Kitleler çağımızın en muğlak ve kaypak gücü.
Dolayısıyla da kitle eylemlerine, görüntülerine, tepkilerine bakarak buradan aceleci ve derinlikli sonuçlar çıkarmak olsa olsa kendini aldatmaktan başka bir anlama gelmez.
Bu güce dayanan popülizmler de o denli aldatıcı.
Hele ki bunu besleyerek bir tür faşizm üretmeye çalışmak, ırkçılığı baş tacı etmek, farklılıkları ötekileştirerek buradan bir güç devşirmeye çalışmak, insanlığa, insana karşı en büyük ihanettir.
Zira asil ve asıl olan ırk değil, insandır.
Kazanılması, özen ve ihtimam gösterilmesi gereken de renkler ve kültürlerin gerisindeki o asli değerdir.
Geçen günlerde Kayseri'de bir taciz söylentisi yayıldı.
Daha ne olduğu bile tam olarak anlaşılamadan sosyal medya üzerinden yaygınlaşan yalan yanlış bir haberle tepkiler aniden bir kitle öfkesine ve gösterisine dönüştü.
Buradan hareket eden kimi yorumcular da meseleyi dallandırıp budaklandırdı ve işin ucu hiç olmayacak yerlere dek vardı.
Avrupa'da yükselen sağ dalgadan Ortadoğu'da biçimlenen yeni haritaya dair yepyeni çıkarımlar yapıldı.
Öncelikle şunu belirtmeliyim ki Türkiye'de basına yansımayan bir yığın taciz olayı yaşanır ve bu, kol kırılır yen içinde kabilinden çoğu kez örtbas edilir.
Kayseri'de yaşanan da mahiyeti tam olarak belirginleşemese de Suriyelilerin adının karıştığı bir mevzu.
Taciz meselesi hoş görülemez elbette ama ülkede bir hukuk var ve yasalar önünde herkes eşit.
Artık toplumun bir parçası haline gelmiş olan bu insanları bu tip söylentilere dayanarak aşağılamaya, kitlelerin hıncının ve öfkesinin boşaltılacağı bir kurban haline getirmeye çalışmak, oldukça abes.
10 yılı aşkındır bu ülkede yaşayan ve bir biçimde bu topluma adapte olmuş insanları daha ne zamana kadar Suriyeli veya göçmen olarak tanımlayacağız?
Kaldı ki toplumun çoğu da farklı vesilelerle buraya göç etmiş insanların neslinden gelmekte.
Bu açıdan Anadolu mazlumların bir sığınağı ve öyle de olmalı. Ve her şeye rağmen bu hasleti asla yitirmemeliyiz.
Bizi ayakta tutan da bu hasletimiz, yetimlerin, yoksunların duaları değil mi?
Ne var ki devletin sınırları çitleyen ve bu sınırlar içerisindeki yurttaşları ulusalcı bir anlayışla biçimselleştiren zihniyet, ortaya medeni bir toplum yerine modern bir kabilecilik çıkardı.
Oysa yeryüzü Allah'ın ve orayı herhangi bir iktidar biçiminin mülkü olarak görmek bir hadsizliktir.
Orada her insanın, her canlının (sözgelimi göçmen kuşların) elbette ki belli bir hukuk çerçevesinde yaşama hakkı vardır.
Ulus kavramı bile daha dünkü bir kavram ve esasına bakarsanız oldukça da kirli bir kavram.
Genellikle ırkla bağlantılandırılan ulus kavramı birçok sorunu örttüğü gibi deşer de.
Sözgelimi yanı başımızda yaşayan Suriye'nin bu kadar alt kültürü ve etnik ya da kültürel yapıyı sakladığının farkında mıydık?
Farkında olsaydık belki bu arı kovanına çomak sokmaz ve tüm coğrafyamızı etkileyen bu mülteci sorununa da yol açmazdık.
Ama şimdi sanki bu meselede bizim hiçbir kabahatimiz yokmuş gibi aslında bu meselenin sebebi değil de mağduru olan mültecileri suçlayıp durmakta ve her toplumsal sıkışmada öfkemizi onların üzerine boşaltmaktayız.
Oysa yaşanılan tikel olaylar bir yana aslına bakılırsa tüm coğrafyamız derin bir dönüşümden geç(iril)mekte ve tüm halklar yeniden yapılandırılmakta.
Küreselleşmenin ve kapitalizmin dayanılamaz baskısı yanında yarattığı arzu iklimi de hepimizi farkına varamadığımız ve sonuçlarını öngöremediğimiz bir yöne doğru çekip çevirmekte.
Bununla baş edebilmek şöyle dursun olup bitenlerin farkına varabildiğimizi bile zannetmiyorum.
Sorun bir çocuğa taciz değil, tüm bölgenin tecavüze uğramasıdır ve bölge halkları da buna ancak kendi aralarında çatışmalar çıkararak dahil olmaktalar.
Birbirlerini yiyerek etnik tepkiler verirken, gerçekte küresel bir rezaletin içine battıklarının ise farkında bile değiller.
Oysa tepkiler asıl buraya yöneltilmeli ve bununla baş edebilmek için el ele verilmeli.
Ne var ki bu küresel saldırganlığın hedefi olan Gazze meselesinde o hınçlı kitleler bir türlü sorunu üstlerine almamakta ve bir türlü tepki vermemekteler.
Suriyelilerin mültecileştirilmesi aslında Afro-Avrasya kıstağını küresel güçlere açmak isteyen bir sürecin sonucu.
Bu sürecin başlatılması ise Arap Baharı olaylarını istismar etmek ve yoldan çıkarmak isteyen güçlerin, ABD, İsrail, Rusya, İran, Türkiye ve Arap ülkelerinin... ortak sorumluluğu.
Ne yazık ki bir kez Pandora'nın kutusu açılarak kötülükler etrafa saçılmış durumda ve bunu yok saymanın ya da onu bunu suçlayarak işin içinden sıyrılmanın imkânı yoktur.
Üstelik mülteciler bu meselenin en masum ve hatta doğrudan gadre uğramış kesimidir.
Gittikleri her ülkede vatansızlıkla damgalandıkları gibi en kötü işleri ve en kötü şartlarda ifa etmekte; kapitalizme, onun üretim ve tüketim biçimine uyum sağlamış kesimlerin işlerini kolaylaştırmak için tepe tepe kullanılmakta; hiç kimsenin elini sürmediği işler onlara yaptırılmaktadır.
Bölgenin tüm halkları küreselleşmenin sancılarını yaşamaya başlamışken, küresel kapitalizmin şer odaklarının soktukları çomakla gerçekte tüm bölge ülkeleri ve halkları istikrarsızlaştırılmaktadır.
Artık hiç kimsenin ulusal sınırlarına çekilip onun ardında ulusalcı bir konformizmin keyfini çatma gibi bir lüksü yok.
Eski dünya çatırdamakta ve önümüze ise sadece ölümlerden ölüm beğenme seçenekleri konulmakta.
Geçmişin ninnileri ve geleceğin hülyalarıyla yaşayanların o mutlu günlerinin sonu geldi.
Artık tarihin mahkemesinin önünde yargılanma zamanı.
Ama bunu elimize geçirdiğimiz garibanların, mültecilerin canına okuyarak yapamayacak, bu işin içerisinden öyle Ermeni'ye, Kürde pozlar keserek çıktığımız gibi çıkamayacağız.
Zira işin içerisinde paryalaşmak, mültecileşmek var. Yargıladıklarımızla yargılanmak var.
Bazı kesimleri paryalaştırırken efendileştiklerini zannedenler, aslında kendilerinin de aynı cehennemde olduğunu anladıklarında iş işten geçmiş olacaktır.
Aslında süreç İkinci Dünya Savaşı akabinde, küresel egemenliğin ABD'nin ve Siyonist kapitalizmin eline geçmesiyle başlamıştı.
Neoliberalizm bir yeni dünya inşa etme, dahası dünyayı küreselleştirme tasarısıydı.
Sömürgeleşme dalgasının bu yeni versiyonu, hiç kimseyi bu dalganın dışında bırakmamaya kararlıydı.
Küçük ve yerel direnişler, el ele vererek bir karşı küresel direniş hattı oluşturmak yerine birbirini yemeye başlayınca, neoliberalizmin işi de daha bir kolaylaşacaktı.
12 Eylül, Özal ve Erdoğanlı süreçler de yerli uyum süreçleriydi ve artık yolun sonuna gelindi.
Farkına varmadığımız, varsak da umursamadığımız veya tek başına kaldığımız/bırakıldığımız toplumsal çeperlerde baskılandığımız bu sorunla baş edemediğimiz bir vaziyette, yaşama tarzlarımız kadar haberleşme ve bilgilenme biçimlerimiz de hızla değişmekte.
Sosyal medya gerçekliğinin basit bir kıvılcımı nasıl da yangına dönüştürebildiğini, sükûnetimizi ve akıl sağlığımızı koruyamaz bir hale geldiğimizi apaçık bir biçimde gördük.
Gıyaplarında efelendiğimiz Arapların, Rusların, Amerikalıların ellerini ayaklarını… yaladığımızı da gördük.
Katil Esed'in Sayın Esad'a dönüştüğünde fırtınanın nasıl da koptuğunu, zaten umursanmayan Gazze'nin ansızın büsbütün nasıl da unutulabildiğini de gördük.
Küçük testlerdi bunlar ve o çokça şişinip durduğumuz yüce ulusumuzun anlık söylentilerle nasıl da vahşileşebildiğini de gördük…
Muhtaç olduğumuz kudretin damarlarımızda akan asil kan yerine birazcık olsun akıl ve izan olmasına nasıl da muhtacız şimdi.
Tam da Kasas Suresi'ndeki, Hz. Musa'nın çaresiz kaldığı bir durumda, "Rabbim, bana bahşedeceğin her hayra öylesine muhtacım" diye yakarması gibi, biz de gerçekten bizi selamete çıkaracak bir akla, bir irfana o kadar muhtacız ki!
Bir taraftan öfkelerimize, hırslarımıza, düşmanlık histerilerine, güç gösterilerine, ötekileştirilen insanlara karşı yükselen o hınç dalgasına kapılırken, öte taraftan gerçekte kendi değerlerimizi yok etmekte olduğumuzun farkına varabileceğimiz bir izana, bir ahlaka o kadar muhtacız ki!..
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish