İlişkilerin başladığı 1979'dan bu yana ABD'nin Çin'e yönelik temel politikası, Pekin'i ekonomik ve siyasi olarak dünyaya entegre ederek Çin Halk Cumhuriyeti'nin daha açık bir topluma kavuşturulup çözülmesini sağlamaktı.
Bu amaçla Çin'in dünya ekonomisine entegrasyonu hızlandırılırken, küresel sermaye 1980'den itibaren hızlı bir şekilde Çin'e aktı ve bu yıllarda Çin en fazla yabancı sermaye çeken gelişmekte olan ülke oldu.
Bunun sonucunda 1979-1998 yılları arasında 320 bin yabancı firma Çin'de iş yapmaya başladı.
2001 yılında ise Çin'in Dünya Ticaret Örgütü gibi uluslararası kuruluşlara katılımı da sağlanarak, Pekin'in dünya ekonomisi ile entegrasyonu tamamlanma noktasına geldi.
Ancak Çin'in abartılı ekonomik büyümesi ve dünyayla artan etkileşimi, ABD'nin beklediği gibi vatandaş merkezli, özgür ve daha demokratik bir toplum yaratmadı.
Bunun aksine Çin liberal düzeninin tüm nimetlerinden faydalanıp bu düzeni kullanarak, birçok alanı kendi lehine yeniden şekillendiren bir güç haline geldi.
Aradan geçen yaklaşık 30 yıl Çin'i dünyaya entegre edip zayıflatmak yerine, Orta Dünya'yı daha da güçlendirip Amerika'nın karşısına revizyonist bir güç olarak dikilmesini sağladı.
Amerikan elitleri geç de olsa yanlışlarının farkına varmış ve büyüyen Çin tehdidini öncelikleri arasına almıştı.
ABD'nin değişen önceliklerinin ilk işaretini 2011 yılında dönemin Dışişleri Bakanı Hillary Clinton veriyordu.
Clinton, Foreign Policy'e yazdığı "Amerika'nın Pasifik Yüzyılı" başlıklı makalesinde, "Dünya politikasının geleceğine Irak veya Afganistan'da değil Asya'da karar verileceğini ve Washington'un tüm bu sürecin merkezinde olacağını" vurguluyordu.
2017'ye geldiğimizde ABD, küresel rakiplerini uluslararası topluma dâhil etme stratejisinin yanlış olduğunu Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi'nde açıkça ifade ediyor ve en büyük rakibini kendi elleriyle yaratmış olduğunu da itiraf ediyordu.
Bu tarihten sonra Amerikan elitleri peş peşe yaptıkları açıklamalarla Çin'in kendileri için en büyük tehdit olduğunu ve Rusya'nın artık ikinci plana itildiğini söylüyordu.
ABD Genelkurmay Başkanı General Joseph Dunford (2017):
Çin güvenliğimiz için ana tehdittir. Çin'in 2025 yılına kadar ABD için muhtemelen en büyük tehdidi oluşturacağını düşünüyorum.
CIA'nın başında bulunan Mike Pompeo (2017):
ABD için en büyük güvenlik tehdidi Çin'dir.
FBI Direktörü Christopher Wray (2020):
Ulusumuza yönelik uzun vadeli en büyük tehdit, Çin'den gelen karşı istihbarat ve ekonomik casusluk tehdididir.
Ronald Reagan Başkanlık Vakfı ve Enstitüsü'nün 2021 anketi:
Amerikalılar Çin'i ülkenin en büyük düşmanı olarak görüyor.
ABD elitleri ve halkı için Pekin'in en büyük tehdit haline geldiğini gösteren bunun gibi sayısız örnek bulunuyor.
Aslında Ukrayna'da gösterdiği performans sonrasında kapasitesini ciddi şekilde aşikar eden Rusya'nın çok da hayati bir tehdit olmadığı ve ABD'nin risk sıralamasında, Çin'in neden Rusya'nın önüne geçtiği de anlaşılıyordu.
Rusya'nın Ukrayna işgali devam ederken, ABD Savunma Bakanlığı tarafından her yıl hazırlanan ve ülkenin geniş stratejik hedeflerini tanımlayan Ulusal Savunma Stratejisi, 30 Mart itibarıyla tamamlanıp gözden geçirilmesi için Kongre'ye sunuldu.
Savunma Bakanlığı'nın yayımladığı bilgi notuna göre, "Çin en önemli stratejik rakip" olarak tanımlandı.
Bakanlık, büyüyen Çin tehdidini caydırmak için harekete geçilmesini ise en önemli öncelik olarak belirledi.
ABD, Rusya'nın agresifliğine rağmen Çin'i kendine en büyük tehdit olarak görüyor ve Çin tehdidinin önüne geçmek için uzun bir süredir bazı önlemler almaya çalışıyor.
Ancak yukarıda da ifade ettiğimiz gibi ABD uyuyan ejderhayı yanlış stratejilerle kendi uyandırdı.
Daha açık bir toplum oluşturma amacıyla Çin'i dünyaya entegre etme girişimi, Çin'in ekonomik bir dev olmasıyla sonuçlandı ve bu durum Çin'i açık bir toplum olmaktan ziyade daha otoriter ve ABD için zorlayıcı bir rakip haline getirdi.
Özellikle Şi Cinping, statükocu haleflerinin aksine Çin'i revizyonist bir güç haline getirdi ve devasa ekonomik gücü sayesinde birçok bölgede nüfuz alanları oluşturdu.
Milliyetçi bir toplumunun oluşmasıyla birlikte içeride ve dışarıdaki her türlü zorluğa karşı bir arada duran bir Çin toplumunun oluşması da sağlanarak, ABD'nin zenginleşen toplumun demokratik taleplerinin artacağı savını da çürütmüş oldu.
ABD her ne kadar hatasını anlasa da bu biraz geç oldu ve şimdi Çin'i durdurmanın çok da kolay olmadığı anlaşılıyor.
Çünkü uluslararası sisteme böylesine entegre ve neredeyse her ülkenin en büyük ekonomik partneri olmuş bir Çin'le başa çıkmak sanılanın aksine çok kolay değil.
Bunun da ötesinde ABD'nin bazı girişimlerine rağmen kapsamlı doktorinel bir Çin stratejisinden yoksun olduğunu da bilmek gerekiyor.
Özellikle Biden'ın Çin'e yönelik basit insan hakları söylemi ve başarıya ulaşma ihtimali düşük çevreleme stratejisinin şimdiye kadar Pekin üzerinde kayda değer bir etki yapmadığı görülüyor.
Üstelik ABD'nin Asya-Pasifiik stratejisi nedeniyle ağırlığını çektiği birçok bölgede Çin daha da güçleniyor.
Ve her şeyden önemlisi Çin'in acelesi bulunmuyor. Liberal uluslararası sistemden rahatsız olmadan, sistemden nemalanan ve sistem içerisinde yavaşça büyümeyi hedefleyen bir güç.
Hem kendi hatalarından hem de SSCB gibi önceki güçlerin hatalarından dersler çıkaran bir güç.
Ekonomiye önem verdiği kadar, teknolojiye, eğitime ve askeriyeye de önem veren bir güç haline geldi.
Ve böyle giderse ABD'nin aşınan hegemonik gücü daha da aşınacak ve Çin'e karşı harekete geçmek zorlaşmanın ötesinde imkansız bir hal alacak.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish