Siyaset zor zanaat. Çünkü hep bir bıçak sırtında ve gerilim halinde sürdürülür. Olumsaldır. Yani olumsuz ve olumlu kararları verili ve kendiliğinden apaçık olmayıp sürekli yeniden üretilir.
Öyle ki dün ak dendiğine bugün kara denilebilir veya dün masum ilan edilen bugün suçlanabilir. Sürekli ve belirgin bir stratejisi de olmayıp, bu strateji rakiplerinin tezlerine göre hep yeniden belirginleştirilir.
Hikmetten yoksun bu siyasal durum, günümüzün popülist demokrasisinin genel özelliği ve de sorunudur.
Özellikle yargının ve yasamanın siyasetin inisiyatifine ve dolayısıyla insafına bırakıldığı bizim gibi ülkelerde ise bu hal çok daha can yakıcı sonuçlara yol açabilir.
Yargıçların siyasete araçsallaştığı bu gibi koşullar, cari iktidara siyasal mücadelede önemli bir avantaj sağlar.
Ama buradan itibaren yayılan bir çürüme ise, sadece siyasal alanın değil, toplumsal alanın bütününde de bir çürümeye yol açar.
Bu çürümenin etkileri ise yediğiniz ekmekten içtiğiniz suya dek yayılır. Alınan oldukça çelişik kararlar ise hep yeniden gerekçelendirilerek tâbilere benimsetilir.
Tâbiler, evet; yoldaşlar değil. Çünkü yoldaşlık ancak ilkesel, eşit ve özgür bir mensubiyetin tanımı ve kavramıdır. Özgür ve adil insanların bir özelliğidir; dostların yani.
Oysa popülist siyaset ancak tâbilerle, yani umudu ve direnci kırılmış, dişleri sökülmüş, itiraz güçleri elinden alınmış ya da ağızlarına bir parmak bal çalınmış ve ütopik düşlerle aldatılmış, kısacası insani hasletlerinden yoksunlaştırılmış bendelerle sürdürülebilir.
Yoksa "Dostluğun olduğu yerde adalete ihtiyaç yoktur" diyen Aristo'nun vaz ettiği koşullarda değil. Ve hatta buradan yola çıkarak "bir 'dostlar topluluğu' yoksa demokrasi de yoktur" diyen, diyebilen Derrida'nın düşüncelerinden de o kadar uzaktayız ki…
Bir halkın gerçek özgürleşimi kadar adaletin gerçekleştirilmesi ve hatta kelimenin tam anlamıyla bir demokrasi mücadelesi ise kayıtsız şartsız bir itaat halinin, koşulsuz bir itaatkârlığın, siyasetin rekabet mantığından düşmanlık mantığına evirtildiği bir yozlaşmanın, tâbilerince bir gölge gibi izlenen tirana tâbiyetin sorgulanmaya başladığı koşullarda ortaya çıkar.
Ne var ki bu durum oldukça istisnaidir ve örgütsüz topluluklar çoğu kez böylesi bir halin yaratacağı kaos halini düşünerek uzak dururlar böylesi belirsizliklerden.
O zaman ise "en kötü yönetim fitne haline yeğdir" denilerek, içerisinde bulundukları bu oldukça sinik, muhafazakâr ve yılgın ruh haline teslim olarak hükümranın/müstebitin gölgesine sığınırlar; Tanrı'nın gölgesine sığınır gibi.
Bu ise çokça şikâyet edilen ahlaksızlığın, riyakârlığın, fırsatçılığın ve kaypaklığın başlıca nedenidir. Çünkü cari durumda ahlak, doğrudan egemenin verdiği kararlardan oluşur.
Bu kararların evrensel veya fıtrî ahlak ilkelerinden uzaklığı ise oldukça açıktır. Ahlaki değerlerin bir köle gibi tâbi olunan bu siyasal olumsallığa değil de temel bir sürekliliğe ve olumluluğa dayandığının, bunun dışsal kararlara değil de içsel değerlere (vicdana) mebni olduğunun ise ancak kritik zamanlarda, egemenin keyfi uygulamalarının insani haysiyetleri ve hasletleri yok oluşa sürüklendiği o kriz durumlarında farkına varılır.
Ama egemenin toplumu fırkalaştırarak her bir bölüğü ötekilere düşman kıldığı koşullarda bu vicdan ve bu haysiyet de düşmanlık hislerinin ayakları altında ezilebilir.
Öyle ki yüz yıl öncesinde Mehmet Âkif de şikâyet etmekteydi benzeri bir durumdan:
Gölgesinden bile korkup bağıran bir ödlek,
Otuz üç yıl bizi korkuttu 'Şerîat!' diyerek.
Yüz yıl içerisinde birçok iniş ve çıkış yaşandığı halde bu deneyimlerin toplumsal bellekte tortulanmaması ya da kavi bir bilince dönüşmemesi; dolayısıyla da toplumsal koşullarda pek de bir şey değişmemesi ne kadar acı.
Daha da trajik olanı ise kutuplaşma mantığının karşıt kutupları besleyerek bu mantığı cari kılmasındaki o can yakıcı, akıl dışı paradoks.
Eminim ki şimdi birileri Kemalizm'i yâd ederek bu iktidardan kurtulmak istemekte ve sorunlarından bu yolla kurtulacağını düşlemektedir.
Ama daha yirmi yıl önce, şimdilerde iktidarda olan bir kuşak/kutup, toplumsal adaletin ve siyasal ahlakın sağlanması için cari Kemalizm'den ve bunun bendelerinden kurtulmayı düşlemekteydi.
Geldiğimiz bu noktada şikâyet edilen koşullar bir nebze de değişmiş olsa da, o vahşi mantık yerli yerinde durmakta.
O nedenledir ki iktidarının ilk on yılında bir ölçüde de olsa haksızlık ve adaletsizliklerle mücadele eden Ak Parti hükümeti, son on yılında ise adeta "sistemi, düzeltmeye çalıştığım haline döndürerek bırakacağım" dercesine, haksızlık ve adaletsizlikleri yaygınlaştırmaya çalışmakta.
Öyle olmasaydı şayet, tıpkı 90lı yıllarda İslamcı gruplara atılan töhmetler gibi, sıradan bir çevreci eylemden bir hükümeti devirme girişimi davası türetilebilir miydi?
O zamanın beşli çetesi yerine başka bir beşli çete ikame edilebilir miydi? Bir zamanlar Necmeddin Erbakan'ın yargı yoluyla siyasetten tasfiye edilmesi gibi, Osman Kavala ve arkadaşlarına, bayramı zehir edercesine akıldan, adaletten, insafdan yoksun bu cezalar ve yargısız infazlar reva görülebilir miydi?
Ne demeli! Yüz yıl önceki benzeri bir figan gibi:
Ayıptır, yazıktır, günahtır!..
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish