İkinci Dünya Savaşı sonrasında ve sömürgeciliğin değişen şartlarına binaen Batılı ülkeler sömürge ülkeleri bilfiil işgal etmeyi bırakarak yeni bir stratejiye yöneldiler.
Bunda, günün şartları nedeniyle Birleşmiş Milletler (BM) tarafından 1963 yılında alınan işgale dayanan sömürgeciliğin sonlandırılması kararı kadar bu halin artık çok kârlı ve anlamlı bir sömürme biçimi olmaktan çıkmasının da etkisi vardı.
Artık günümüzde sömürü, doğrudan işgaller yerine dolaylı yollardan sürdürülmekte. Finans ve teknoloji ihracı, patent hakları, kültür endüstrisi, bilim tekelciliği, silah ticareti gibi.
Birçok alanda Batı dünyasının elinde tuttuğu imtiyazların yarattığı eşitsizlik şartlarının etkilerini ise en bariz bir biçimde, Afrika'da ve Ortadoğu'da devam etmekte olan çatışmalarda ve hâlâ sürmekte olan siyasal ve iktisadi bağımsızlaşma mücadelelerinde görebilmekteyiz.
Bir dönem daha çok sol/sosyalist ağırlıklı olan emperyalizme karşı direniş hareketleri, 1970'li yıllardan itibaren zayıflayarak yerini ulusalcı ve İslamcı mücadelelere bırakacaktır.
Tersine yegâne hareket ise 1917 Balfour bildirgesinden itibaren başlayan, Filistin'in Siyonistlerce işgali sürecidir.
1947 yılında alınan BM kararı sonucu 1948 yılında kurulan İsrail devleti, aynı yıl Filistinlilerle başlattığı savaşı hâlâ sürdürmekte ve kuruluş aşamasında fiili olarak toprakların yüzde 7'sine, nüfusun ise üçte birine sahip olan Yahudilere toprakların yarıdan çoğunun verildiği BM kararında belirlenen sınırlarını sürekli olarak kendi lehine büyütmektedir.
BM'nin bu savaşlar kadar işgaller aleyhine aldığı onlarca karar, koşulsuz bir biçimde İsrail'e destek veren Batılı ülkelerin vetoları nedeniyle uygulanmadığı gibi, İsrail'in ölçüsüz şiddeti de yine bu ülkelerce koşulsuz bir biçimde desteklenmektedir.
BM Güvenlik Konseyinin vetolarıyla desteklenen bu korsanlıklarıyla İsrail, hukuk dışı ve sınırları belirsiz yegâne devlettir.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
İkinci Dünya Savaşı'nın en feci sonucu ve soykırım nedeniyle Yahudilere ödenen bir diyet olarak İsrail devleti, Filistin halkını yerinden yurdundan ederek sürekli genişlerken, Yahudilerin yurtlanma sorunu kadar Batılı toplumların Yahudi düşmanlığı (antisemitizm) sorununa da Müslümanlarla yaratılan bir gerilim ve düşmanlık üzerinden sözde bir çözüm sağlanmakta.
Onun da ötesinde Batı dünyasının en büyük sömürge alanı olan ve petrol havzalarının merkezinde yer alan bu coğrafya, yani Müslüman halkların yaşadığı kadim coğrafya, adeta Batı sömürgeciliğinin avatarı olarak buraya yerleştirilen İsrail tarafından denetlenmekte ve sürekli bir kriz hali içerisinde tutulmakta.
Özellikle İran'daki İslam Devrimi sonrasında bölgedeki önemli bir işbirlikçisini kaybeden ABD açısından ise İsrail, bölgedeki en büyük ABD uçak gemisi işlevi görmekte.
Kaldı ki birkaçı dışında bölgedeki Müslüman ülkelerde de ABD'nin bir yığın üssü bulunmakta.
Sonuç olarak İsrailliler artlarında bıraktıkları soykırımın baskısı ve hıncı, Filistinliler ise yerlerinden yurtlarından edilmelerinin öfkesi ve tepkisiyle, üstesinden gelemedikleri bir şiddet sarmalına gömülmüş durumdalar.
Etraflarında onları uyaracak ve itidalli bir tutuma ikna edecek bir akıl ve basiret olmadığı gibi, bölgesel şartların sürekli yenilenen krizi bu şiddet sarmalını da beslemekte.
En kötüsü ise küresel emperyal güçlerin bu kriz şartlarını kaşımaları ve bunun sonuçlarından nemalanmalarıdır.
Bölgede sürekli değişen denklemlerin etkisi ilk olarak Filistin'le İsrail arasındaki ilişkilerde tezahür etmekte ve zaten kırılgan olan dengeleri altüst ederek barışa daha uzak bir noktaya savrulmasına yol açmaktadır.
Geleneksel kültürel kodlarla sürdürülen bir Yahudi düşmanlığı edebiyatınca, öteden beri ABD ve diğer Batı ülkelerinin Yahudilerce yönetildiğine dair bir söylem yürütülse de, günümüz kapitalizmi bu söylemi oldukça aşan farklı bir egemenlik stratejisi içerisindedir.
O nedenle günümüzde özellikle de ABD'yi yöneten Yahudiler (Siyonizm) değil, tam aksine, Yahudileri (İsrail'i) de yöneten kapitalizm ve onun en büyük örgütü olan ABD yönetimi ve şirketleridir.
Her ne kadar bu şirketlerin birçoğunda Yahudilerin de sermayesi olsa da bu sermaye, artık kapitalizmin ve onun yeryüzünde koşulsuz olarak egemenleşme amacının bir aracıdır.
Aralarındaki kısmi çelişkilere karşı aynı şeyler Avrupa triosu (İngiltere, Almanya, Fransa) için de geçerlidir.
Kapitalizm ise temel olarak Yahudilerin de etkin olduğu bir finans gücünden ibaret olmayıp, bununla birlikte teknoloji, üretim, sömürü ve savaş etkinliklerine dayanır.
İslam dünyası ise geleneksel kodlarıyla (bu kodların ne anlama geldiği de elbette tartışmalıdır ve yeniden gözden geçirilmelidir) Yahudi karşıtlığını ya da en azından bu konudaki duyarlılığını sürdürürken bir yandan da hızla kötü yanından, yani büyük ölçüde tüketici bağlamıyla kapitalistleşmektedir.
Öyle ki daha düne kadar sürdürülen geleneksel ve muhafazakâr duyarlılıklar çözülmekte ve Marx'ın bu çerçevede ettiği söz sadedinde "katı olan her şey buharlaşmakta"dır.
Zaruri açılardan bilim ve teknoloji transferi konusunda edilecek bir söz olmasa da paradoksal bir biçimde bu dünya gösterişçi ve tüketimsel bir kapitalizmden öteye gidememekte, daha doğrusu özgün ve etkin bir düşünümselliğe geçememektedir.
Bu ise içerisine düşülmüş olan bir krizin işaretidir. Düşmek, yani hata yapmak beşeri tarafımızın yazgısı olabilir ama insanlığımızın gereği bundan ders çıkarabilmek ve düştüğü yerden kalkabilmektir.
Kalkabilmek yani hataların üzerinde olduğu kadar kalkabilmenin çareleri üzerinde de düşünebilmek, içinde olduğu krizin çözümlemesini yapabilmek ve çıkış yollarını bulabilmektir.
Ne yazık ki genelde İslam dünyası, özelde Arap dünyası, daha özelde ise Filistin ve Hamas, bu konuda henüz yeterli bir yetkinlik gösterebilmiş değil.
Gösterişçi ve tüketime has bir kapitalizmi haremine kadar sokan bu dünya, işin özünü idrak etmekten oldukça uzakta.
O nedenle bu konularda incelikli stratejiler geliştirilemediği için, kapitalizmin bölgedeki acentesi ve gösteri aracı olan İsrail karşısında da sürekli gerilenmekte.
Her şeyden önce kapitalizmle ve dolayısıyla da onun içerisine kadar sokulmuş temsilcisi hüviyetindeki İsrail'le en yanlış bir mücadele stratejisi yeğlenmekte ve mücadele sürekli savaşçıl seçenekler üzerinde yoğunlaştırılmakta.
Oysa savaş teknolojileri kapitalizmin en gelişmiş ve kârlı araçları ve dolayısıyla da girdiğiniz her silahlı savaşta kullanılan bu gereçler kapitalizmin hanesine kâr olarak yazılmakta.
Rakiple mücadele etmenin en başarılı yolu ise onu şaşırtmak, karşısına farklı stratejilerle çıkabilmektir.
Dolayısıyla da öncelikle silahlı savaş gibi onun çok iyi bildiği ve en hazırlıklı olduğu alandan çıkılması gerekmekte ki bunu vakti zamanında Gandi yapmıştı.
Üstelik de dünyanın en gelişmiş silah teknolojileri ABD dolayımıyla İsrail'in elinin altında bulunmakta.
O nedenle de silahlara dayanan bir mücadele yolu uygun bir yol değil ve bu, her seferinde daha ağır bir biçimde yenilerek psikolojik bir çıkmaza da girmek anlamına gelmekte.
Esasında silahlı savaş, siyasal mücadelelerde kullanılabilecek en son çaredir.
Kapitalizm ise sizi çeşitli biçimlerde aldatarak ilk olarak elinize bu pahalı araçları tutuşturur.
Üstelik de silahlara dayanan bir savaşım, ister istemez insan hakları ihlallerine yol açmakta ve bu durum mustazaflara olan sempatiyi ve desteği azaltmaktadır.
Nitekim Hamas, başlangıçta stratejik bir araç olarak yöneldiği intihar saldırılarını bu nedenle bırakmak mecburiyetinde kaldı.
PKK da benzeri bir hatayı yaparak kendisine eşlikçilik eden ABD'nin (kapitalizmin) iğvası altında hem Kürt halkının imkânlarını heba etmekte, hem bölge ülkeleriyle olan düşmanlığı çoğaltmakta, hem de karşılıklı çatışmalarda kullanılan silahlarla silah tüccarlarının ekmeğine yağ sürmekte ve çatıştığı toplumsal kesimlerin dikkatlerini sürekli bu noktada toplayarak, mümkün farklı stratejiler karşısında kör kalınmasına yol açmaktadır.
Gerçi bunda ötekilere ("azınlıklara" ya da muhaliflere) dair husumetçi olmayan siyasetler geliştiremeyen ve bölgede barışçıl stratejileri etkinleştiremeyen Türkiye, İran ve Suriye gibi ülkelerin de oldukça önemli yanlışları ve sorumlulukları bulunmakta.
Dolayısıyla da bu ve benzeri husumet noktalarını sürekli kanatarak çatışmaları sıcak tutan emperyalizmin taktikleri sonucu, içinde bulunduğumuz coğrafya uzun yıllardır silah tüccarlarının en kârlı pazarlarından birisi olmayı sürdürmekte.
Oysa bu silahlara dayalı mücadelelerin şimdiye değin olumlu bir işe yaradığı, herhangi bir sorunu çözebildiğine de şahit olunmuş değil.
Bu demek değil ki mahrum kılındığımız haklar uğruna mücadelelerden vaz geçelim ve egemenlerin zulmüne teslim olalım.
Bu mücadeleler, insanlığımızın en temel ve vazgeçilmez gerekleri. Ancak mücadele araçları üzerinde aklı başında düşünceler ve stratejiler üreterek, gerekirse bu araçları ve stratejileri değiştirerek, daha en başında elimize tutuşturulan silahlara mecbur ve mahkûm olmaksızın farklı yollarının bulunması da bu mücadeleler kadar önemli ve gereklidir.
Özellikle farklı düşüncelere karşı kapalı toplumlarda stratejik (hikmete dayalı) düşüncenin önündeki en büyük engel tam da bu tür körleşmelerdir. Bu tür kör noktalardan kurtulamayan toplumsal dikkat, bunun yarattığı abesliklerle yıllar yılı uğraşır durur.
Ve ancak bu tür körlüklerini tasfiye eden ve dikkatini olumlu çözümlere yoğunlaştıran zihinler tarihlerinin önünü açan stratejileri üretebilirler.
Hazreti İsa'nın körlerin gözünü açmasını biraz da bu açıdan okursak, onun yaptığının da Yahudi tutuculuğuna karşı farklı stratejiler üretmekten başka bir şey olmadığını görebiliriz ki bu tutum, Kur'an'da hikmet kavramıyla ifade edilmektedir.
İnsanlar zulme ve sömürüye karşı mücadele etmek için çareler araştırırlar elbette ve kimi kez yanılabilirler de.
Ama yanılgılarımız bir alışkanlığa dönüşürse, bu artık insanlığımıza, akla ve düşünceye dayanan bir durum olmaktan çıkar ve bir akıl tutulmasının, körleşmenin belirtisi haline gelir.
Örgüt liderleri veya siyasal önderler, iktidarlarını ayakta tutmak ve tahakkümlerini kolaylaştırmak için çoğu kez bu tür körleşmelere teşne olabilirler.
Nitekim son Gazze saldırıları, Netanyahu kadar Hamas'ın da siyasal açıdan elini güçlendirmiş olabilir.
Ama toplum, özellikle de sivil toplum, kendi aleyhine olan bu körleşmelere karşı koymalı, eleştirel cesaretiyle alternatif düşünceler üreterek toplumların önünde yeni ufuklar açabilmelidir.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish