18'inci yüzyıl ve sonrasındaki sömürge imparatorluklarını inceleyen İngiliz tarihçi David Fieldhouse, Afrika'ya dair dikkat çekici bir tespitte bulunur.
Fieldhouse söz konusu dönemde Afrika'nın (köle ticareti haricinde) Avrupalı tüccar ve yatırımcıların ilgisini çekmediğini, bu nedenle 18'inci yüzyılın Amerika kıtasındaki sömürge imparatorlukların, 19'uncu yüzyılın ise Asya kıtasındaki sömürge imparatorluklarının çağı olduğunu söyler.
Afrika'nın ise ancak 1800'lerin sonunda Avrupalı sömürge imparatorlukları için cazip hale geldiğini, dolayısıyla sömürge rekabetinin en son Afrika üzerinde gerçekleştiğini söyler.
Afrika üzerindeki bu rekabet, kıta ülkelerinin bağımsızlıklarını kazanmasının akabinde ve küresel sermayenin güney ve doğu Asya'ya kaymasıyla sönümlendiği izlenimi vermiş ama esasen örtülü bir şekilde yürütülmüştü.
Başta Çin olmak üzere yükselen bölgesel ve küresel güçlerin de artan ilgisi üzerine Afrika, 2000'li yıllarla birlikte küresel rekabetin yeniden merkezi haline geldi.
Avrupa Birliği (AB), Çin ve Hindistan ve Türkiye gibi aktörler mutat Afrika zirveleri düzenlemeye başladılar.
17-18 Şubat 2022 tarihlerinde Brüksel'de düzenlenen AB ile Afrika Birliği altıncı zirvesi, format olarak emsallerine benzemekle birlikte kıta üzerindeki rekabette önemli bir kırılmanın işaretçisi.
Bu bağlamda zirve öncesi ve sırasında AB liderlerinin beyanatları, Afrika'ya yönelik rekabetin bundan sonra daha açıktan yürütüleceğine dair önemli mesajlar veriyor.
Zirvenin mutat gündem maddeleri arasında güvenlik işbirliği, düzensiz göçle mücadele ve Afrika dışına yasadışı sermaye çıkışının engellenmesi bulunuyordu.
Ancak bu konularda kayda değer yeni bir yaklaşım sergilenmedi; alışılageldik ortaklık ve işbirliği söylemleri yinelendi.
Kovid-19 salgınıyla mücadelede AB'nin tutumu ve Afrika ülkelerinin tepkisi hararetli olması beklenen bir husustu.
Çünkü Avrupa ülkeleri pandeminin başından beri azgelişmiş ülkelerin Kovid-19 aşılarına erişimlerini kolaylaştıracak inisiyatifleri almadıkları gibi, kendi nüfuslarının ihtiyacının üstünde aşı stoku yaparak tepki çekmişti.
Dahası, Güney Afrika ve Botswana'da Omicron varyantının tespit edilmesi üzerine AB Komisyonu, bölge ülkelerine ivedi bir şekilde seyahat yasağı getirilmesi tavsiyesinde bulunmuştu.
Söz konusu varyantın bazı Avrupa ülkelerinde de görüldüğü ortaya çıkmasına rağmen ısrarla sürdürülen seyahat yasağı ancak ocak ayı ortasında kaldırılmıştı.
AB'nin Afrika'ya yönelik bu katı tutumu bazı kıta ülkelerince "ırkçı" olarak nitelendirilmişti.
Ancak AB, Afrika ülkelerine 450 milyon doz aşı yardımı vadederek ve aşı patentlerinin kaldırılması için gayret göstereceğini kayda geçirerek konuyu geçiştirmeyi başardı.
Geçiştirdi diyorum; çünkü patent konusunda somut bir taahhütte bulunmadığı gibi 450 milyon doz aşı Afrika'da 225 milyon kişi için iki doz aşı demek.
Büyük gibi görünmekle birlikte bu rakam 1,2 milyarı aşkın nüfuslu kıtada iki doz aşı olanların sayısını sadece %20 artırabilecek.
Zirveyi kritik hale getiren esas faktörün ise, AB'nin Afrika'ya bakışında ve kıtaya yönelik politikalarında önemli bir revizyona gitmek istediğine dair işaretler barındırması olduğunu söyleyebiliriz.
Büyük proje ve planlar açıklamak hiç adeti olmayan AB'nin "Küresel Giriş Kapısı" (Global Gateway) adlı yeni inisiyatif çerçevesinde Afrika ülkelerine 150 milyar avroluk yatırım yapma taahhüdünde bulunması bu yaklaşım değişikliğinin en önemli göstergesi.
Bahse konu dönüşümü hızlandıran faktörlerin arasında AB lider kadrosunda 2019 yılı sonunda gerçekleşen değişimin ardından daha belirgin hale gelen AB Komisyonu'nun tutum değişikliğine de değinmek gerekiyor.
Rusya'nın 2014 yılında Kırım'ı işgalinin ardından izlediği agresif politikalar, Trump yönetimindeki ABD'nin NATO bünyesindeki müttefiklik ruhuyla bağdaşmayan söylem ve tutumları ile İngiltere'nin birlikten ayrılacağının kesinleşmesi, AB'yi küresel ölçekte daha önalıcı bir tavır almaya itti.
Nitekim Alman asıllı Ursula Von der Leyen'in Başkan olduktan sonra AB Komisyonunu "jeopolitik komisyon" olarak adlandırmayı tercih etmesi kaydadeğer. AB'nin mevcut dönem Başkanı Fransa Cumhurbaşkanı Macron da 2019 yılından bu yana Birliğin jeopolitik bir güç olarak konumlandırılması gerektiğini savunuyor.
Bu minvalde iç sorunlarına odaklanmanın da etkisiyle Afrika'da son 20 yıldır ekonomik alanda Çin'e, 2015 yılından bu yana ise güvenlik alanında Rusya'ya karşı zemin kaybetmiş olan AB, 150 milyar Avroluk yatırım taahhüdüyle kıtaya yönelik daha proaktif bir politika izleyeceği mesajı vermiş oldu.
Söz konusu yatırım paketinin enerji, ulaşım, dijital dönüşüm, iklim değişikliğine uyum, sürdürülebilir büyüme, istihdam, eğitim ve sağlık gibi alanları kapsayacağı ilan edildi.
AB yöneticileri tarafından paketin, Çin'in 10 yıldır uyguladığı ve ciddi mesafe aldığı altyapı odaklı "Kuşak ve Yol Girişimi"ne rakip ve Afrika ülkeleri için de bir alternatif olarak takdim edilmesi önem arz ediyor.
AB'nin bu yeni yaklaşımı, Afrika ülkelerinin önündeki diğer alternatiflerin etkinliğinin AB ülkelerinin kıtadaki birkaç asırlık geleneksel pozisyonlarını sarsmakta olduğunun da kabulü niteliğinde.
AB'nin Afrika'ya yönelik söz konusu yaklaşım değişikliğinin temelinde, bir taraftan kıtayı ekonomik olarak kaybederken, coğrafi yakınlığı nedeniyle kıta kaynaklı terörizm ve düzensiz göç gibi sorunlardan en çok etkilenecek olma endişesinin bulunduğunu söyleyebiliriz.
Zira AB'nin aksine Çin, Hindistan, Brezilya, Türkiye ve Rusya gibi kıtanın diğer yükselen ortakları Afrika kıtasındaki sorunlardan ancak dolaylı şekilde etkileniyor.
Bu itibarla, AB, Afrika'ya ilişkin sorunlarla yüzleşip külfetlerini yüklenmesine rağmen kıtanın sunduğu fırsatlarda oyun dışında kalmak istemiyor.
Bu bağlamda AB, taahhüt ettiği 150 milyar Avroluk yatırım bütçesiyle bir taraftan kıtadaki kronik azgelişmişlik, yoksulluk, işsizlik gibi sorunları hafifletmeyi öngörürken, diğer taraftan Afrika'yı önemli bir pazar olarak elde tutmayı, kıtadaki karlı yatırımlarını artırmayı ve daha da önemlisi, düşük karbon ekonomisi ve yeşil dönüşüm için kiritik önemdeki nadir madenleri elde etmeyi hedefliyor.
Bununla birlikte AB'nin yeni Afrika yaklaşımının başarılı olup olamayacağı şimdilik belirsiz.
Öncelikle Birlik içerisinde Afrika'ya yönelik yeknesak bir tutum henüz oluşturulabilmiş değil.
Örneğin AB ülkelerinin azımsanmayacak bir kısmı, IMF'ye tarafından oluşturulan bir çeşit kredi mekanizması olan ve kullanmadıkları özel çekme haklarının (SDR) Afrika ülkelerine tahsis edilmesine sıcak bakmıyor.
İkincisi, AB üyelerinin "Global Gateway" girişimi için ülkesel bazda ne kadar finansman ayıracakları belirsiz.
Üçüncüsü, AB ülkeleri yatırımcılarının kıtada öngörülen düzeyde yatırım yapacaklarının garantisi yok.
Yatırım kararlarının sadece AB ve ilgili üye ülkenin teşvikleri üzerine değil, hedef ülkedeki koşullara da bağlı olarak alındığı gözönünde bulundurulduğunda Birliğin işi hiç de kolay görünmüyor.
Üçüncüsü ve en kritik olanı, AB'nin söz konusu girişiminin Afrika ülkelerini cezbedip etmeyeceği.
AB tarafından sağlanan finansmanın, bağış dahi olsa belli koşullara tabi kılındığına dair algı Birlik adına önemli bir dezavantaj.
Sonuç olarak AB, Afrika'nın "tercih ettiği" ortağı olmak istediğini ilan ediyor ama bu beklentinin Afrika'da ne kadar makes bulacağını zaman gösterecek.
Nitekim Afrika ülkelerinin, ilişkilere ivme kazandırmaya yönelik AB'nin gayretlerine mesafeli yaklaştığı iddia ediliyor.
Dahası zirve sonuç bildirisinin başlığının "Afrika-Avrupa İttifakı" olmasına yönelik AB teklifinin, Afrika ülkeleri tarafından reddedildiği ve "ortaklık" ibaresinin yeterli görüldüğü dillendiriliyor.
Bu itibarla, AB'nin mevcut girişiminin, geçtiğimiz 20 yıl içerisinde ilan edilen strateji belgeleri ve ortak deklarasyonların akıbetine uğrayarak birkaç yıl içerisinde yerini bir başka strateji, girişim veya politikaya bırakması ihtimal dahilinde.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish