Ahmet Ümit: İnsanın suça verdiği tepki, onun gerçek ruhunu ortaya çıkarır

Prof. Dr. Uğur Batı ile Serda Kranda Kapucuoğlu, Independent Türkçe için Ahmet Ümit ile konuştu

Fotoğraf: Independent Türkçe

Üzerinde yaşadığımız toprakların her köşesi tarihle dolu derler. Tarih ise tek başına bize nedense sadece uzak bir geçmişi, eski eski adamları, eski eski kadınları, eski eski olayları düşündürür. Dikkate değer geçmişin tasnifidir o ancak bir de yazılmakta olan tarih vardır.

Bugünün şimdisi, yüzyıllarca sonrasının tarihi olacaktır, bu nehrin şimdisindeki bizler tanıklık ettiklerimiz ve etkilediklerimizle tarihin de bir parçasıyızdır. Böyle düşündüğümüzde başımızı kaldırıp baktığımız her yerde hem bir zamanların hem de geleceğin tarihinin emekçilerini, patronlarını, düşün insanlarını, üreticilerini ve yaşayıcılarını, herkesi ama herkesi görürüz. Bugünün tarihi, tarihselliği bizizdir.

Ahmet Ümit ile son romanı "Yırtıcı Kuşlar Zamanı" üzerine söyleşmeye karar verirken, Türkiye'de suç edebiyatı dediğimizde alanın marka isimlerinden birini ağırlayacağımızı biliyorduk. Hâl böyle olunca aklımıza hemen Yüzyıllık Markalar Derneği ve Turing iş birliğiyle kurulan "Turing Yüzyıllık Markalar Hafızaevi" geldi.
 

Turing Yüzyıllık Markalar Hafızaevi
Turing Yüzyıllık Markalar Hafızaevi

 

Tatlı bir kasım sabahı, Sultanahmet'teki bu müzeye dönüştürülen tarihi mekânda buluştuk Ahmet Ümit'le. Hem müzeyi gezip Türkiye'nin yüzyıllık markalarına göz attık hem de röportaj yaptık. 
 

Ahmet Ümit (12)
Fotoğraf: Independent Türkçe

 

Ahmet Ümit, "Suçu anlattığınızda, bir toplumun DNA'sını çıkarırsınız" diyor ve polisiye edebiyatın sadece bir tür olmadığını, aynı zamanda insan ruhunu ve toplumu anlamanın güçlü bir aracı olduğunu ifade ediyor.

Suçun ve adaletin insan ruhundaki yansımalarını ele alan Ümit, yazarlık serüvenini ise şu cümleyle özetliyor:

Ben polisiye yazdığımın farkında bile değildim. Kendi hayatım polisiye gibiydi.


Nitekim polisiye, Ümit'in anlatısında yalnızca bir kurgu değil, aynı zamanda insanın karanlık ve aydınlık yanlarını keşfetmeye yönelik bir araç olarak karşımıza çıkıyor.

Prof. Dr. Uğur Batı ve Serda Kranda Kapucuoğlu
 

Ahmet Ümit (16)
Ahmet Ümit, Independent Türkçe için Prof. Dr. Uğur Batı ve Serda Kranda Kapucuoğlu'nun sorularını yanıtladı

 

Türkiye'de polisiye ve suç edebiyatı konusunda en yaygın okur kitlesine sahip yazarımız sizsiniz diye düşünüyorum. Buraya varan hikâyenizi öğrenelim istiyorum.  

Ben yazmaya başladığım zaman polisiye yazdığımın farkında bile değildim. O süreçte genç bir devrimciydim ve 1982 yılında, ilk öykümü yazdığım zaman 22 yaşındaydım. Türkiye'de bir askeri diktatörlük vardı ve bu askeri diktatörlüğe karşı bir antifaşist grubun içerisinde mücadele ediyordum. İlk öykülerim de zaten bununla ilgili oldu.

-

14 yaşından 25 yaşına kadar olan süreç, vurulduğum, öldü diye bırakıldığım, işkence gördüğüm, lisedeyken sürgüne gittiğim, çok hareketli bir dönemdi. Bütün bu sürecin kendisi sizi sürekli kurgusal şeyler geliştirmeye itiyor. Çünkü polis yakaladığında ne diyeceksin?

Bir evde kalıyorum mesela. İsmim Ali, avukat Ali diye geçiyor. Burası bir aile evi ama aynı zamanda bir örgüt evi. Sahte pasaportla Moskova'ya gidiyorum. İsmim Nejat. Aslında polisiye bir hayat var burada yani. Roland Barthes'ın "Yazarın üslubunu belirleyen şey, kişisel tarihidir" diye bir lafı vardır. Benim kişisel tarihim de polisiye yazmama yol açmış, bu dönemin kendisi bana polisiye yazdırmış.

"Yazdırmış" diyorum çünkü ben bilinçli olarak yazmadım. Polisiyenin ne olduğunu bile bilmiyordum ve hatta polisiyeyi küçümsüyordum. Fakat diğer yandan bu şekilde yazmayı seviyordum, içimden gelen bir şeydi. Polisiye neymiş sorusu etrafında okumalar gerçekleştirince anladım ki bütün ön yargılarım yanlışmış çünkü polisiye dediğimiz şey 1841 yılında Edgar Allan Poe'nun Morgue Sokağı Cinayeti'yle başlamamış. Kabil'in Habil'i öldürmesiyle başlamış bir anlatı aslında. Bunu keşfedince dedim ki, ben polisiye ile aslında edebiyatın gerçek işlevini yerine getirebilirim.
 

Edebiyatın gerçek işlevi nedir size göre? 

İnsan ruhunu anlatmak. Suçu anlattığınız zaman insan ruhunu anlatırsınız. Ortada suç olduğu zaman, insanın bu suça verdiği tepki onun gerçek ruhunu açığa çıkarıyor. Edebiyatın gerçek bir işlevi varsa, o da suçu anlatmaktır bence. O nedenle polisiye ile suçu anlatmayı birleştirdim. O arada başka bir tanım daha ortaya çıktı.

Sadece insan ruhunu anlatmak değil. Bence artık günümüzde polisiye roman, eleştirel gerçekçi akımın yerini tutuyor. Çünkü suçu anlattığınız zaman, o toplumun DNA'sını çıkarmış oluyorsunuz. Baktığınız zaman o DNA'yla o toplumun profilini olduğu gibi çıkarabiliyorsunuz. Benim polisiye yazma ile ilişkim genel olarak böyle.
 

Ahmet Ümit (5)
Fotoğraf: Independent Türkçe

 

Sizin de asıl derdinizin, suçu ve macerayı heyecanla anlatmaktan ziyade "Neden öldürüyoruz?" sorusuna cevap aramak olduğunu sanıyorum. Raskolnikov vicdan azabını yaşamamış olsaydı, onun ev sahibini öldürmesi muhtemelen bu kadar ilgi çekmezdi. Peki, siz kendi çalışmalarınızda karakterlerinizi yaratırken ve suçluya odaklanırken, bu süreci nasıl bir çerçevede ele alıyorsunuz? 

Dostoyevski'nin eserlerinde vicdani bir bakış açısının baskın olduğunu söyleyebiliriz. Suç ve Ceza'daki Raskolnikov, işlediği cinayetlerin ardından derin bir vicdan azabı yaşar. Bu, önce yaşlı tefeci kadını, ardından rastlantı sonucu hamile bir kadını öldürdüğünde daha belirgin bir hâl alır.

Ancak bu vicdan azabına rağmen, zaman zaman yaptığı eylemin ona cesaret verdiğini de hisseder. Bu cesaret duygusunun, eylemin sonuçlarıyla yüzleştiği anlarda nasıl dalgalandığını gözlemleyebiliriz. Buna rağmen, Raskolnikov'un büyük ölçüde sarsılmış bir ruh hâlinde olduğunu görürüz. Dolayısıyla, Dostoyevski'nin anlattığı insan, tam anlamıyla tamamlanmış değil, yarım bir insan portresidir.

Dostoyevski'nin suçlu psikolojisini eksik bıraktığına dair yorumlar yapılabilir. Bu eksikliği tamamlayan başka eserler de mevcuttur. Örneğin, Truman Capote'nin Soğukkanlılıkla adlı romanında Kansas City'de işlenen gerçek bir cinayet anlatılır. İki göçmen genç, bir çiftlik evine girerek cinayet işler; ancak bu karakterlerde vicdanın izlerine rastlamayız. Yaptıkları için büyük bir pişmanlık duyduklarını veya bu eylemleri sorguladıklarını görmeyiz.

Benzer bir şekilde, Patricia Highsmith'in Ripley serisindeki Tom Ripley karakteri, tamamen vicdandan arınmış bir figür olarak karşımıza çıkar. Ripley, ayakta kalabilmek için cinayet işler, sahtekârlık yapar ve her türlü ahlaki sınırı aşar. Bu karakterler, insan ruhunun hem yaratıcılıkta hem yıkıcılıkta; hem merhamette hem de vahşette sınırsız olabileceğini gösterir.
Dostoyevski'nin Suç ve Ceza ve Karamazov Kardeşler gibi eserlerinde insan ruhu, bu sınırsızlık perspektifinde biraz dar çerçevede kalmış olabilir. 
 

Ahmet Ümit (7)
Fotoğraf: Independent Türkçe

 

Suçluya bakış açınız ve onları işleyiş biçiminiz hangi dinamiklerle şekilleniyor?

İnsanlığın doğasını anlamak için sadece bireysel vicdan ve ahlak çerçevesine değil, aynı zamanda tarihsel ve toplumsal bağlama da bakmak gerekir. Örneğin, 532 yılında, burada, hemen Ayasofya'nın bulunduğu bölgede, Bizans İmparatoru Justinianus ve eşi Theodora'nın emriyle Nika Ayaklanması sırasında büyük bir katliam gerçekleştirilmiş, yaklaşık 30 bin kişi öldürülmüştür.

Bu olay, insan ruhunun hem yaratıcı hem de yıkıcı gücüne bir başka örnek olarak gösterilebilir. Katliamın ardından Ayasofya'nın inşa edilmesi, insanlığın bu çelişkili doğasını anlamak için güçlü bir metafor sunar.

İnsan ruhunun yıkıcılıkta, yaratıcılıkta, merhamette ve vahşette sınırsız olduğunu düşünüyorum. Ben açıkçası karakterlerimi yaratırken işte böyle bir sınırsızlık içerisinde anlatmayı tercih ederim. Merhametli insanlar vardır. Ama bu insanlar aynı zamanda korkunç insanlar da olabilir. Felaket işler yapabilirler, çok acımasız olabilirler.

Bir insanın içerisinde hem bir canavar hem bir melek yaşamaktadır bana göre. Kötülük yapacak kadar yeteneği olmayan, saf insanlar var. Ama bunun biraz gelişmemişlik olduğunu düşünürüm. Asıl kıymetli olan ise bu çeşitlilik içerisinde insanın iyiliği seçmesidir. Çünkü kötülük her zaman insan için daha caziptir, daha ilginçtir.

Cahillik kötülüğe meyleder. Bilgi, kötülüğün cazipliğine rağmen bizi iyiliğe sevk ediyorsa bir anlamı vardır. Bugün yaşadığımız problemin de bu olduğunu düşünüyorum açıkçası. Bilginin, teknolojinin bu kadar geliştiği bir çağda ahlaki olarak gelişmemiş insanın yıkıcı olması kaçınılmaz. Çünkü insan ruhunun böyle bir sınırsızlığı var.
 

1
Fotoğraf: Independent Türkçe

 

Sizin de işaret ettiğiniz gibi, suç ve ceza kavramları hem ilahi hem de dünyevi sistemlerde farklı şekillerde tanımlanıyor. İlahi adalet anlayışında suç, daha çok günah kavramıyla iç içe geçerken, bir sonraki dünyada ödüller ve cezalar vaat ediliyor. Oysa dünyevi adalet sisteminde, ceza kavramı öne çıkıyor ve suçun tanımı oldukça net. Ancak burada, adaletin doğru işlememesi durumunda suçlu olmanın avantajlı bir hâle bile gelebileceğini görüyoruz. Peki, siz suç ve günah kavramlarını, ilahi ve dünyevi adalet sistemleri üzerinden kıyasladığınızda, aralarındaki temel farklar ve insan doğasına etkileri hakkında neler düşünüyorsunuz?

Suç ve günah kavramlarının göreceli olduğu bir gerçek. Tarih boyunca bu kavramların tanımları, içinde bulunulan toplumun değerlerine, yasalarına ve inançlarına göre değişmiştir. Örneğin, 1919'da Mustafa Kemal Atatürk İstanbul Hükümeti tarafından hain ilan edilirken, 1923'te Cumhurbaşkanı olarak seçilmiştir.

Benzer şekilde, bir dönem Türkiye'de yasak olan komünist partiler bugün serbesttir. Aynı şekilde, İran'da suç sayılan bir davranış, Türkiye'de ya da Amerika'da suç olmayabilir. Bu durum, suç ve günah kavramlarının değişkenliğini açıkça ortaya koyar.
 

İnsanlığın varoluşunun yasak meyveyi yeme gibi bir günah ve başkaldırı üzerine kurulu olması fikri sizce de oldukça etkileyici değil mi? 

Bu mesele yoruma oldukça açık. Yaratılış teorisine göre, bir günah aslında insanın özgürlüğünü getirdi. Eğer bu günah işlenmeseydi, hâlâ cennette Adem'le masumiyet içinde koşuyor olurduk. Varoluşumuzu bir günaha borçluyuz ancak bu eylemi suç olarak değerlendiremeyiz; gerçekten de bu durum, altında çok katmanlı ve ilginç yorumlar barındırıyor.

Suç, genellikle toplumu korumak için konulan yasaklardan kaynaklanır. Toplum kurucuları, statükoyu korumak adına yasalar ve gelenekler belirlerken, birey özgürlük arayışıyla bu sınırları zorlar ve bu süreç toplumsal dönüşümlere yol açar. Belki de bu sebeple, tarih boyunca, toplumlar suç ve günah kavramlarını yeniden tanımlamışlar. 


Günümüz Türkiye'sinin bir fotoğrafı: Yırtıcı Kuşlar Zamanı

Gücün kendi doğası vardır, büyümek ister. Büyürken de güçsüzleri ortadan kaldırır.
 

 

Bu kitabınızda bugünün Türkiye'sini duyuyoruz. Suç, vicdan, adalet, ahlak, empati, bunlar sizin temel konularınız aslında. Sizin adalete bakış açınızı da çok merak ediyorum.

Bütün mesele bence gücü sınırlamak. Formülü de bellidir, yürütmeyi yasama denetler, yargı ise hem yürütmeyi hem yasamayı. Dördüncü güç basın ise hepsini birden denetlemelidir. Adalet denilen şeyi bizim sağlayabilmemizin tek yolu budur. Çünkü gücün kendi doğası vardır, büyümek ister. O güç büyürken de güçsüzleri ortadan kaldırır.

Bunun felsefi bir boyutu da var tabii, insan olarak güçlüden yana mıyız, haklıdan yana mı? Haklıdan yana olmak adaleti bize getirecek olan şeydir. Ama insan her zaman güçlüden yana olmayı tercih edecektir. Buna meyletmemizi önleyecek tek şey doğaya duyduğumuz çok yüksek saygıdır. Ağaçlara, yeşile, öteki canlılara ve elbette insana saygılı bir düşünce yaratmaktır.

Ama düşünce temelimizin merkezi insan değil, doğa olmalıdır. Bütün dinlerin ve ideolojilerin kendilerini bu şekilde değiştirmeleri gerekiyor. Bu olmazsa geleceğimiz hiç parlak değil. Seri katiller öldürmeye sokak hayvanlarıyla başlarlar, sonra insana geçerler. Biz de şimdi öteki canlıları yok ediyoruz.

Sonra toplu katliamlara, birbirimizi yok etmeye başlayacağız. Çünkü kaynaklar sınırlı ve buna gerekçe de bulacağız. Batılı gelişmiş uygarlıklar olarak "Devam etmek için Doğu'yu ortadan kaldırmamız gerekiyor" diyecekler. Ve bunu hak olarak görecekler. Tıpkı Amerikalıların yerlilere yaptıkları gibi, İspanyolların bütün bir İspanya'yı ortadan kaldırmaları gibi.
 

Yırtıcı Kuşlar Zamanı sizin beşinci Başkomiser Nevzat romanınız. Her romanda onunla ilgili keşfettiğiniz yeni bir şeyler olmalı ki yeni hikâyelerin içine düşürdünüz onu.

2

Aslında Nevzat da tıpkı benim polisiye yazmam gibi rastlantı sonucu çıkan bir karakter. Rastlantı sonucu bir günlük gazete benden hikâye istedi. Nevzat orada ortaya çıktı. Tesadüfen yani. Fakat çok ilgi gördü. "Ben bunun romanını yazayım" dedim ve Kavim romanında ilk kez başkomiser Nevzat'ı yazdım. Bir roman yazayım, bırakayım duygusu içindeydim.

Fakat sonra bir şey keşfettim. İstanbul'un tarihini anlatan bir roman yazacağım, baş kahramanın İstanbul olduğu. Baktım, 2600 yıllık bir tarihe yeni bir karakter koysam olmayacak. Ya en iyisi ben şu Nevzat'ı göreve çağırayım, zaten okur biliyor, Ali'yi de biliyor, Evengenia'yı da biliyor dedim. Çok iyi iş yaptı ondan sonra. Ama her romanımda Nevzat'ı anlatmadım ve anlatmayacağım. Benim tezli romanlarım var, işte arada o tezli romanlara dönüyorum ve onları yazıyorum. Bir iki tane sonra, "Ah bu Nevzat'ı özledim, gelsin bu adam" diyorum. İyi de bir konu oluyor. Mesela bu kitabın konusu için Nevzat, biçilmiş kaftandı. 
 

Yırtıcı Kuşlar Zamanı'nda Başkomiser Nevzat'ın yas ve depresyon öyküsü sebebiyle onun iç dünyasına daha derin bakma fırsatı yakalıyoruz. Yas ve depresyon üzerinde çalışırken neler fark ettiniz? Nevzat gibi iyimser bir karakteri bu şekilde yansıtmak nasıl mümkün oldu? 

Ölümle çok erken yaşlarda karşılaştım ben. Çok sevdiğim bir arkadaşım, o zamanki iç çatışmalar sırasında öldürüldü. İstanbul'a geldiğimde arkadaşlarla oturuyorduk, ben kalktım. Bir dakika arayla patlama oldu. Üç kişi paramparça oldu. Onların analarıyla babalarıyla karşılaştım. Bazılarına ben söylemek zorunda kaldım.

Bu nedenle yas duygusunu biliyorum. Nevzat'ın o kayıp karşısında hissettiklerini anlayabilmem böyle mümkün oldu. Empati kurabildim onunla. Ve tabii kitaplar okudum. Çünkü yas inanılmaz çelişkili bir süreç. Ve bütün bu süreci aslında çok da iyi tanıdığım, kendi yarattığım bir adamın ruhundaki dalgalanmalara uyarlayabildim. 


Okur ile bağ kurmak: Kendimizi anlamak üzerine bir ilişki

Edebiyat her türlü insanı anlatır ve her türlü insana dokunabilir.
 

Ahmet Ümit (21)
Fotoğraf: Independent Türkçe

 

Sizin mevcut duruşunuz muhalif. Fakat okurlarınızın oluşturduğu yelpazeye baktığımızda sizin herkesçe kabul edildiğinizi görüyorum. Sizin insanları ayıran, ötekileştiren herhangi bir söylemin içinde olmadığınızı fark ettim. Bu nasıl mümkün oluyor? 

Edebiyat her türlü insanı anlatır ve her türlü insana dokunabilir. İdeolojik olarak ya da politik olarak bir bakış açınız olduğu zaman ister istemez bir de politik hasmınız olur.  Benim edebiyatçı olarak bir hasmım yok ki. Zaten edebiyatla yapmak istediğim insan ruhunu anlatmak.

Okur, bizim yazdıklarımızı okur ve kendince yorumlar, yorumlamanın ötesinde kendince hisseder. Beni toplumun her kesiminden insan okuyor. İmza günlerime İlahiyat Fakültesi'nden mezun olmuş, çarşaflı ve din eğitimi veren bir okurum da geliyor, her tarafı dövmelerle kaplı bir okurum da. Ben de beni dinlemeye gelen, beni saatlerce bekleyen yüz binlerce okurumla daha başka bir yerden ilişki kuruyorum. Kendimizi tahlil etmek, kendimizi anlamak üzerine bir ilişki. 
 


Türk okurların yabancı yazarlara daha büyük bir itimat duyduklarını düşünüyorum, bu bir yorum tabii. Türk olurlar, Türk yazarları beğenmiyor gibi bir şey oluyor. 

Maalesef böyle bir ön yargı hep var ve bizim bu ön yargıyı kırmamız lazım. Burada da görev öncelikle okurlara düşüyor. Bizim çok yetenekli polisiye yazarlarımız var. Bizim kendi yazarımıza sahip çıkmamız gerekiyor. Kitaplarım 37 farklı dilde yayımlandı.

Bu şu demek aslında, ileride bir gün, bu eğer bir etki yaratırsa, Marquez bu etkiyi yaratmıştı mesela Latin Amerika devleti adına, Türkiye'deki yazarların kitapları yayımlanacak. Bu o kadar kıymetli bir şey ki. Burada da sorumluluk başta yayıncılara düşüyor. Bence yazarlarımıza, bütün Türkçe yazan edebiyatçılara pozitif ayrımcılık yapmak, öncelik tanımak lazım. Bizim de yazarlarımızı desteklememiz gerekiyor. Ben elimden geldiği kadar onlara destek vermeye çalışıyorum. Kendi alanımda kitaplarını fırsat buldukça tanıtırım, okuyun derim.
 

Bizim okurlarımızın bir romandan yalnızca bir hikâye değil, aynı zamanda yeni bilgiler ve derinlikli bir bakış açısı beklediğini gözlemliyorum. Sizin romanlarınız da bu beklentiyi karşılayan, aynı zamanda içerik üreten güçlü anlatılar. Bununla birlikte, hakkınızda araştırma yaparken öğrenmeye olan merakınızı da fark ettim. Peki, bu derinlemesine bilgi biriktirme, tasnif ve yaratıcı sürecinizi nasıl şekillendiriyorsunuz? Çalışma yöntemleriniz ve hazırlık süreçleriniz nasıl ilerliyor?

Önceleri bu topraklardaki zengin kültürün kendisi, gözle görülen yani işte bir şehir, antik bir şehir, bir anıt, bunlar beni etkiliyordu. Mesela Beyoğlu'nda yaşıyorum. Beni etkiledi ve burayı yazmam lazım dedim. Artık seçiyorum.

Şimdi Roma'yı yazmak istiyorum mesela. Önce bir fikir var. Peki Roma'yı nasıl yazacağım? Bir şehir üzerinden yazacağım mesela. Bu şehri buluyorum. Peki burayı yazacaksam bu kadarda mı kalacak? Roma şehrini de yazmam lazım. Bütün bu okumalar başlıyor. Ve ben birdenbire tıpkı bir Roma uzmanı gibi okumaya başlıyorum.

Bütün Roma'nın kuruluşu, efsaneleri, tarihi, günümüze ne kaldığı ve dünya kültürünü nasıl etkilediği, bütün bunları okuyorum. Bu okuma bir yıl, iki yıl, üç yıl sürüyor. Bunların hepsini öğrendiğimde yaratma kısmı başlıyor, kurgusal kısmı başlıyor. Yani fikir bir hikâyeye dönüşüyor, hikâye bir kurguya dönüşüyor.
 

Kendi yazarlık sürecinizi "kendim için yazıyorum" şeklinde tanımlıyorsunuz. Peki, bir yazar olarak kendinizi tatmin eden bir metnin, aynı zamanda okurun beklentilerini karşılaması gerektiğini düşündüğünüz anlar oluyor mu? Bu dengenin yazma sürecinizde nasıl bir rol oynadığını merak ediyorum.

Yazdıklarım, konuştuğumuz her şey gibi, aslında tamamen kendimle ilgili. Ancak burada bir denge var: Ben aynı zamanda iyi bir okurum. Okurken beni mutlu eden şeyler genelde okuru da mutlu ediyor. Formülüm bu; kendimi tatmin eden bir metnin, okuru da memnun etme potansiyeline sahip olduğunu düşünüyorum. "Okur için yazmak" fikrine inanmıyorum, bu yaklaşım bir yazarı tükenmeye götürebilir.
 

Ahmet Ümit (5)
Fotoğraf: Independent Türkçe

 

Okurlar için yazmadığınızı söylüyorsunuz, ancak yazdıklarınızın okunacağını bilmenin de çok özel bir motivasyon yarattığını, ayrı bir güç verdiği de bir gerçek. 

Bu kesinlikle önemli bir motivasyon. Yazdıklarınızın okunacağını bilmek elbette tatmin edici bir duygu, ancak bu durumun, yazarlık kimliğinizden ödün vermeden gerçekleşmesi gerekiyor. Eğer okunacağını bilerek bir şeyler yazmaktan vazgeçersem ya da tam tersine sadece okur beklentisini karşılamak için yazarsam, bu benim için yıkıcı bir sonuç doğurur. Bir yazar olarak inançlarım ve kimliğimden uzaklaşırsam, Ahmet Ümit olma özelliğimi kaybederim ve bu da beni vasata sürükler.

Evet, yaptığınız işin bir karşılık bulacağını bilmek mutluluk verici; bunu seviyorum. Ama yazar olarak kalbime dokunan, inandığım şeyleri yazmam gerektiğine inanıyorum. Bu, yazarlık sürecimin temel prensibi. Tabii ki, bazen yazarken "Okur da bunu beğenir" diye düşündüğüm anlar olabilir; bunda bir sakınca yok. Ancak bu düşünce, yazarlık anlayışımın önüne geçemez. Yazarlıkta mesele, kendi inandığınız şeyleri yazmak ve bu kimliği koruyarak bir anlam yaratmaktır. Bu dengeyi sağlamak gerek.
 

Kitabınızın tahmini okuma süresi 13 saatmiş. Nasıl geçecek o 13 saat?

Çok eğlenceli geçer. Çok zevkle geçer. Büyük bir merakla geçer. Bırakamaz. Bir okurum öyle dedi, "Sabaha kadar bırakamadım, uykusuz kaldım" dedi. Böyle bence lezzetli bir okuma serüvenidir bu. Bir an kopacaklar ama aynı zamanda Türkiye'nin gerçekleriyle tekrar yüzleşecekler.
 

 

Persona:

Ahmet Ümit, insanlarla kurduğu güçlü bağ ve içtenliğiyle öne çıkan bir yazar. Geniş bir ailede geçen sıcak bir çocukluğun ve Antep'teki kalabalık sofraların izleri, insan odaklı yaklaşımına yön veriyor. İnsanlarla konuşmaktan, onların hikâyelerine dokunmaktan aldığı keyif, okur kitlesiyle samimi bir ilişki geliştirmesini sağlıyor. "Beni dinlemeye gelen, beni saatlerce bekleyen yüz binlerce okurum" diyerek bu bağın gücünü dile getiriyor. Türk aydınlarının genelde halktan kopuk olduğu algısına meydan okuyan Ümit, okurlarını kendinden uzağa konumlandırmadan onlarla samimi bir iletişim kurmayı başarıyor. Nazik ve düşünceli tavrıyla her soruya özenle cevap verirken, okurlarına ve yazarlık sürecine verdiği değeri hissettiriyor.


Hakkında:

Ahmet Ümit, insan ruhunun derinliklerini ve toplumsal gerçekleri polisiye türüyle birleştiren usta bir yazar. Yazarlık serüvenine genç bir devrimci olarak başlayan Ümit, kişisel tarihinden ve toplumsal mücadelelerden beslenerek, eserlerinde adalet, vicdan, suç ve insan doğasının karmaşıklığını ele alıyor. "Suçu anlattığınızda, bir toplumun DNA'sını çıkarırsınız" sözleri, onun edebiyata bakışını özetliyor. Türk edebiyatında polisiye türünün ötesine geçerek, evrensel insanlık hallerini anlatma konusunda özgün bir yer ediniyor.


Yazarın zihin odası:

Ahmet Ümit için yazarlık, insan ruhunu ve toplumu anlamanın en güçlü yollarından biri. Karakterlerini yaratırken insan doğasının iyilik ve kötülük arasındaki çatışmasına odaklanıyor. "Bir insanın içinde hem bir canavar hem bir melek vardır" diyerek, bu sınırsızlık üzerinden hikâyelerini inşa ediyor. Derinlemesine araştırmalar ve kişisel deneyimlerle beslenen yazma süreci, onun kitaplarını birer toplumsal, tarihi ve sosyolojik analiz haline getiriyor.


Okurun zihin odası:

Okurlar, Ahmet Ümit'i sadece sürükleyici hikâyeleri için değil, aynı zamanda insan ruhunu ve toplumu anlamaya yönelik derin bakışı için de seviyor. Romanlarındaki tarihsel detaylar, toplumsal eleştiriler ve psikolojik çözümlemeler, onu okurlar nezdinde bir hikâye anlatıcısından çok, bir düşünce yaratıcısı haline getiriyor. Farklı yaş ve görüşlere sahip okurlar, Ümit'in eserlerinde kendilerinden bir parça bulmanın memnuniyetini yaşıyor. 


Pişmanlık:

Ahmet Ümit, pişmanlıktan söz etmiyor ancak yazarlık sürecinde karakterlerini derinlemesine anlamanın getirdiği zorlukları ve çelişkileri içtenlikle kabul ediyor. Yırtıcı Kuşlar Zamanı romanında Başkomiser Nevzat'ın yas ve depresyon sürecini işlerken, bu duyguları kendi geçmişinden ve kayıplarından beslediğini ifade ediyor. Çok sevdiği bir arkadaşını kaybetmenin acısını genç yaşta deneyimlemesi, karakterin yasla yüzleşmesine büyük ölçüde katkı sağlasa da, empatiyle ördüğü bu hikâyede, bazen kendi acılarını tekrar yüzeye çıkarmak zorunda kaldığını dile getiriyor. Ancak, bu zorluğun aynı zamanda yazarlık sürecinin bir parçası olduğunu ve karakterlerini daha gerçekçi kıldığını belirtiyor. 


Hayal:

Ahmet Ümit'in polisiye türünün sınırlarını genişleterek hem Türk edebiyatında hem de dünya çapında daha geniş bir etki yaratmasına hizmet etmek istiyor. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU