Bundan yıllar önce saygı duyduğumuz bir tarihçimiz bir belge ortaya attı.
Meşhur 5894 No'lu Yıldız Sarayı çıkışlı belge…
Belgede Abdulhamid'in İslamcılığın hamisi olarak lanse edilse de aslında çarşafı yasaklatmış bir padişah olmaya getirilen hızlı hızlı ve heyecanlı cümleler arka arkaya diziliyor ardından belge ortada bırakılıp müellif adeta ortadan kayboluyor.
"Belgeyi Prof. Dr. Mustafa Akaydın'ın araştırmaları sonucu bulunmuş" gibi afili cümleler de sarf edilince kimsenin aksini söylemeye veya iddia etmeye mecali kalmıyor.
Oysa ortada ne transkript var ne de anlamlı bir sadeleştirme.
O gün bugün histerik İslam karşıtlarının en keyif aldıkları konulardan birisi genellikle şöyle başlıyor:
Sultan Abdulhamid çarşafı yasaklattı…
Bereket versin meseleyi Sultan Abdulhamid'i savunmak için açmayacağım.
Yaklaşık 5 senedir bu köşeyi takip edenler bilir ki ölüp gitmiş veya yaşayan bir faninin günahları kadar sevapları olabileceğini ısrarla ilke edindiğimizdir.
Bu köşede bazen Atatürk'ü sevenler ne kadar iyi bir cumhuriyet okur-yazarı olduğuma dair uzun mailler yazarken başka bir yazı sonrası ağız dolusu küfürler savurabiliyor.
Aynısı Abdulhamid'ten Enver Paşa'ya kadar uzayıp gidebiliyor…
Elbette birini sevmek öbüründen nefret etmeyi gerektirmez.
Mesela Atatürk'ü severken Enver Paşa'dan nefret etmemiz gerekmez.
Büyük kalpler içinde birden çok ve büyük sevgiler taşıyabilir.
Oysa tarih dün yaşandığında hayattı, tıpkı hayatın kendisi gibi doğruları ve yanlışları bulunuyor.
Hazreti Ali, "Hakikatin dört köşesi vardır, oysa sen oturduğun yerden yalnızca birini görürsün" der.
Sonsuz sevgi ve sonsuz nefret zayıf zihinlerin emaresidir.
Velhasıl bu meseleyi zaman zaman sosyal medyada ve bilhassa adının önüne "Dr." unvanı koyan arkadaşlardan görmek bu meşhur belgeyi elimize almaya mecbur kıldı.
Yoksa kimseyi aklamak maksudunda değiliz.
Osmanlıca metin ve belge okumak zordur
Doktora yeterlilik sınavında en korktuğum kısım Osmanlıca metni transkript etmekti; çünkü Arapça harflerle yazılan bir metni okurken eğer ki akışı ve hatta akıştaki bir kelimeyi anlamadan okuyorsanız; o kelimeye yüzlerce farklı anlam yükleyebilirsiniz.
Dil ağdalıdır, kapalıdır ve resmi metinlerde dahi hayatınızda daha evvel duymadığınız bir kelime ile göz göze gelebilirsiniz.
O sınava hazırlanırken Tevfik Fikret, Namık Kemal gibi ediplerin metinlerini adeta hıfzetmiştim.
Oradan kalan alışkanlıkla herhangi bir metni gördüğümde zihnimde oturtamadığım bir kelime varsa "onu da anlamayıvereyim canım" deyip üstünden atlamam.
Biliyorum ki Osmanlı aydını, bazen anlamı bir kelimeye gebe kılar ve okuyanı işin içinden çıkılmaz bir halde bırakır.
Resmi belgelerde de durum aynıyla vaki idi.
Sultan Abdulhamid'in çarşafı yasaklattığına dair belgeyi (!) okuyan daha doğrusu okumaya çalışan muhafazakâr kesimin bazı tarihçileri de metni zihinlerinde tam oturtamadıkları için konuyu çoğunlukla Abdulhamid'in asayiş endişesindeki haklılıkla veya siyasi zorunlulukla izah edip aradan sıyrılmaya çalışıyor.
Taş öyle derin bir çukurdaki çıkarması çok zor.
Bir ismi ayırmak lazım: Mustafa Armağan.
Mustafa Armağan seveni kadar nefret edeni de çok bir yazar.
Daha önce kendisiyle bir sempozyumda beraber konuşmacı olarak bulunduk.
Yaşı benden büyüktür, kendisini ilk kez Boğaziçi Üniversitesi'nde lisans okuduğum yıllarda tanıdım.
O zamanlar otoritesi gözümüzde sorgulanamayan bir hocamızın Osmanlıca bir metinde yaptığı yanlışı köşesine taşıyınca bildim.
Gerçekten de hatalı kelime bütün bir metnin mahiyetini değiştiriyordu.
Mustafa Armağan'ı şunun için zikrediyorum; 5894 No'lu belgeyi günümüz Türkçesine en yakın şekilde sadeleştirmiş.
Maalesef metni transkript etmemiş; ama sadeleştirme kısmı muarızlarının istismar ettiği kelimeleri ve görmezden geldiği noktaları gün yüzüne çıkartmış.
Muhtemelen iş yoğunluğundan ya da köşe okuyan bazılarının tembelliğinden bu yolu tercih etti, bilemiyoruz.
Yine de Armağan'ın sadeleştirmesi atlanan hayati noktalara ışık tutuyor.
İlgili kısmı girişteki yorumuyla Armağan'dan iktibas ederek aktarıyorum:
Şimdi geldik meselenin bam teline. Sizi bir miktar zorlayacağım ama belgenin, yorumcuların ellerinde nasıl kılıktan kılığa girdiğini görebilmeniz için dişinizi sıkın, derim. Üstelik sizin için metni biraz sadeleştirdim. Belge ilk defa burada özet değil, tam metin olarak yayınlanıyor. Başkâtip Süreyya Bey'in sultanın ağzından kaleme aldığı belge konuşuyor:
'Padişah hazretlerinin, bugün yüce cuma selamlığı törenini müteakip Teşvikiye'de bulunan devlet silahhanesini yüksek teşrifleri gerçekleştikten sonra saraya dönerken geçtiği yol üzerinde acayip bir tarzda bellerinden bağlı siyah çarşaflara bürünmüş ve yüzlerini dahi siyah renkte ve gayet ince peçelerle örtmüş bazı kadınlar gözüne ilişmiş, bunların neredeyse çıplak denilecek derecede açık saçık bulunmalarına ve adeta matem elbisesi giyinmiş Hıristiyan kadınlarına benzemiş olmalarına bakarak birdenbire Müslüman olup olmadıklarında tereddüde düşmüştür. Delil ve açıklama gerektirmez bir husustur ki, Yüce İslam Devleti'nin (Allah onu kıyamete kadar yaşatsın) kıvam ve bekasının ve şevket ve yükselişinin artışı, devlet kurumunun fertlerini oluşturan bütün erkek ve kadın Müslümanların hal, durum ve hareketlerinde Şeriatın faydalı ve kurtarıcı hükümlerine eksiksiz bir ihtimamla uymalarına bağlıdır. Aksi hal, Allah korusun, gerek ümmetin fertleri, gerekse devletin esası için maddî ve manevî açıdan sonsuz zararlar verecektir. Bu yüzden Müslüman kadınların Allah'ın emirleri arasında bulunan tesettür ve hicaba girmenin güzel adabına dikkat ve özen göstermeleri gerektiğine dair beyan ve delil getirmek gereksizdir. İşbu çarşaflar ise Müslüman kadınlarca tesettür emrine asla uygun ve müsait olmadığı gibi, [kötü] bir maksatla şuraya buraya girmek için bazı münasebetsiz erkekler tarafından dahi bir yerde fesat ve mel'anet [aleti] olarak kullanılmaktadır. Hatta geçenlerde bir erkek bu şekilde çarşafa bürünerek kadın kıyafetinde silahlı olarak bir eve girmiş ve evdeki kadının üzerine hücum edip çaldığı eşyayı pencereden arkadaşına atarak savuşmuştur. Dinî açıdan ve toplumun iyiliği için açık olan çok sayıdaki zarar ve sakıncaya dayanarak bu konuda gereken kişilere yumuşakça ve münasip bir üslupla anlatılmak ve gerekli nasihatler verilmek suretiyle kadınlarca çarşaf giyilmesinin yasaklanması [veya engellenmesi] için sebeplerin temini padişahın emir ve fermanı gereğidir. O konuda emir ve ferman, emir sahibinindir.'
Metnin içinde geçen "…üzerinde acayip bir tarzda bellerinden bağlı siyah çarşaflara bürünmüş ve yüzlerini dahi siyah renkte ve gayet ince peçelerle örtmüş bazı kadınlar gözüne ilişmiş, bunların neredeyse çıplak denilecek derecede açık saçık bulunmalarına ve adeta matem elbisesi giyinmiş Hıristiyan kadınlarına benzemiş olmalarına bakarak birdenbire Müslüman olup olmadıklarında tereddüde düşmüştür…" ibareleri aslında her şeyi özetliyor.
Bu kısımdan hareket eden bazı kimseler de kalkıp bu kez de "o zaman çarşaf Hristiyanlıktan geldi" türünden yorumlar yapabilecektir.
Bu aslında kalıba koyma ve etiket vurma alışkanlığıyla alakalı bir durum. İslami tesettüre uygun yaşayan her Müslüman'ı tek bir tipe indirgeyip yaftalamanın peşinden koşan zihne açıklamak çok güç olsa da vicdanıyla hareket eden kimselere şunu izhar edelim.
Dünyada neredeyse hiçbir ülkede Müslüman kadınlar tek tip giyinmez.
Mesela Mısır kadınları ile Fas kadınları benzer bir tesettür anlayışına sahip değildir.
Aynı şekilde Hint Müslümanı kadınları da kolaylıkla Afrika'daki Müslüman kadınlardan ayırabilirsiniz.
Hepsi de inançları gereği Allah'ın örtünün emrinden hareket eder; ama estetik anlayışları farklı farklıdır.
Farklı coğrafyaları bir kenara bırakıp kendi tarihimize dönelim 13'üncü yüzyıldaki Anadolu Müslüman kadını ile 18'inci yüzyıldakinin dahi estetik anlayışı birbirinden farklıdır.
Örtünmedeki bu anlayışı bazen coğrafi koşullar bazen de kültürel-siyasal etkiler belirleyebilmektedir.
Belli ki Sultan Abdulhamid örtünmedeki / tesettürdeki "bir" estetik anlayışı hem akidevi hem de asayiş endişelerinden kaynaklanan gerekçelerle sakıncalı bulmuştu.
Bunu Sultan Abdulhamid'in örtünme veya çarşaf karşıtlığı olarak okuyamayız, ama Sultan kendi anlayışını dayatmıştır. İşte bunu eleştirme hakkına sahibiz.
Kısacası kendini seküler olarak tanımlayan ancak bununla zerre ilgisi bulunmayan kişilerin söylediği gibi bir hadise ortada yoktur.
Sultan Abdulhamid çarşafı yasaklamamıştır, örtünme estetiği içindeki bir tarzı sakıncalı bulmuştur.
Lakin sultanın bu yaptığını illaki günümüz değerleri ile okuyacaksak en fazla söyleyebileceğimiz "antidemokratik bir yaklaşım olarak Sultan Abdulhamid insanların giyimine karışarak hata yapmıştır" olurdu.
Bunun dışındaki tüm alımlamalar medeni sınırları aşmak anlamına gelir.
Oysa Sultan Abdulhamid'in -kesinlikle- Osmanlı Sarayının ya da kendisinin İslami hassasiyetleri gözeterek aldığı bu yanlış kararı; bugün yorumlayan bazı kişiler, çarşaf giymiş tüm hanımefendileri hedefe oturtarak kendileri mükemmel Müslümanlarmış gibi "İslamiyet'te çarşaf yoktur" şeklinde ahkâm dolu cümleler sarf edebilmektedir.
Eğer ki meseleye bilimsel yaklaşacaksak diyebiliriz ki kesinlikle çarşaf yasaklama söz konusu değil (genel bir emir yoktur).
Lakin taşı bu kuyudan çıkarmaya kimsenin gücü yetmeyecektir; çünkü meselenin kendisi bir argüman olarak kullanılmaktadır.
Sultan Abdulhamid, neden Kur'an-ı Kerim Meallerini ve bazı dini kitapları yaktırdıysa bu kararı da o yüzden almıştı.
Eğer ki önüne arkasına bakmadan "Sultan Kur'an yaktırdı!" dersek zulmetmiş oluruz.
Oysa Almancadan yapılan kötü çevirilerin İslam'a zarar vereceği endişeleri buna sebep olmuştu.
Bugünün değerleriyle bakarsak bu eylem yanlış olsa da o dönem içinde anlamlıydı.
Sultan Abdulhamid "çarşafı yasaklattı" demek de en az "Kur'an yaktırdı" demek kadar altı boş ve bağlamından kopartılmış bir iddia.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish