya uygun ortayı bulmak zor. Ne olursa olsun, şiir, normların, toplumsal anlayışın veya en yakınımızdaki çevrenin bile dışına çıkmamızı gerektiren, ondan bir miktar soyutlanmamızı isteyen ama tam da bu soyutluktan dünyaya geri döndüren bir konuşma olmalı diye düşünüyorum.
Kitabı yazmanız ne kadar sürdü?
Yaklaşık on seneye yayılan uzun bir süreçten bahsedebiliriz. Bu yıllarda biriken iç konuşmaların bir dışa vurumu diyebiliriz. Ancak bu düz, engelsiz ilerleyen bir süreç değil, oldukça asimetrik ve iç katmanları, sert dönemeçleri ve tırmanmaları olan bir dönemdi benim için. Şiirleri yazarken hep aynı yerde ve durumlarda yaşamıyordum, dolayısıyla bazı şiirler birçok kere elden geçirildi, yeniden düzenlendi.
Bazı şiirler kısaldı, bazıları uzadı. Sonraları bakıp, içimden "Aslında burada söylemek istediğim buymuş" dediğim ve özünü benim dahi sonradan anladığım şiirler de oldu. Az önce sorduğunuz soruya istinaden, benim bulunduğum dış mekânlar değiştikçe haliyle iç mekânlarım da farklı yerlere, hislere konumlandı. Böylelikle şiirlerin atmosferinde ve nefes almalarında yıllarca süren bir değişim meydana geldi diyebiliriz.
Şiir kitabınızı yazarken en iyi notlarınızı ne zaman ve nerede aldınız?
Yolculuklarımda. Özellikle tren yolculuklarında ve de hava alanlarında, kulağa tuhaf gelebilir ama uçağın iniş ve kalkış anlarında yazıyorum. Belki de bir tür ölüm korkusu denebilir- ki uçaktan korkan biri değilim ama -biraz da bu bastırılmak istenen korkunun üzerine giderek, dünyanın rastlantısallığından çekinmeyen, başıma nelerin geleceğini hiçbir zaman bilemediğimden dolayı hissettiğim bir özgürlük duygusuyla yazdığımı düşünüyorum.
Bu anlar genellikle yalnız olduğum anlar oluyor. Yazmak mutlaka kendi zihinsel ve fiziksel alanını gerektiren bir şey. O alanın yaratılması hem içsel olarak hem de dışsal olarak bir şekilde yalıtılmışlığa ihtiyaç oluyor. Yolculuk elbette mekân ile doğrudan bağlantılı. Zaman ve Balık'ın kendisi bir mekânın dolayımlarından geçmek, ve gidilen farklı mekânlarda bir başka mekânı hatırlamaktan bahsettiği ölçüde, yolculuk ile yazmak da bir yerde aynı anlama geliyor benim için.
Aslında şiir benzersiz bir kanaldır. Dünyanın dört bir yanında yaşayan insanları birbirine bağlar, siz de yolculuklarınız aracılığıyla şiirlerinizde bu evrenselliği, aslında herkes anlasın düşüncesini koruyor musunuz?
Şiirin yalnızca yerel ya da belli bir dile, yöreye ait olduğu anlamına geldiğini söylemek doğru olmaz. Tabii şiir bazı durumlarda yalnızca bazı kişiler tarafından anlaşılabilir. Tüm zamana yayılıp herkes tarafından özümsenemeyebilir. Bu yüzden, şiirin zamansal veya mekânsal anlamda bir evrenselliğini çok olası bulmuyorum.
Böyle bir evrensellik iyi olmazdı da bana kalırsa; bir noktada şiir dilinin yabani ve yabancı olanı dile getirmeye ihtiyacı var. Farklı olanı olabildiğince geniş bir açıklıktan, olabildiğince okuyucu tarafından anlaşılabilir kılmak ise çok değerli olurdu, bunu en yüksek şairlerin eserlerinde görüyoruz. Ne olursa olsun, bazı şiirler, öyküler, romanlar bazıları tarafından hiç anlaşılmayacaktır, bu anlaşılmazlık şairin bir kaygısı olamaz, olmamalı.
Çevrenizden ne kadar etkileniyorsunuz? Örneğin dünyanın şu anda içerisinde bulunduğu hali, sizi çalışmalarınızda kısıtlıyor mu?
Dünya şiirlerimi kısıtlamıyor, aksine yaşamın kendisine cevap verebildiğim ölçüde yazabiliyorum. Yani var olmaya kendimce cevaplar vermeme olanak tanıdığı müddetçe dünya beni kısıtlamaktan çok kendine yaklaştırıyor. Diğer yandan, dünyanın durumunun nasıl olduğuna dair doğrudan bir yanıt vermek şiirselden çok felsefi bir kaygı gibi geliyor bana.
Kitabınızı yazarken "dinleyiciye ihtiyaç duyan" bir şair gibi mi yazarsınız, yoksa daha sonra ne olacağını bilmeyenlerden mi olursunuz?
Belki şöyle söyleyebilirim; belli bir kitleye seslenmeye çalışmasam da bazı renkleri, hisleri, denizin nostaljisini, bir yerden gidip oraya yeniden dönmenin ne anlama geldiğini düşünmeye çalışan, bu duygularla mücadele bir okuyucu varsa bu mutlaka benim bir düşünce arkadaşım olacaktır.
Yazmak çok da sınırları önceden belirlenebilecek, dar bir eylem değil. Kafamda tasarladığım ya da belirlediğim bir zümreye yazmayı düşünmesem de, bahsi geçen mekân ve durumlara aşina okuyucular içinde kendilerini buldukları şiirlerden daha çok hoşlanacaktır. Bazıları da hoşlanmayacaktır.
Genel olarak yazmadan önce hayâl ettiğiniz şiirlerinizin birçoğu ortaya çıktıkları şekle yakın mıydılar, yoksa fazlasıyla değişiklik var mıydı?
Şiirler ucu bucağı sürekli açık olan şeylerdir. Bir şiirin hangi noktada biteceğini söylersek yapay bir sınır çekmiş oluruz. Misal "Bu şiir burada bitti, işte bu onun son halidir" demek olası gelmiyor bana. Şairlerin şiirlerinin bazen bir, iki, üç ya da daha fazla nüshası olabilir. Bunlardan hangisinin son nüsha olduğunu, şiirin ne anlamda bitmiş kabul edilebileceğini ya da en geçerlisinin hangisi olabileceğini şair de tam olarak bilemeyebilir.
Bunlar farklı şiirler olarak bile değerlendirilebilir. Benim şiirlerimin de yayımlanmış olmaları, onların bittiği anlamına gelmeyebilir. Onları ileride yeniden kaleme alabilir, üstlerinden geçerek orijinallerine çok benzer ama bambaşka yeni şiirler üretebilirim. Şiir bir sanat olarak yayımlanması, okunması, beğenilmesinden özgür bir yerde durur.
Örneğin "İçimdeki Yer" adlı şiirinizde mutluluk kavramını biraz daha dönüştüğünüz son hal, deneyimlerin sonucunda içinizde bir yerde, yani mekânda bulduğunuz, size ait olan bir mevsime dönüşen o yer olarak anlatıyorsunuz. Bunun anlamı nedir?
Buna dair nesnel bir şey söylemek olası değil fakat yer ve zaman arasında var olan ama doğası gizli kalan bir bağlantıdan bahsetmeye çalışıyorum galiba. Genelde yer ve zaman birbirlerine zıt öğelermiş, birbirlerinden kolayca ayrılabilirlermiş gibi düşünürüz. Oysa herhangi bir mekânı belirli bir zaman "içerisinde" hissettiğimiz gibi, zaman kavramını da bir geçip gitmenin mekânı olarak düşünebiliriz.
Sonuçta içinde bulunduğumuz an, eninde sonunda bir andan ibarettir, bir an, olduğumuz, buradan etrafa baktığımız bir yerdir. Zaman sürekli olarak mekânda hareket halindedir. Belki diğer şiirlerde de fark edilebileceği üzere, genelde zamanla bağdaştırılan bir kavram olarak "mevsim" bir yerin kendinde değişimidir; renkler, kokular, hisler değiştikçe aynı yerde kalırken anlarız zamanın bizden göçüşünü ve belki bize tekrar geleceğini. Bu içimizdeki bize ait yer, dünyaya ait anıların ortaya çıkmasının mekânı denebilir.
"Beş Vakit Beklemek" adlı şiirinizde sanki "bu bekleyiş hali aslında, zamanın yitip gitmesi, kendinden önce başkalarını düşünmenin hayâl kırıklığı" anlamına geliyor. Şiirin hikayesinin çıkış ve bitiş noktası olan ana duygunuzun kaynağı nedir? Bize gerçekten neyi anlatıyor? Ya da yaşamdan alınan hangi dersi bize hatırlatarak mutluluğu engelleyen o şeyi iletmeyi istiyor?
Evet, yakınlarından, ilişkilerinden pişmanlık duyan veya mutluluk duymasa bile bunların hayâl kırıklıklarıyla yaşayan insanların hislerini anlatan bir şiir olarak okunabilir. Acaba zamanın etrafında dolana dolana kişi kendini dinleme imkânını temelli kaybeder mi korkusu ve sorusu ağır basıyor gibi görünüyor.
Hayatta başkalarını beklerken, kendimiz ile birlikte olmayı es geçmekte miyiz? Kendini kaybetmiş olan birine kimsecikler erişemeyebilir. Buradaki karşıtlığı felsefi olarak düşünecek olursak, Alman filozof Martin Heidegger'in anonim "biri" veya "herkes" anlamına gelen "das Man" anlayışını hatırlayabiliriz. Heidegger, kişinin varoluşunun gündelik hayat ve çevreyle ilişkisi tarafından belirlendiğini söyler.
Bu ilişkiler var olmanın daha özlü bir tecrübesinin üzerini kapayan yüzeysel bağları çerçevesinde kurulur. Oysa kişi, kendi varoluşunun nihai sonu olan ölüme doğru bir yalnızlık tünelinden geçerek ilerlemeyi göze almalıdır; ancak böylelikle tam anlamıyla kendisi olabilir.
İnsan tüm kararlarını yakın çevresinin görüş ve değerlerine göre verse de, şairane bir ruh dünyadan kaynaklanan bir tekleşmeye doğru yol alır. İşte böyle varoluşsal bir arayış ve pişmanlıktan, ya da suçluluk duygusundan, bu arayışa ve bekleyişleri yankılayan bir geç kalmışlık tecrübesinden bahsedebiliriz belki bu şiirde.
Şiirlerinizi henüz bir başkasına okutmadan önce, bu durumu zarifçe kutlar mısınız?
Yazdığım şiirleri yakınlarıma gösterdiğim olurdu. Özellikle bu şiirleri birlikte geçirdiğimiz anlarda yazmaya başladıysam. Mesela dayımla yaşadığımız balık maceralarımız bunun en başta gelen örneklerinden biri. Ama birçok yayımlanmayan ve nerede olduğunu bilmediğimi hatırlayamadığım şiirlerim de mevcut.
O an çevremde aniden olup biten bir şeye verdiğim tepki olarak yazdığım herhangi bir şiir, aslında çoğu zaman pek de çetelesini tuttuğum bir yazı haline gelmiyor. Hani, diğer insanlar ile paylaşmaya zorunlu hissettiğim değil, daha çok yazıp unuttuğum ve nerede olduklarını bile hatırlamadığım, benden dahi uzaklaşmış izlere dönüyorlar gibi.
O yüzden belki bahsettiğiniz kutlamalar eskiden daha çoktu. Eskiye nazaran bugünlerde şiir çoğu zaman başkalarıyla beraber deneyimlediğim bir gerçekliğe dönüşmüyor artık. Belki bu da şiirle olan bağımda yeni bir dönemin habercisidir.
Çocukken ya da gençken, daha doğrusu büyürken hiç şair olacağınızı düşündünüz mü?
Yanlış hatırlamıyorsam 11-12 yaşlarından beri şiir veya şiiri andıran şeyler yazıyorum. Tabii, şair olmayı istediğim için değil, dünya ile aramda olan hesaplaşmamın doğal bir sonucu olarak bu yazma sürecinde buldum kendimi.
Lise yıllarımda filozof olmayı istediğimi söylediğimi hatırlıyorum, şimdi olsa yine aynı şeyi söyler miydim bilemiyorum. Belki şaşırtıcı olabilir ama asıl olmak istediğim basketbolcu olmaktı. Her durumda, bir insanın şair olup olmadığına bir başkası veya okuyucu karar veriyorsa o zaman kıymetli olur. Bir şiir kitabının yayınlanmış olması kişiyi şair kılar mı? Bilemiyorum.
Hayatın size şiir ile getirdiği zorluklar ve büyük sürprizler neydi?
Yazıyla ilgilenmek zaten belli başlı zorluklara sahip. Buna rağmen beni kendisine tutkuyla bağlayan ve hep severek yaptığım bir şey oldu yazmak. Sonucundan herhangi bir getiri beklemediğimden, sadece içimden nasıl geliyorsa öyle yazdığım için, bunun bana neler getireceğini veya benden neler götüreceğini hesaplamadım.
Götürdükleri getirdiklerinden çok gibi. Yine de hâlâ yazıyor olmak sürekli bir sürprizin içinde yaşamak gibi. Neden yazdığımı tam olarak bilmez bir halde bu yolculuğa devam etmeyi değerli buluyorum. Belki de yolculuğun kendisi zaten bir sürprizdir diye düşünmekteyim.
Şiirlerinizde doğup büyüdüğünüz Ege'nin kültürüne ait olan temaları işlemişsiniz. Sanki dağlar, mevsimler, mekân ve anıları iç içe geçmiş bir şekilde barındırıyor. Bu imgeleri size işleten o şey deniz kıyısında geçen hayatı deneyimlemiş olmak mı? Çünkü bir yandan da şiirlerinizin varlığı bazen sevgi dolu iken bazen de son derece çatışmacı. Bu noktada büyüdüğünüz yerin görevi sizce neydi?
Tabii ki içerisinde bulunan kültürün nasıl geliştiği ile ilgili insanın kendisine sorduğu bazı sorular vardır, bu bir nebze de olsa, tarihsel bir yüz yüze gelme ve karşılaşma olarak adlandırılabilir. İzmir ise söz konusu olan, bir gün batımından, Sığacık'ta bir akşam denize açıldığımızdan, akşam üstü gördüğümüz bir ışıktan, buraya ve bu bağlamlara ait olan kelimelerden bahsedebiliriz.
İstesem de şiirden bunları soyutlayamam ya da bana kendisini anlattırmak isteyen öğeleri ayıklayamam. Aksine bunlar aracılığıyla anılan ve özlenen, nostaljik bir geçmişin izlerini takip etmekteyim. Bu yüzden benim bahsettiğim Ege sadece coğrafi bir bölge olarak Ege değil ama daha ziyade bir denizin etrafında topladığı ve karşı karşıya yerleştirip komşu kıldığı tüm kıyılarıyla ve tarihsel bağları ve komşuluklarıyla Ege.
Yunan ve Akdeniz kültürüyle iç içe olan, mesela Rembetiko kokan, dolayısıyla sürekli olarak göçlere gebe bir Ege. Burası, yerli bir bölge olmakla kısıtlanamayacak, doğal bir oluşum olarak denizin yarattığı çok sesli bir kültür dünyası.
Sadece Atilla İlhan'ın, Yusuf Atılgan'ın değil, Homeros'un, Theo Angelopoulou'nun, Yorgos Seferis'in, Nikos Kazantzakis'in, Maria Dimitriadi'nin de Egesi. Bir yerin yer olmasının koşulu o yerin başka yerlere bağlanabilmesi ve kendindeki başkayı hatırlamasıysa aksi de düşünülemez zaten. Bu yer veya mekân anlayışımda Heidegger kadar Bilge Karasu, İskoç-Fransız şair Kenneth White ve Avustralyalı filozof Jeff Malpas'ın da rolü var. Şiirimin Egesi de bu düşüncelerden ister istemez, ben farkında olmadan besleniyor.
Kayıp zeytinliklerin dibine, toprak olmaya gömülürüz o zaman: Ortak bahçemizin derinlerine, kökleri bu, meyveleriyse karşı yalıda.
Hayatta katlanmak zorunda olduğumuz en tuhaf şeyleri bile mecburen bir ölümlü olarak kabul eder veya zamanla unutmaya çabalarız -ihanet, kayıp, mutluluk, hüzün- ama yıllar geçtikçe şiir aracılığıyla bir okurun önüne ansızın sereriz. Ve okur da şöyle söyler: Oraya gittikten sonra buraya vardığımız için hakikaten şanslıyız öyle değil mi? Çünkü bunu biz de yaşamıştık diyerek bağ kurar. Ve doğduğumuz andan itibaren maruz kaldığımız bütün o kaba niteliklerin tümünü, sizin de yaptığınız gibi yüksek lirik bir şiir içerisinde okuyunca rahatlarız. Peki ama şair için bu kavramları şiirsel bir dil ile anlatmak nasıldır? Şiir bunun için nasıl bir aracıdır?
Şiir bir rahatlamaya sebep olmaktan ziyade anlamlandırması en zor, dile getirmesi en güç hislerimizi daha iyi anlamamız için bir yol açar. Bu yol çetin, rahatsız edici, bir yol olabilir. Şair bu konularla ilgilenmekte tamamen gönüllü olan kişidir aslında, okuyucu da bu oyuna dahil olur gönüllü bir şekilde. Hayatın iç içe geçtiği sorularla olan sessiz mücadelesi, şairi şair yapan en önemli özelliğidir bana kalırsa.
Yaşama dair olan bu kaygılardan arındırılmış bir şiiri düşünemiyorum ben en azından. Şair en zor, felsefi, anlaşılamaz olduğu düşünülen anları, hatıraları, duyguları ifade etmeye çalışır, hayatını buna adar. Bir anlamda buna zorunludur da.
Şiir sadece estetik bir zevk ve keyif vermek kaygısında değildir; kavramsal, hatta felsefi de olabilir. Yazmanın özgürlüğü en çok şiirde hissedildiğinden, dünyayı tüm yönleriyle ve sesleriyle ifade edebilmek şiirde meydana çıkan bir imkân.
Yazarken gittiğiniz o yere, yani kaynağına ulaşmanın ne kadar cesaret gerektirdiğini düşünüyorum. Sizin için bu nasıl bir süreçti?
Bunun nasıl oluştuğuna dair çok net bir cevap veremem. Yine de siz katılarak farkında olduğum şey, bu cesaret olmadan asla yazamayacağımız. Yazar bazen en başta bile isteye yola çıkmış olmasa bile, sonradan nasıl bir yolculuğa çıkmış olduğunun farkına varır, hem de yolun tam ortasında!
Yani nasıl bir yolu yürümekte olduğunu yavaş yavaş idrak edebilir yazar. Cesur olduğumuzun farkında olmadan da cesuruzdur bazen, en kahramanca davranışlarımız kahramanlık peşinde koşmazken gerçekleşiyor olabilir.
En başındayken tanınmayan o yolun, daha sonradan ortaya çıkan zorluklarını da görerek, kendi gidişatının zorluklarını gizli gizli sezmeye başlar yazar. Bu noktadan sonra, bu yürüyüşe devam etmek de bir cesarettir, bu yoldan ayrılmak ve sessizliklere kaçmak da. Ben şimdilik konuşmanın yolunda kalmayı tercih ediyorum.
Peki şiirleriniz çoğunlukla neyin resmidir? Bu kitabınızda bütün şiirlerimizin bir hikayesi olduğunu ele alırsak o hikâyeyi oluşturan manzara ya da mekân hangi duyguya dönüşerek şiirlerinizi oluşturuyor?
Birçok edebi eserde işlenen bir düşünceyi, İngiliz şarkıcı Laura Marling'in Little Bird adlı şarkısında beni etkileyen bir söyleyişle uzun yıllardır dinliyorum. Bir yerden ayrıldıktan sonra oraya döndüğümüzde artık orası hiçbir zaman bizim olmayacak şekilde uzaklaşmıştır.
Belki de şiirlerimde ifade etmeyi istediğim his, geçip giden zamanın ve terk ettiğimiz mekânların aslında bir daha geri dönmeyecek bir şekilde ortadan kaybolduğudur. Yine de, bu kayboluşlar bizde bazı izler, hatıralar bırakır, biz de onlarla yaşamaya zorunlu kalırız...
Yine mekânsallık bakımından düşünecek olursak, resmetmeye çalıştığım belirli bir nesneden çok nesnelerin dünyadan geçip gitmelerinin kendisi ve bu geçip gitmenin yeridir. Eşyanın aralıklarını ve arada kalmış durumlarını düşünmek hayâl dünyamı besleyen önemli bir kaynak olmayı sürdürüyor.
Bugüne kadar yaratmış olduğunuz şiirlerden en çok hangisini sevdiniz?
Heidegger bir şair aslında tek bir şiir yazar ve diğer tüm şiirleri bu tek şiiri konuşturmaya çalışır der. Bunu ben çok iyi bilemeyebilirim ama ilk olarak Melih Cevdet Anday'ın "Teknenin Ölümü" adlı şiirine karşılık olarak yazdığım "Denizde Cinayet" aklıma geliyor.
"Denizde Cinayet"i İzmir'de balığa çıktığımız bir günün devamında tasarlamaya başladığımı sanıyorum. En azından tam hatırlamasam bile, şiirde geçen metaforlar ve öğeler bakımından, kullandığım dilsel yönelim açısından öyle olduğunu varsayıyorum.
Bu şiiri ne zaman düşünsem olabildiğince berrak bir biçimde, genel olarak elime bir kalem almak istediğim, dünyanın şiire yakınlaştığı ruh halimi hatırlıyorum ve yazma deneyiminin gerçekleştiği o gizli yere dönüyorum. Bende uyandırdığı hisler nedeniyle, daha en başından beridir sürekli bu şiiri yeniden tekrar tekrar yazıyormuşum gibi hissediyorum.
Bu, bir balığın yakalanmadan önce ölüme doğru gidişini ne kadar anlayabiliriz, bunu sorguladığım bir şiir. Bununla beraber anlamaya çalıştığım, başka bir canlının ölümünü kendi dünyamızdan ne kadar soyutlayabiliyoruz? Ölümün empatisi olabilir mi sorusunu hem felsefi hem edebi olarak düşündüğüm bir şiir.
Denizde geçen bir hikâye olması, sesi kesilen, susulan tüm varlıkları ve bu dünyada yaşamanın çilelerini, acılarını hissettiğim bir şiir olması benim için ayrı bir yere koyuyor bu şiiri. Zaten "Zaman ve Balık"ın en uzun soluklu şiiri diyebiliriz.
Uluslar üzeri ya da kültürler arası bir yazar olmanızın şiirlerinizdeki payı büyük müdür?
Hem felsefi hem de şiirsel olarak uzun süredir Heidegger, Hölderlin, Dickinson, White gibi yazarlarla birlikte düşünüyor olmam mutlaka Türkçe yazım dilimi ve benim bizzat ne tür bir edebiyattan hoşlandığımı değiştirmiştir. Belki de bir yerde, dilimde yer yer görülen bir tür soğukluk veya yabancılıktan dahi bahsedilebilir.
Bu anlamda daha çok İngilizce şiir geleneğine yakın şiirler yazdığımı ifade eden eleştiriler aldım. Bu eleştirileri önemsiyorum ben bunu dili zenginleştiren bir öğe olarak değerlendiriyorum. Diller arasındaki bu komşuluğun bir yandan da edebiyatlar arası bir komşuluk yaratabildiğini hissediyorum. Bu komşuluklar, bazen beklenmedik geçişler olmasaydı, ne şiir ne de edebiyat dilleri gelişip bir olgunluğa erişebilirdi.
"Her cümlesini bile isteye yazdım" dediğiniz şiir hangisiydi? Peki, en kuvvetli bulduğunuz?
Bütün yazılarımı böyle yazarım ama her şiirin aynı yoğunluğa sahip olabilmesi zordur. "Yarım Kalmış Yazın Son Günü" şiiri aklıma geliyor, "Brandasını çekti yüreğim…" diye başlar son dörtlüğü.
Şu anda oturduğumuz yerden çok da uzak olmayan bir yerde Çörçil diye bir balıkçı barınağında tecrübe ettiğim bir güz vaktini anlatıyor. Burada geçen bir sonbaharın bahsettiği yumuşak hüznü, anlaşılamadan geçip gitmiş olan yazı hatırlayarak anlatmasından mıdır, bu şiirin kurduğu gizli ortaklık hissini, sessizliğini seviyorum.
Şiirlerinizin olmazsa olmaz kelimesi nedir?
İlk olarak aklıma mavi kelimesi ve onun tüm çağrışımları geliyor. Renkleri ve tonları önemsiyorum. Bazı hisleri, çoğu zaman sadece renklerle açıklayabiliyorum. Mavinin beraberinde getirdiği gün batımı tonlarını, ufkun çağrışımlarını, mesela turuncuları, kızıllıkları, eflatunları bunlar arasındaki uyum veya uyumsuzlukları aklımdan çıkaramıyorum.
O yüzden belirli bir kelimeden ziyade eşyanın renkte açığa çıkan yüzlerine odaklanmayı tercih ediyorum. Renklerin uyandırdığı duyguları fazlasıyla önemsiyorum.
Son olarak şiir ile yakından ilgilenen genç insanlar için süreç hakkında bilgi verebilir misiniz? Bir yetenekte ustalaşmak nasıl oluyor?
Şiirde ustalaşmanın hazır bir reçetesi veya rotası olamaz bana kalırsa ama yine de ustalaşmanın ilk yasası tutkudur. Peşini bırakmadan, yenilgilerden bezmeden ve bir beklenti içinde olmadan. Felsefi bir notla yanıtlamak gerekirse, Heidegger Aristoteles'in hayatını özetlerken şöyle söylüyor:
Aristoteles doğdu, çalıştı ve öldü.
Şair de sürekli çalışır, hem de başkaları onun çalıştığını görmezken, durmadan. Dalıp gitmeler, rüyalar, bir manzaraya baka kalmalar kalem elde olmasa bile çalışmanın görünmeyen boyutlarıdır. Şair şiirin beraberinde getirdiği tüm tatlı ve tatsız yükleri göze alarak, dünyanın şuurda bıraktığı izleri ciddiyetle takip ederek dünyayı, kendi şuurunu ve bunların birbirine açılmalarını çalışır.
Dünyada hiçbir yere varamayacak olsa bile bu yersizlikten hayıflanmayan ve yaşam neşesini kaybetmeyen bir iç sese doğru yaklaşma hissi, bu olsa gerek şairin yegâne pusulası.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish