Yolda kalmayı, yolda ilerlemekten daha çok sevenlerin başına mutlaka bir olay gelir. Yaşamın koşulu değil bu. Hep yolda ilerleyen göze gelir.
Ama yolda kalmak es geçilir. Yolculuğun insanın başına kesinkes bir şeyler getirdiği ortada. Yolculuğun en güzel tarafı yolda kalmaksa, diğeri başına neyin geleceğini bilmemektir.
Yine de yola çıkmayan, yolda kalamaz. İki yıldan beri gittiğim köylerdeki yaşlı insanların bir şeyleri anlatma isteğindeki büyü anlattıklarının saflığıyla harmanlandığında, yaşamı kutsayan ışığı onların gözlerinden okuyabilmenin arzusunda olmak, geçmişin yaralarına, sevinçlerine geri dönmeyi de kıymete bindiriyor.
Bugün değil, yarın değil, dünün ağzıyla homurdanan ve üzeri örtülmüş bilgeliğin nişanı düştükçe şu anın içine, zaman duraksıyor. Her şey kıpırtısız kalıveriyor. Değişiyor. Renkler, evler, tepeler, dereler başka sese çağırıyor.
Tüm sesleri bildiren insanın ruhuna bir adım daha yaklaşılıyor. İşte böyle anların içinden insanın içteki ve dıştaki yolculuğunun buluştuğu mekân önce homurdanmaya sonra da adımlarını atmaya başlıyor.
Zaman umursamazsa da bir daha yalpalıyor. Konuşanın sözleri zamanı yeniyor. Gitmedik yer bırakmıyor. Nasıl olursa olsun, kesesinden yıllar yılı dönüp dolaşan bir hikayeyi çıkarıveriyor.
Anlatmak sessizliği, sessizlik gitmeyi, gitmek kalmayı getirip başucuma yavaşça bırakıyor. Dinliyorum. Dinledikçe aksayan zamanın içinde kâh perde, kâh pencere oluyorum.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Bir an, hikâye anlatanın avcı, dinleyenin av olduğu şaklanıyor aklıma. Yine de anlatanın av, dinleyenin avcı olduğu bu zamanı hatırlıyorum.
Sözünü kimin kucağına bıraktığını, kimin kulağına yel esenliğinde mırıldandığını bilmeli, öyle konuşmalı insan. Dinleyen sır küpü olmaz, lakin sözün itibarını korumalı diye kendini tembimlemeli.
Belki hepsi sadece bir çelişki. Olsun çelişki yumağında da kaybolmak gerek, bazı şeyleri örterken o şeylerin üzerini açmak için. Asıl konuya geleyim.
Kış aylarında gittiğim asıl adı Pekran, resmi adı Killitaş olan Ermenilerden kalma bir köy burası. Sınır çizgisini derin vadide akan Arpaçay belirliyor.
Pekran, derin çukurun içinde, etrafı küçük tepeler ve kayalıklarla kaplı. Iğdır yolundaki dondurucu soğuktan, buzun pusun içindeki kardan burada eser yok. Güneş tepeden alabildiğince yokluyor yüzümüzü.
Karşıda Ermenistan sınır kuleleri ve eski tarihi bir kilise. Zamanında askerlerin burayı kurşunladığı iddia ediliyor. Bu iddiayı kilise duvarlarındaki kurşun delikleri onaylıyor. Arpaçay'ın şırıltısı duyuluyor.
Eski Ermeni medeniyetini kapsayan bu köyde, hâlâ Arpaçay yatağında ve üst noktalarda yer alan üzüm bağlarından dünyanın en lezzetli şarapları yapılıyormuş.
Ayrıca söğütlerin, kavakların arasına gizlenen ceviz ağaçlarını unutmamak gerek. Ağaçlar yüz elli yaşını neredeyse aşmış. Köyde üzüm yetiştirmeye devam edenler var.
Çoğu üzüm bağı sökülmesine rağmen, Arpaçay yatağındaki bağlar inatçı başına yeşermeyi sürdürüyorlar. Sınırda olma hissindeki tereddüt yokluyor insanları, taşları, ağaçları…
82 yaşındaki Ali Yorulmaz'ın evine doğru yürüyoruz. Dut ağacına bağlı köpek havlıyor, kazlar birden bire üzerimize geliyor, tavuklar sağa sola kaçışıyor. Demir kapıyı vuruyor taksici, "Ali amca, Ali amca…" diye sesleniyor.
- "Kim o?"
- "Gel hele Ali amca."
- "Pencereyi açıyor, gelin içeri gelin."
- "Hayır. Çok zamanımız yok. Gel bir şey konuşacağız."
Ali Yorulmaz'ın bir anda rengi gidiveriyor. Bir felaket olmuş da felaket kulağına fısıldanacak korkusuyla, yalpalayarak çıkıyor kapıdan.
"Yahu böyle olmaz ki, içeri gelseydiniz" diyor yine de.
- "Bu arkadaş seninle Erivan Radyosu için konuşacak."
- "Ne radyosu?"
- "Erivan Erivan."
Plastik sandalyeye oturuyor, bize de iki sandalye veriyor. Cebinden sigarasını çıkarıp sigara uzatıyor. Sigarayı yakmaya çalışırken, eşine sesleniyor, "Hele bize bir çay demle" diyor.
Taksici araya giriyor, "Zahmet etmeyin, zamanımız yok" diyor. Ben de aynı şekilde yineliyorum. "Yahu ne olacak, çay için." "Hayır," diyoruz.
"Erivan Radyosu'nu hatırlıyor musun, ilk radyo sizin eve mi geldi?" diye soruyorum.
Yaşıtlarımın hepsi radyoyu hatırlar. İlk radyoyu komşularımızdan biri satın almıştı. O zamanlar radyo büyük bir icattı. Kimin evinde radyo varsa, köyün zengini o oluyordu. Şimdi öyle mi, değil. Fakiri de zengin, zengini de fakir. Bizim zamanımızda insanın yapacağı şeyler çok azdı, bu yüzden daha çok birbirimize sığınıyorduk. Sevgi vardı, saygı vardı. Şimdikiler seninle götüyle konuşuyor.
Gülümsüyoruz.
- "Nasıl, ne demek istiyorsun?"
- "Şimdiki gençleri anlayamıyorum. Ben Kürtçe merhaba diyorum, o bana Türkçe karşılık veriyor. Yahu ben kendi dilimin şen şakraklığından bir şey bilmem ki. Zaten başka bir şey de bilmedik ki. Ama o ısrarla aynı şeyi yapıyor. Buraya kiliseyi görmeye gelen turistler bile birkaç kelime Kürtçe öğrenip öyle teşekkür ediyor."
- "Radyodan bahsetmeyecek misin?"
- "Bak sen de aynısını yapıyorsun. Sabırsızsınız evladım. Beklemeyi bilmiyorsunuz. Beklerken başka şeylerle ilgilenip beklediğinizi sanıyorsunuz. Bekle. İşin dinlemek değil mi, anlatacağım."
Gülümsüyor, "Haklısın" diyorum.
- "Biz sanıyorduk ki dünyanın tüm radyoları Kürtçe konuşuyor, Kürtçe türkü söylüyor"
- "Biz sadece radyo dinlemiyorduk. Biz yan yana gelip stranlar söylüyorduk, hikâyeler anlatıyorduk, oyunlar oynuyorduk. Sonra radyo geldi, biz anlatmayı bıraktık; o anlattı, biz dinledik, o söyledi biz oynadık. Eskiden bir düğünde halaya durduğumuzda dengbej söylerdi, biz oynamaya başlardık. Akşamsa halayın ortasında bir ateş yakılır, dengbej ya halay ya da ateşin başında olurdu. Radyo yayılmaya başlayınca, bu sefer de düğünlere radyoyu getirirdik. Radyoya ayak uydururduk. Ama dengbeji unuttuğumuzu bugün anlayabiliyorum. Radyo gelince biz dengbeji ikinci plana attık. Bu da bir nevi kolumuzu kanadımızı kırdı. En azından dengbejlik birilerine miras geçerdi; ustanın çırak yetiştirmesini yok saydık…"
İçerlenerek sigara çıkarıyor. Elleri titriyor. Çakmağı çakıyor, yanmıyor. Hemen yakıyorum sigarasını.
Ama şunu da demek istiyorum. Radyonun bizim gibi konuşması büyük bir olaydı. Çünkü bilmiyorduk. Biz sanıyorduk ki dünyanın tüm radyoları Kürtçe konuşuyor, Kürtçe türkü söylüyor. Neyse biz bir gün yine komşuda oturuyoruz. Radyoyu dinlerken biri içeri girdi, 'Yahu günlerdir adamlar konuşuyor, türkü söylüyor, bırakın da biraz dinlensinler' dedi. Hepimiz o an göz göze geldik. Acaba haklı mı dedik. Sonra bizden yurtdışını gören biri dedi ki, 'Yahu manyak manyak konuşma. Çık git buradan' dedi. Biz hiçbir şey olmamış gibi dinlemeye devam ettik. Ama aklımızda hâlâ o soru vardı: Bunlar da yoruluyor mu?
Araya giriyorum, "En çok hangi dengbejleri seviyordun?" diyorum.
Bir sigara daha yakıyor, bir ah daha çekiyor, uzaklara bir bakış daha atıyor, elini gözlerine bir kez daha götürüyor.
- "Efoyê Esad, Eyşa Miho, Fatma Îsa, Karapetê Xaço, Arifê Cizrawî, Şeroyê Biro… çok isim var da artık aklıma gelmiyor."
- "Radyoyla ilgili başka aklına gelen bir şey var mı?"
- "Var da gelmiyor. En az yirmi beş yıldır üzerine konuşmuyoruz. Nasıl aklıma gelsin. Konuşmadın mı her şey unutuluyor. Hatır unutuluyor, insan unutuluyor, sevgi unutuluyor, hatta düşmanlık da unutuluyor."
Taksiciyle göz göze geliyoruz. Gözleriyle gidelim diyor. Kalkıyoruz ayağa. "Ha" diyor; "Köyden biri mektup yazmıştı radyoya. Savaş zamanı kız kardeşi sınırın diğer tarafında kalmıştı. Onu bulmak için. Ulaştı mı, ulaşmadı mı mektup, bilmiyorum."
Ayrılmaya hazırlandık, ayağa kalktık.
"Bir çay içmediniz. Ne olacak, kıyamet mi kopacaktı bir çay içseydiniz" diyor. Teşekkür edip, vedalaşıyoruz. Taksiye doğru yürürken güneş tepeden aşağıya doğru inmeye başlıyor.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish