AP seçimleri gölgesinde diaspora için strateji arayışları

Bülent Güven Independent Türkçe için yazdı

İllüstrasyon: Epthinktank

Avrupa Parlamentosu (AP) seçimleri yapıldı ve beklendiği gibi aşırı sağ partilerin özellikle Avrupa'nın iki başat ülkesi Almanya ve Fransa'da yükselişinin devamına tekrar şahitlik ettik.

Aşırı sağ partilerin yer yer merkez partilerden daha fazla oy almaları, Avrupa'nın hem jeopolitik konumu ile ilgili, hem de içerideki toplumsal yapıları ile ilgili tartışmaların hızlanmasına neden oldu.

Jeopolitik anlamda Avrupa'da yükselen aşırı sağ partilerin önemli bir kısmı bir yandan anti-ABD bir tutum içindeler, diğer yandan ise Çin ve Rusya ile yakın ilişkiler geliştirme gayretindeler, hatta aşırı sağ partilerin bu ülkelerden maddi yardım alıp bu ülkelerin propagandasını yaptıklarına dair mahkemelerin elinde kuvvetli deliller var.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Avrupa'da aşırı sağın yükselişinin Avrupa ülkelerindeki toplum yapısına ve sosyolojisine hem an itibarıyla hem de önümüzdeki yıllarda yapacağı etkilerin ciddi savrulmalara yol açacağına vurgu yapmak karamsar bir beklentiden ziyade, gerçeklerin yansımasının dile getirilmesi olarak okunmalıdır.

Aşırı sağın yükselme trendine girmesi ile hem merkez sağ partiler hem de yer yer merkez sol partiler seçimlerde oy alabilmek için aşırı sağ partilerin hem Avrupa'da yaşayan göçmenler hem de yeni gelen mülteciler ile ilgili söylemlerine yakın politika geliştirmelerine neden oluyor.

Merkez partilerin aşırı sağ söylemlere kayan tutumu Avrupa'da yaşayan göçmen kökenli insanlarda, dördüncü nesilde Avrupa'da yaşamalarına rağmen hem gelecek endişesine yol açıyor hem de içinde yaşadıkları toplumlara olan aidiyet duygularının azalmasına, bazen de kaybolmasına neden oluyor.

Son yıllarda birçok göçmen kökenli insanın Avrupa'yı terk edip başka ülkelere gitmeleri bu sürecin yansımalarından sadece biridir.

Yine bu durumdan dolayı, göçmen kökenli insanlar içindeki yaşadıkları toplumlarda dışlanma duygularına tepki olarak yeni siyasi yapılanmalara girdiler.

Hollanda'da ağırlıklı olarak Müslümanların kurduğu DENK Partisi ve Almanya'da tüm kapsayıcı iddialarına rağmen aslında muhafazakâr eğilimli Türklerin kurduğu DAVA ve BIG Partilerini bu yeni siyasi yapılanmalara örnek olarak vermek mümkündür.

DENK Partisi son üç seçimde de üçer milletvekili kazanarak nispi bir başarı elde etmesine rağmen, Almanya'da daha önce seçimlere giren BIG Partisi hem federal seçimlerde hem de AB Parlamentosu seçimlerinde bir başarı elde edemedi.

Son AB Parlamentosu seçimlerinde seçime katılım oranı düşük olmasına rağmen, bu parti kullanılan oyların sadece yüzde 0,1'ini alabildi.

DAVA Partisi ise AK Parti'ye yakın teşkilatların sahadaki aktif desteklerine rağmen, ancak verilen oyların yüzde 0,4'ünü alabildi.

Bu partilerin aldıkları oylar kurucularının samimi gayretlerine ve iyi niyetlerine rağmen, ayrı parti kurmanın ve siyasi potansiyeli olan insanları orada toplamanın uzun vadede Avrupa'da yaşayan Müslümanları marjinalleştireceğini ve sistemin dışına iteceğini öngörmek için kâhin olmaya gerek yok.

Bu durumda sorulması gereken; Avrupa'da göçmen kökenli insanların ve özellikle Müslüman göçmenlerin bu siyasi iklimde nasıl bir yol takip etmeleri gerektiğidir.

Bu anlamda asıl cevaplanması gereken soru ise şu: Azınlık olarak çoğunluk içinde nasıl etkili olunabilir?

Ayrı parti kurarak örgütlenmenin bu sorunun cevabı olmadığını hem AB Parlamentosu seçiminde görüldü hem de ABD gibi başından itibaren göçmen toplumu olarak kurulan ülkelerdeki örneklerden biliniyor.

Bu sorulara doğru cevap verebilmek için, hem içinde yaşanılan toplumun siyasal sistemini ve toplum sosyolojisini iyi analiz etmek, hem de diğer ülkelerdeki göçmen toplumlarını mercek altına almak gerekiyor.

ABD örneğinden yola çıkılırsa, ABD'de azınlık olarak çoğunluk içinde en etkili grup orada yaşayan Musevi kökenli Amerikalılardır.

Hem siyasi arenada hem medyada hem de iş dünyasında Museviler yüzde ikiler civarında olan toplumdaki oranlarının 10 katı seviyesinde temsil ediliyorlar.

Musevilerin bu etkinlik seviyesine ulaşmalarının birçok gerekçesi olmakla birlikte, birkaç nokta özellikle dikkat çekiyor.

Öncelikle seçme ve seçilme haklarını ciddiye alıyorlar. Amerika'da seçime katılım oranı yüzde ellilerde iken, bu oran Musevilerde yüzde yüze yakın oranda seyrediyor.

Bu katılımlarını ayrı bir parti üzerinden gerçekleştirmekten ziyade mevcut müesses partiler üzerinden gerçekleştirdikleri için hangi parti iktidar olursa olsun, etkilerini sürekli kılabiliyorlar.

Ayrıca siyasetin finansmanında da rol oynadıkları için mevcut milletvekillerinin ve senatörlerin yaklaşık yüzde yirmisi Musevi kökenli insanlardan oluşuyor.

Musevilerin ciddiye aldıkları bir başka konu ise çocuklarının eğitimine özel önem vermeleri. Harvard ve Yale gibi elit üniversitelerin bazı bölümlerinde Musevi öğrenci oranları bazen yüzde 25'lere yaklaşıyor.

Bu elit eğitimin yansımalarını günümüzde ABD medyasında, finans sektöründe ve bürokrasisinde görmek mümkün.

Avrupa'nın tarihsel süreci ve mevcut durumu sosyolojik anlamda ABD'den farklı olduğu için, Avrupa'da yaşayan özellikle göçmen kökenli Müslümanların Avrupa'nın bu farklı durumunu masaya yatırarak yeni bir strateji geliştirmeleri gerekiyor, içinde yaşadıkları toplumlarla ilgili olarak.

Bilindiği gibi Avrupa devletleri ABD gibi sonradan göçmenler tarafından kurulmuş bir toplum değil.

Avrupa'da 24 Ekim 1648'de 30 Yıl Savaşları'ndan sonra yapılan Westfalya Antlaşması'ndan sonra bugünkü milli devletlerin temeli atılmış olmakla ve sonraki yıllarda milliyetçilik akımının Avrupa'da yükselmesine rağmen, milletleri bir arada tutan temel devlet organizasyonu imparatorluklardan oluşuyordu.

Sonraki yıllarda milliyetçilik akımlarının güçlenmesi ile birlikte, imparatorluklar içinde yaşayan etnik gruplar bağımsız milli devletler kurmak için mücadelelere başladılar.

Nitekim etnik temele dayanan milli devlet kurma anlamında Osmanlı içinde bulunan milletlerden Yunanistan (1829) ve Sırbistan (1878) gibi ülkeler birinci dünya savaşından önce bağımsızlıklarını ilan ederek devletlerini kurdular.

I. Dünya Savaşı'ndan sonra ise Avusturya-Macaristan, Osmanlı, Alman imparatorlukları ve Rus Çarlığı yıkılınca, o zamana kadar bağımsızlığını elde edememiş imparatorluklar içinde yaşayan milletler fırsattan istifade ederek etnik veya kültürel temele dayanan milli devletlerini kurma gayreti içine girdiler.

I. Dünya Savaşı galipleri arasında bulunan ABD'nin o dönemdeki devlet başkanı Woodrow Wilson'ın adı ile anılan prensiplere göre ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı vardı ve buna göre her etnik grup kendi devletini kurabilmeliydi.

I. Dünya Savaşı'nın mağlup devletleri olan Alman ve Avusturya-Macaristan imparatorlukları ile Versay'da, Osmanlı İmparatorluğu ile de Sevr ve Lozan'da yapılan barış antlaşmalarının temeli bu prensibe dayanıyordu ve buna göre bu imparatorlukların içinde etnik gruplar kendi devletlerini kurabilmeli idiler.

Bunun ile amaçlanan imparatorluk içindeki etnik sorunların yeni kurulan dünya düzeninde çözülmesi idi.

Bu antlaşmaların sonucu olarak söz konusu imparatorlukların içinden toplamda onlarca etnik temele dayanan yeni milli devletler çıktı.

Ayrıca bu üç imparatorluğun yanında 1917 yılında Rusya'da Lenin tarafından gerçekleştirilen komünist devrim ile birlikte Lenin de Wilson prensiplerine benzer bir anlayışla, ulusların kendi kaderini tayin hakkına sahip olmaları gerektiğine inandığından dolayı daha sonra bu tutumdan geri dönülse dahi, Rus Çarlığı altında bulunan etnik gruplar için milli devlet kurma yolu açıldı.

Bu etnik devletlerin kurulması ile birlikte sınırların ötesinde kalan etnik grupların takasları da büyük acılar ile gerçekleşti.

Türkiye ile Yunanistan, Ukrayna ile Polonya, Almanya ile Çekoslovakya arasında gerçekleştirilen etnik takaslar bu sürecin sadece birkaç örneğini oluşturuyorlar.

Aynı süreç II. Dünya Savaşı'ndan sonra da gerçekleşti. İkinci dünya savaşının galip devletleri etnik temelli devletlerin etnik anlamda homojenleşme süreçlerini daha da teşvik ettiler.

Nitekim bu politikanın sonucu olarak, Almanya ve başta Polonya olmak üzere birçok Doğu Avrupa devleti ile nüfus mübadelesi yapılmıştır.

Bu süreç sadece Avrupa ile sınırlı kalmayıp dünyanın farklı yerlerinde de devam etti. Örneğin Hindistan ve Pakistan'ın ayrılması ve daha sonra da etnik gruplar arası mübadele yapılması etnisitenin çok uluslu imparatorluk yapıların önüne geçmesinin sonuçlarıdır.
 


Avrupa'da başta Almanya olmak üzere, etnik temelli kurulan milli devletler 1960'lı yıllarda Avrupa'ya gelen misafir işçiler ile etnik ve kültürel homojenliklerini yavaş yavaş kaybetmeye başladılar.

Günümüzde Avrupa genelinde 25 milyon Müslüman yaşamaktadır. Eskiden doğu bloku içinde bulunan Polonya, Macaristan gibi ülkelerden farklı olarak Almanya, Fransa gibi merkez Avrupa ülkelerinde göçmen kökenli insanların sayısı toplam nüfusun yüzde otuzları civarında seyretmektedir.

Göçmen kökenli insanların hem doğum oranlarının, en azından şimdilik yüksek olması, hem de kriz bölgelerinde tüm engellemelere rağmen göçün devam etmesi Avrupa'nın etnik ve dini anlamda renginin daha da artacağını gösteriyor.

Yani Avrupa'da göçlerle birlikte ABD'ye benzer, kadim Avrupa geleneğinden ayrışarak, farklı ve çeşitli bir toplum yapısı ortaya çıkıyor.

Ayrıca ekonomik gerekçeler ile de Avrupa ülkeleri kalifiye eleman ihtiyaçlarını karşılamak için dışarıdan legal göçü de teşvik etmek durumundalar.

Aşırı sağın yükselişinin ekonomik ve sosyal  farklı nedenlerinin olmasına rağmen, Avrupa'da oluşan bu yeni sosyolojik yapının ne yöne doğru evrileceğine yönelik tartışmaların da payı büyük.

Bir kısım Avrupa ülkeleri Avrupa'nın bu de facto durumunu kabul edip kendi ülkelerini bu gerçekler ışığında ABD gibi bir göçmen toplumu olarak algılayıp toplumu tüm katmanları ile ona göre kurgulamak istiyorlar.

Almanya'nın Olaf Scholz başkanlığındaki hükümeti özellikle yeni çıkardığı vatandaşlık yasası ile bu yeniden yapılanmanın öncülerinden.

Yeni çıkan vatandaşlık yasası ile 11 milyon yeni insanın Alman vatandaşı olma durumu söz konusu, bu aynı zamanda göçmen kökenli insanların oy oranının artacağı ve genel oylar içinde de aşırı sağ partilerin oylarının da bu vesile ile azalacağını sonucuna yol açacak bir süreç.

Aşırı sağın yükselişinin gölgesinden dolayı göçmenlerin siyasal katılımını artıracak adımları atmakta şimdilik tereddütlü davranan Avusturya gibi başka Avrupa ülkeleri de bulunmasına rağmen, ekonomik ve sosyal gerçekler göçmen kökenli insanların sayılarının artmasının engellenemeyeceğini gösteriyor.

Göçmen kökenli insanları içinde temayüz etmiş kanaat önderlerinin, siyasi kişilerin görevi bu yeni sosyolojik durumu hem içinde yaşanılan toplumun hem de göçmenlerin lehine yeniden kurgulamaktan geçiyor.

Bunu yapabilmenin yolu marjinalleşmeye yol açabilecek adımlardan uzak durmak, müesses nizam ile ters düşmemek ve içinde yaşanılan topluma entegre olarak katkı sunabilmekten geçiyor.

Bu sorumluluğu yüklenebilecek akıllı ve ölçülü insanlara ihtiyaç var Avrupa'da, maceralardan uzak durarak.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU