Türkiye’nin NATO’daki Eski Daimî Temsilcisi Ceylan: Türkiye NATO Zirvesi’nde önemli yükümlülükler üstlendi

Mayis Alizade Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: AA

Emekli Büyükelçi Fatih Ceylan, NATO’nun 75.yıl Washington Zirvesi’ne ilişkin Independent Türkçe’nin sorularını yanıtladı.

9-11 Temmuz tarihleri arasında Washington’da gerçekleşen NATO Zirvesi’ne ilişkin değerlendirmelerinize Kuzey Atlantik İttifakı’nın kuruluşundan bu yana geçen 75 yılın kısa serüveninden bahsetmeniz mümkün mü Sayın Büyükelçi?

Ceylan: Washington Zirvesi öncesinde NATO’nun geldiği noktaya değinelim. 4 Nisan 1949’da kurulduğundan bu yana NATO’nun, 75 yıl içinde değişen güvenlik koşullarına bağlı olarak önemli dönemeçlerden geçtiği gözlenmektedir. 9-11 Temmuz 2024’te Washington’da düzenlenen 75. Yıl Zirvesi de ana güçler arasında stratejik rekabetin gözle görülür ölçüde derinleştiği, NATO açısından temel tehdit kaynaklarının (Rusya ve terörizm) 2022’de belirlendiği, Ortadoğu ve Afrika’nın çatışmalara ve istikrarsızlığa sürüklendiği ve ABD’nin Çin’i ana rakip olarak belirlediği bir dönemde 75 yıllık serüvenin yeni ve önemli bir halkasıdır.

Kurulduğundan bugüne değin İttifak kendi bünyesinde zaman zaman patlak veren ciddi çatlaklara rağmen, NATO’nun yerleşik çalışma disiplini olan müttefik ülkeler arasındaki müzakereler ve danışmalar marifetiyle bütünlüğünü, dayanışmasını ve amaç birliğini korumakta başarılı olmuştur. Bu açıdan bakıldığında NATO, 2. Dünya Savaşı sonrasında hayata geçirilen en önemli ve etkin siyasî-askerî bir ittifak olarak kalma ve kendisini yeni koşullara uyarlayabilme becerisini sergileyegelmiştir.

NATO’nun uzak ve yakın geçmişine kısaca baktığımızda İttifak’ı sadece dışarıda değil, kendi içinde de gerilime sokan gelişmelerin göz ardı edilemeyeceği gözlenmektedir. Örneğin, 1956 Süveyş Krizi sürecinde Sovyetler Birliği’nin bölgeye askerî müdahalede bulunan İngiltere ve Fransa’yı nükleer silah kullanmakla tehdit etmesi üzerine ABD, bu iki müttefikinin bölgeden çekilmesini istemiştir. Bu durumun, NATO’nun kuruluşundan altı yıl sonra patlak vermesi dikkat çekicidir. Bunu takiben Fransa’nın 1966’de De Gaulle’un aldığı karar üzerine NATO’nun bütünleşik askerî yapısından çıkması da keza İttifak’ı zora sokan gelişmeler arasındadır.

Soğuk Savaş’ın 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla son bulması sonrasında da müttefikler arası sorunların nihayete erdiğini öne sürmek mümkün değildir. Yakın geçmişten bir örnek, ABD’nin 2003’te tek yanlı bir tasarrufla Irak’ı işgâl etmesi üzerine NATO bünyesinde ortaya çıkan görüş ayrılıklarıdır. Son örneklerden biri ise, Biden yönetiminin müttefik ülkelerle yeterli danışmalarda bulunmadan Ağustos 2021’de Afganistan’dan alelacele ve düzensiz şekilde çekilmesinin orada kuvvet bulunduran NATO üyesi ülkeler ve ortaklarında yol açtığı düş kırıklığıdır.

Her hâl ve kârda kendi bünyesinde boy gösteren önemli çatlaklara rağmen demokratik ülkelerin içinde yer aldığı NATO, Mart 2014’te Rusya’nın Kırım’ı işgâl ve ilhak etmesi ile Donbas bölgesini istikrarsızlaşmaya başlaması üzerine ve bunu takiben Şubat 2022’de Ukrayna’ya daha geniş ölçekte saldırılarda bulunması sonrasında bir yandan kolektif caydırıcılık ve savunma işlevini kuvvetlendirmeye, diğer yandan müttefikler arasındaki uyum ve dayanışmayı konsolide etmeye yönelmiştir.

Son Washington Zirvesi’nin sonuçları hakkında ne söylersiniz?

Temmuz 2024’te gerçekleşen Zirve, NATO üyesi ülkelerin Rusya’dan açıkça tehdit algıladığı, bunun Avrupa-Atlantik güvenliği bakımından derin sonuçlara yol açtığı, Asya-Pasifik’ten başlayıp küresel ölçeğe yayılan ABD-Çin rekabetinin tavan yaptığı, devlet dışı aktörlerce her türü ve tezahürüyle terörizmin aralıksız şekilde sürdürüldüğü, İsrail-Filistin savaşının da etkisiyle Ortadoğu ve Afrika’nınküresel etkiler de doğuran çatışmalı bir döneme girdiği birzaman diliminde yapılmıştır. Tüm bu etkenlerin izdüşümlerinin Zirve’deki görüşmelere ve Zirve vesilesiyle yayımlanan bildirilere yansıdığı yadsınamaz bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır.

Türkiye’nin NATO’ya üyeliği ve sonrasına ilişkin neler söyleyeceksiniz?

Türkiye, Şubat 1952’de muhataralı bir süreç sonunda Yunanistan’la birlikte NATO üyesi olmuştur. Türkiye’nin İttifak’a katılması süreci Ankara’da partiler üstü bir anlayışla yürütülmüştür. Bu çerçevede, ilk üyelik müracaatının Cumhurbaşkanı İnönü döneminde yapıldığını, bu başvurunun reddedilmesi üzerine Menderes Hükümeti’nin Ağustos 1950’de ikinci kez müracaatta bulunduğunu anımsamakta yarar vardır.

NATO’ya katıldıktan sonra Türkiye’nin, Avrupalı diğer müttefikler gibi,ekonomik ve özellikle askerî alanda giderek artan ölçülerde ABD’ye bağımlı hale geldiği gözlenmektedir. Bu durumun, o dönemde “Küçük Amerika” olma hedefiyle hareket eden DP iktidarını rahatsız etmediği, muhalefetin de toplumu etkileyecek çapta bir direnç ortaya koymadığı görülmüştür.

Söz konusu ruh hali, 1950’li yılların sonunda ekonominin daralması üzerine başlayan dış politikayı çeşitlendirme arayışına zemin hazırlamıştır. Öte yandan, bu arayışın Türkiye’nin NATO’yu ana eksen olarak almaya yönelik güvenlik politikasını doğrudan etkilemediği söylenebilir.

1960’lı yılların başında Kıbrıs’ta patlak veren, oradaki soydaşlarımızı Rum katliamlarına maruz bırakan ciddi kriz karşısında Türkiye’nin, 1960’ta imzalanan Garanti Antlaşmasına istinaden Kıbrıs’a askerî müdahalede bulunma niyetinin açığa çıkması üzerine zamanın ABD Başkanı Johnson’un Cumhurbaşkanı İnönü’ye 1964’te gönderdiği mektup, toplumumuzda NATO’ya bakışın olumsuz yöne evrilmeye başlamasının mihenk taşlarından biridir. Johnson, Türkiye’yi Kıbrıs’a müdahale etmekten caydırmaya çalışmış; ancak bunda başarılı olamamıştır. Bu çerçevede Türkiye, NATO üyesi olmasına karşın Haziran 1964’te Ada’ya havadan askerî müdahalede bulunmuştur.

Bu durumun gerilime neden olduğunu yıllar sonra ortaya çıkan mektup da göstermişti.

Evet. 10 yıl sonra Ada’da Nikos Sampson’un Yunanistan destekli darbe girişimi sonrasında Türkiye’nin Kıbrıs Barış Operasyonu icra etmesini, dolayısıyla yaşamsal güvenlik çıkarları temelinde hareket etmesini NATO üyeliği engelleyememiştir. Bu durum, hayatî ulusal çıkarlar söz konusu olduğunda sadece Türkiye’nin değil, diğer müttefik ülkelerin yaşamsal ulusal çıkarları gerektirdiğinde askerî müdahaleye dönük davranışları açısından da geçerlidir. Gerilimlerin nispeten geri plana gittiği, ana tehdit olan Sovyetler Birliği’nin dağıldığı Soğuk Savaş ertesi dönemde Türkiye, başlayan yeni çağın meydana getirdiği iş birliğine yönelik arayışlar temelinde en başta bölgesel güven, istikrar, barış ve huzuru hedefleyen bir yol izlemiş ve bunda görünür ölçüde başarı sağlamıştır. 2000’li yıllarla birlikte olumsuz bir mecraya doğru evrilmeye başlayan küresel ve bölgesel gelişmeler sırasıyla 2008’deki Rusya-Gürcistan savaşı, 2010’da Baş gösteren “Arap Baharı”nın Türkiye dahil bölgeye yansımaları, 2011’de NATO’nun Libya’ya müdahalesi, 2014’te Rusya’nın Kırım’ı işgâli, Çin’de Xi Jinping’in iktidara gelmesiyle başlayan ve giderek derinleşen Çin-ABD rekabeti ve nihayet Şubat 2022’de Rusya’nın daha geniş ölçekte Ukrayna’ya karşı saldırması üzerine dünya çapında boy gösteren jeopolitik ve jeostratejik ortamın kökten bozulması hiç şüphesiz Türkiye’nin de önüne ciddi sınamalar çıkarmıştır. Bu denli girift ve çatışmalı ortamda özellikle 2014’ten bu yana dış politikada yapılan tercihlerin sonuçlarını irdelemek ayrı bir incelemenin konusu olmakla birlikte bunların Türkiye’ye olan sosyo-ekonomik faturasının bedeli gelinen nokta itibarıyla çıplak bir gerçeklik olarak önümüzde durmaktadır.

Son üç yıldır yapılan zirvelerde gözlendiği gibi Washington Zirvesine gidilen süreçte de büyük ölçüde ülke içindeki yapısal sorunlardan kaynaklanan nedenlerle ülkenin yön ve konumunu bulanıklaştıran, bütüncül ve tutarlı bir vizyondan uzak bir görünüm altında daha önce denenmiş, ancak sonuç vermemiş davranış kalıplarının yeniden devreye sokulduğu gözlenmiştir.  Bu çerçevede içeride çoktan bozulmuş algı bozuklukları eşliğinde dışta oluşan veya oluşmasına hizmet edilen güven bunalımına dayalı bir çerçevede katılınan bir zirveden “mucizevi sonuçlar” beklenmesinin eşyanın tabiatına aykırı olduğunu söylemek çok da yanıltıcı bir gözlem değildir.

Soğuk Savaş sonrasında NATO’nun yeni döneminde yeni paradigmalar da oluştu.

Varşova Paktı ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte son bulan Soğuk Savaş sonrasındaki dönem NATO’nun ve üyelerinin kendilerini yeni bir çağa hazırladıkları ve uyarladıkları bir sürece sahne olmuştur.

Ana tehdit kaynağının ortadan kalkması ve asimetrik tehditlerin ön plana çıkması nedeniyle NATO, kuruluşundan beri aslî görevlerinden olan kriz önleme ve yönetimi ile işbirliğine dayalı güvenlik boyutlarına ağırlık vermiş, kolektif caydırıcılık ve savunma gereksinimlerini geçmişe kıyasla geri plana itmiştir. Bu çerçevede, birçok Avrupalı müttefik “barış getirisinden” azamî ölçüde yararlanmaya yönelmiş; İttifak ise “Vancouver’den Vladivostok’a kadar” geniş bir coğrafî kuşakta özgürlük ve bütünlüğünü koruyan barış içinde bir Avrupa vizyonunu tesis etmeye yönelik çabalar sergilemiştir.

Hayata geçirilen işbirliği girişimleri tabiatıyla ve öncelikle Rusya’yı da kapsayacak yönde ilerletilmiştir. Rusya odaklı yaşanan sürece bakıldığında bunun 1997-2002 döneminde iki somut sonucu olmuştur. İlk aşamada 1997’de NATO-Rusya Kurucu Seneti imzalanmış, buna bağlı olarak Daimî Ortak Konsey kurulmuş; ikinci aşamada ise, Putin’in de onayıyla 2002’de Rusya’nın eşit bir ülke olarak yer aldığı NATO-Rusya Konseyi hayata geçirilmiştir.

Söz konusu beş yıllık dönemde NATO’nun önceliklerinden birini dağılan Varşova Paktı üyesi ülkeleri Avrupa ve Avrupa-Atlantik kurumlarıyla bütünleşmeye özendirmek olmuştur. 1999’da Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan’ın İttifak’a katılmalarıyla başlayan genişleme süreci devam etmiş, bugün gelinen aşamada NATO 32 üyeli bir ittifaka dönüşmüştür.

NATO’nun genişleme sürecinde tabiatıyla İttifak’ın aldığı kararlar belirleyici olmuştur. Diğer yandan, genişleme zeminininin hazırlanmasında, tarihsel perspektif içinde Sovyetler Birliği/Rusya’dan kaynaklanan tehditlerin de rol oynadığı görülmektedir. Örneğin, Türkiye’nin NATO’ya katılımında Stalin’in 2. Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’den olan talepleri ana etkenlerden biridir. Soğuk Savaş sonrasındaki dönemde ise, Sovyet birliklerinin kanla bastırdığı 1956’daki Macaristan ve 1968’deki Çekoslovakya olaylarının travması eski Varşova Paktı üyelerinin devlet hafızasında yer etmiştir. Bu Pakt ülkelerinin Soğuk Savaş sonrasında geniş anlamda güvenliklerini Batılı kurumlarda aramalarını açıklayan temel unsurlardan biridir. Son olarak Rusya’nın Şubat 2022’de Ukrayna’ya karşı başlattığı saldırı sonrasında çok uzun yıllar tarafsızlığını korumuş İsveç ve Finlandiya’nın kendi toplumlarının büyük desteğiyle NATO’ya üye olmaları hatırda tutulması gerekli bir sonuçtur.

Özellikle Avrupalı İttifak üyeleri Rusya’yla ilerletilen ve sonuç veren işbirliği sürecinin kalıcı olacağını varsayarak savunmaya ayırdıkları bütçeyi daha da kısmışlar ve NATO’nun belkemiğini oluşturan toplu savunma kapasitesi ve yeteneklerinin zayıflamasında rol oynamışlardır. İttifak’ın malî ve askerî yükünün ağırlığını yine ABD üstlenmiştir. Söz konusu külfetin olabildiğince adil dağılması için özellikle 1999’dan itibaren kurumsallık ve içerik kazandırılmasına çalışılan Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’nın, belirlenen hedefler doğrultusunda meyvelerini beklenen ölçüde vermediği gözlenmiştir. Avrupalı müttefik ülkeler, ABD’de yeni muhâfazakâr bir iktidarın tek taraflı politikalara yöneldiğini görmelerine rağmen ABD’nin savunma güvenliği ve nükleer şemsiyesinden yararlanmayı tercih etmişlerdir.

Avrupalı üyelerin çoğunluğunun, aynı dönemde ABD ile Rusya arasında başgösteren güven bunalımının açılmakta olduğunu da pratikte yaşamalarına karşın bu sorunlu gidişatı güvenlik-savunma politikalarına yansıtacak yönde davranmaktan geri durdukları gözlenmiştir.

O zaman yeniden ve yeni bir Soğuk Savaş mı diyoruz?

2000’li yılların başında görülen ABD’nin tek taraflılığa sapma ve bunu dış-güvenlik politikasına yansıtma eğilimi, Rusya’da işbaşına gelen Putin ve etrafındaki yönetici sınıfın revizyonist tutumlar benimsemelerinde önemli bir etken olmuştur. Diğer yandan, kurulduğu günden bugüne değin Rusya’nın özellikle kendisini güçlü gördüğü dönemlerde yayılmacı, dolayısıyla revizyonist ve saldırgan politikalara yönelmesi yeni bir davranış kalıbı değildir. Tarihi boyunca dünyada “güç merkezi” olma tutkusunun Rus devlet aklının kodlarında yer ettiği yadsınamaz bir gerçekliktir. Ukrayna’da başlattığı savaş bunun son somut örneğidir.

Revizyonist düşüncenin ilk işaret fişeği 2007’de Münih Güvenlik Konferansı’nda Putin tarafından atılmıştır. Putin orada yaptığı konuşmada, Rusya’yı bir güç merkezi olmaktan alıkoymaya kurgulu tek kutuplu dünya düzenini kabul etmeyeceklerini, küresel sistemin çok kutupluluğa dayanmasının zorunlu olduğunu güçlü ifadelerle vurgulamıştır.

ABD-Rusya rekabeti, Rusya’nın sergilediği revizyonizmin saldırgan bir aşamaya evrilmesiyle devam etmiştir. Bu eksen doğrultusunda Rusya’nın Gürcistan ve Ukrayna’da sergilediği saldırgan tutum Avrupa-Atlantik bölgesinde derin ve köklü bir güvenlik bunalımına yol açmış, özellikle Rusya’ya mücavir Avrupalı müttefiklerin Rusya’dan kaynaklı tehdit algılamaları had safhaya varmıştır. Bu durumun NATO’daki yansıması, İttifak’ın giderek artan ölçülerde kolektif caydırıcılık ve savunma önlemlerini arttırarak güçlendirmeye yönelmeleri ve mevcut koşullarda savunma harcamalarını yükseltmekzorunluluğunu kabul etmeleridir.

Bütün bu süreç içinde kırk yılı aşkın bir zaman diliminde Çin’in önce ekonomik-ticari düzlemde, bilahare askerî ve teknolojik alanda hızla artan kapasitesi ve yetenekleri sayesinde küresel sahneye çıkması, gücünü sadece Asya-Pasifik’te değil, hayata geçirdiği proje ve girişimlerle dünya çapında sergilemeye başlaması ABD-Çin rekabetini körüklemiş, bu ülkenin Rusya’yla “sınırsız ortaklık” kurulması anlayışına yönelmesiyle birlikte küresel güvenlik dengeleri dönüşmeye, güçler dengesine dayalı, çatışmacı ve rekabetçi bir dünya düzeni hemen her alanda iyiden iyiye kök salmaya başlamıştır. Öte yandan, Çin ile Rusya arasındaki stratejik ortaklığın sonsuza değin sürmesini beklemek gerçekçilikten uzak bir varsayımdır. Bu itibarla, sosyo-kültürel-ekonomik yapıları farklı olan, mevcut konjonktürün ötesinde ulusal çıkarları arasında tam uyum bulunduğu söylenemeyecek ve küresel meselelere bakışta her koşulda aynı tutumu sergilemeleri beklenemeyecek bu iki aktörün ilân ettikleri “sınırsız ortaklığın” sınırlarının nerede başlayıp bittiğinin sürekli mercek altında tutulması gerekecektir.

Washington Zirvesi’nin Türkiye açısından sonuçlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Washington Zirvesi, Rusya’nın terörizmle birlikte ana tehdit kaynakları olarak tanımlandığı; Çin’in ise “bir ortak; ancak ekonomik ve sistemik bir rakip” olarak belirlendiği bir dönemde yapılmıştır. Bu algının çeşitli tezahürleriyle birlikte Washington Zirvesi’nin ruhunu ve lafzını etkilemesi kaçınılmaz bir sonuç olarak ortaya çıkmıştır.

Zirve vesilesiyle yayımlanan iki temel belge (Ana Bildiri ile NATO-Ukrayna Konseyi Açıklaması) ile iki Taahhüt Belgesi (Ukrayna İçin Uzun Dönemli Güvenlik Yardımı Taahhüdü veNATO Sanayi Kapasitesi Genişleme Taahhüdü) ve güncellendikleri ilân olunan, ancak gizlilik derecesi taşıdıkları için açıklanmayan Terörle Mücadele Siyasa Esasları Rehberi ve Eylem Planı, Ukrayna tabanlı Rus tehdidi ile doğrudan asimetrik tehdit olarak tanımlanan terörizme karşı İttifak’ın ciddi gerilimlerle dolu bu dönemde izleyeceği tutuma ışık tutan birer somut göstergedir.

Zirve vesilesiyle ABD’nin tercih ettiği oranda olmasa bile Çin için kullanılan yazımların tonunda geçmiş zirvelere kıyasla farklılığa gidildiği, bu çerçevede Çin’in (Kuzey Kore, İran ve Belarus’un refakatinde) Rusya’ya sağladığı ekonomik ve askerî destekler vasıtasıyla Asya-Pasifik bölgesi güvenliğinin giderek Avrupa-Atlantik güvenliğine olan olumsuz etkilerinin ortaya çıktığı gerekçesiyle Çin’e karşı daha sert bir dil kullanıldığı gözlenmektedir.

Zirve’nin Türkiye açısından çıktılarını ana hatlarıyla şu beş başlık altında toplamak mümkündür:

- Müttefik ülkeler arasında savunma ticareti ve yatırımları önündeki engellerin uygun şekilde kaldırılması ilkesi bildiride dikkat çekmektedir. Diğer yandan, kullanılan bu yazımın yeni olmayıp, İttifakın Madrid Zirvesi’nde onaylanan temel strateji belgesine zemin oluşturan “NATO 2030: Yeni Bir Çağ İçin Birliktelik” başlıklı Rapor’un kabul edilmesinden bu yana dolaşımda bulunduğu görülmektedir. Her hâl ve kârda bu ilkenin yinelenmiş olmasının ABD yaptırımları (CAATSA) altında ve Avrupalı müttefiklerin zaman zaman açık veya örtülü müeyyidelerine tabi kalan Türkiye açısından öneminin küçümsenemeyeceği bilinmelidir. Buna ilaveten, Zirve vesilesiyle açıklanan NATO Sanayi Kapasitesi Genişleme Taahhüdü’nün uygulanma sürecinin Türk savunma sanayii açısından yeni fırsatlar doğurmaya aday olduğu düşünülebilir.

- Terörizmin her türü ve tezahürüyle mücadelenin NATO’nun her üç ana görevini (kolektif caydırıcılık ve savunma; kriz önleme ve yönetimi; işbirliğine dayalı güvenlik) kapsayacak yönde sürdürüleceğine dair yazımlar da, geçmiş bildiri ve belgelerden alınmış olsa da, Türkiye açısından olumludur. Bunun yanında 11 Eylül 2001’den bu yana terörle mücadele çerçevesinde NATO bünyesinde geliştirilen müktesebatın, Güncellenmiş Terörle Mücadele Siyasa İlkeleri Rehberi ve Eylem Planının kabul edilmesiyle birlikte yeni bir evreye doğru ilerleyecek olması da önemlidir.

- Ana Zirve Bildirisi’nde NATO-AB işbirliğine ayrılan paragraf da önemle not edilmelidir. Burada kullanılan yazımlarda da “çığır açan” bir yenilik bulunmamaktadır. Bu çerçevede, söz konusu yazımlar geçmişte varılan uzlaşıların bir ölçüde “uyarlanmış Zirve versiyonudur”. Özellikle 2010 NATO Lizbon Zirvesi’nden bugüne değin varılan mutabakatlar uyarınca NATO-AB ilişkilerinin, mevcut zorlu şartlarda, AB üyesi olmayan NATO müttefiklerinin çıkarlarını olabildiğince gözetmek suretiyle geliştirilmesine olumlu yaklaşmak zamanın ruhuyla uyumlu olacaktır. An itibarıyla her iki tarafın karşılıklı hatalarına bağlı olarak atâlet içinde bulunan Türkiye-AB ilişkilerine statik bir anlayışla bakıp, NATO-AB ilişkilerine bu anlayışla yaklaşmayı sürdürmenin istenen sonucu doğurmayacağı bilinmelidir. Durağan mahiyetteki bu tür yaklaşımın, AB’ye üye olmak hedefininen üst siyasî düzeyde çeşitli vesilelerle açıkça dile getirilmesinden kaçınılmadığı bir dönemde Türkiye’nin aleyhine işleyeceğini öngörmek gerekir. Bu gözlem, “NATO-AB deyince”, siyasi yetkililerin kullandıkları söyleme kıyasla, deyim yerindeyse, “kraldan fazla kralcı” tutumlar sergilemekten kaçınmayan bürokrasideki yetkilileri de kapsamaktadır. Bu tür öngörüsüz bir yaklaşım sergilenmesinin kolaylaştırılması veya bunda ön alınması, NATO işlerinden sorumlu ve “AB sorunsalında” aradığını şimdilik bulmakta zorlandıkları gözlenen Dışişleri Bakanlığı kadroları söz konusu olduğunda öngörüden yoksun hazin bir tabloyu simgelemekten öte bir anlam taşımamaktadır.

- Bildiride, Karadeniz’in güvenliği, emniyeti, istikrarı ve Karadeniz’de seyrüsefer serbestisinin sağlanması konusunda 1936 Montrö Sözleşmesine yapılan atıf hiç kuşkusuz önemlidir ve Türkiye adına kazançtır. Benzer şekilde üç sahildar müttefik ülkenin (Türkiye, Bulgaristan ve Romanya) kıyıdaşlar olarak hayata geçirdikleri Karadeniz Mayın Karşı Tedbirler Görev Grubu’na yapılan atıf da önemli ve Türkiye’nin Karadeniz güvenliğine yaklaşımıyla uyumludur.

- Son olarak Ana Zirve Bildirisi’nin gelecekteki NATO Zirveleri’nin yerinden söz eden son paragrafı da önemlidir. Bu çerçevede, gelecek yılki Zirve Lahey/Hollanda’da yapılacaktır. Bir sonraki “Toplantı”ya ise Türkiye ev sahipliği yapacaktır. Burada toplantıyla kastedilen Zirve Toplantısı’dır. NATO’nun yerleşik pratiğinde Zirvelerde, Dışişleri ve/veya Savunma Bakanları Toplantıları’nın yeri değil, gelecek Zirve(lerin) yeri belirlenir. Dolayısıyla, ya 2026’da, ya da en geç 2027’de NATO Zirvesi’nin Türkiye’de yapılacağı aşikârdır ve bunu spekülasyona tabi tutmak yersizdir.

Alınan kararlar ve sonuç bildirgesi bakımından NATO’nun 75.yıl Washington Zirvesi tarihteki yerini hangi hususların öne çıkmasıyla aldı?

NATO’nun kuruluşunun 75. yıldönümü münasebetiyle gerçekleştirilen Washington Zirvesi kendine özgü anlam ve önemiyle son bulmuştur.

Zirve, büyük güçler arasındaki stratejik rekabetin yükseldiği, çatışma ve gerilimlerin küresel boyutlarıyla birlikte arttığı çatışmaya dayalı ve evrim halinde olan bir küresel güvenlik ortamında Batı dünyasının bu yılın ilk yarısındaki kritik bir etkinlik olarak kayda geçmiştir.

Zirve, 1952’den bu yana İttifak’ın ağırlıklı bir üyesi olan Türkiye için de hiç kuşkusuz geleceğe yönelik önemli kararların alınmasına sahne olmuştur. Türkiye, alınan kararlar ve onaylanan belgelerin uygulanmasında, ulusal çıkar ve önceliklerini gözetmek üzere önemli yükümlülükler üstlenmiştir. Bu yükümlülükler tabiatıyla diğer NATO üyesi ülkeler bakımından da aynı ölçüde geçerlidir.

Türkiye açısından önemli ve öncelikli olan husus, Zirve’de ortaya konan, dolayısıyla tarafı ve imzacısı bulunduğu kararların sahaya yansıtılmasında güvenlik çıkarlarını optimum seviyede korumak üzere İttifak’tan, kendi güvenlik-savunma politikasının caydırıcılığı ve güvenilirliği ölçeğinde ve yapıcı bir çerçevede önemli bir kaldıraç ve çarpan olarak yararlanma becerisini pratikte göstermektir.

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU