Cehennem kavramı
Cehennem kavramı, akıllarda bir ateş motifini yaratmaktadır. Bu motif beşerî hayattaki ateş motifi ile aynı ölçütlere sahip olup olmadığını anlamak lazım.
İnsan zihninde dini inancın bir tezahürü sonucunda tanrıya itaat etmeyen kişinin gittiği yer olarak tanımlanır. Her çağda olduğu gibi bu çağda da bu anlayış halen devam etmektedir.
Tek tanrılı dinlerin temelinde bir ahiret inancı vardır. Ahiret inancı; ölümden sonraki yaşama inanmak manasına gelmektedir.
Eskiçağ toplumlarının çoğu, ahiret inancına mensup olduğundan cehennem kavramına o kadar da uzak değillerdi.
Ancak tanımladıkları cehennem kavramları, her toplum için aynı şeyi ifade etmeyebiliyordu. Bu nedenle Eskiçağ toplumlarını incelerken bu husus da göz önünde bulundurulmalıdır.
Cehennem genel manada zihinde meydana gelen bir ceza yöntemidir. Bu ceza, inandıkları kutsal ve yüce varlık tarafından verilirdi.
Bu nedenle tanrı motifini kafalarda sadece mutlak bir otorite olarak değil, aynı zamanda da cezalandıran ve ödüllendiren mutlak bir otorite olarak görmek mümkündür.
Suç veya günah kavramları her ne kadar birbirine yakın anlamlar ifade etse de birbirinden çok uzak iki kavramdır.
Suç, beşerî yaşam içerisinde değerlendirilen bir davranış biçimdir. Sonucunu mutlak olarak beşerî yaşamdan almak mümkündür.
Yargılama işi toplumun güven duyduğu kişilerce yapılırdı. Bu yargılama işi yine aynı şekilde beşerî sistem içinde yapılırdı.
Ancak günah kavramı, daha çok ilahi bir dayanak tarafından kesin olarak ortaya konmuş emirlere uymama davranışıdır. Sonucu inanan toplumlar için ölünce alınırdı.
Yargılama işi tanrı tarafından mutlak bir adaletle yapılırdı. Veyahut böyle yapıldığına inanılırdı.
Suç ve günah kavramı iç içe geçtiğinden dolayı ayrımı yapılamamakta ve yanlış tanımla yapılmaktadır.
Kavramlar arası çatışmalar din açısından oldukça önemlidir. Çünkü dini değerler bu kavramlar üzerinde bina edilmiştir.
Bu nedenle, iki kavramın çatışması dini değerlere oldukça ters düşebilmektedir.
Dinler; belli amaç ve gaye doğrultusunda değil, zamanla biriken değerlerin ilahi bir kaynakla bütünleşmesi olarak tanımlanabilir.
Hiçbir din yoktur ki kasıtlı olarak ortaya konmuş olsun. Bu kasıt, insanların kendi çıkarlarını da beraberinde getirdiğinden ilahi güç buna engel olmak istemektedir.
Dünya olarak nitelendirdiğimiz bu gezegen içinde yaşamını sürdüren insanoğlu, milyonlarca yıldır dinden uzak kalmamış veya kalamamıştır.
Gündelik hayatta yaşamımızı sürdürürken bir tarafımız dini ağırlığını hissedebilmektedir.
Oysa tanrıyı da dini de reddetmek davranışı, bilgisizliğin bir ürünü müdür?
Bilginin kaynağını ve doğruluğunu merak eden insan, bu merakını gidermek için mutlak surette tanrıya da dine de ihtiyaç duyacaktır.
Cehennem kavramının insan üzerinde bir baskı ve müdahale aracı olduğunu göz önünde bulundurmak gerekir.
İnsan kendine göre tanımladığı cehennem kavramını suç ya da günah unsuruyla bütünleştirdiğinden kötü davranışları ayırt edebilmektedir.
Bu ayrımı yapabilmesine karşın kötü davranış yapmaya devam ediyorsa, benliğinde oturmuş bir tanrı ya da din olup olmadığını sorgulaması lazım gelir.
Bir tanrıya gerek var mı?
Evren yaratıldığından beri yaşadığımız gezegende meydana gelen olayları anlamaya ve özümsemeye çalışmaktayız.
İnsan doğası gereği her zaman bir şeye inanmak ve güvenmek istemiştir. Bu nedenle bu inanma ve güvenme isteği, birtakım olguları da beraberinde getirmiştir.
İlk olarak bir tanrıya ihtiyacın olup olmadığından önce, "Tanrı nedir ve kimdir?" sorularına cevap bulmak gerekir.
Tanrı kavramı özellikle son yüzyılda zihnimizi meşgul eden bir kavram olmadığı için, bugünün şartlarıyla açıklamak doğru olmamaktadır.
Çünkü dünya var olduğundan beri tanrı da vardır. Şu soruyu sormak belki de zihnimizi biraz daha yoracaktır:
Dünya var olduğundan beri mi tanrı var?
Yoksa tanrı var olduğundan beri mi dünya var?
Bu hususta şüphesiz başvuracağımız kaynaklar aşağıdaki gibi olacaktır:
- Zebur
- Tevrat
- İncil
- Kur'an
Yukarıdaki kaynaklar bugün günümüzde halen başvurulan kaynaklardır. Yukarıdaki kaynakların hepsinde de tanrı, dünya var olmadan önce var olduğunu bildirir.
Dünya yaratıldıktan sonra var olmaya devam etti ve sonsuza kadar da devam edecektir.
Bu bilgi ilahi kitaplardan günümüze kadar gelmiş bir bilgidir ve hangi dine ve inanca sahip olduğumuzun bir önemi yoktur.
Kafamıza yerleşmiş bir tanrı kavramı var ise, gerçekten tanrı vardır. Zihinde var olan bir tanrı kavramı, aslında ona ihtiyacımız olduğu içindir.
Şu konuya özellikle dikkat çekmek gerekir; tanrının nasıl motiflendiği değil, var olup olmadığı ve ihtiyaç olup olmadığıdır.
Daha öncede bahsettiğimiz üzere, tanrı motifi her toplumda farklı olmuştur.
Eskiçağ insanı nasıl ki, taşı oyup ona tanrı adı verdiyse yakın çağ insanı da sonsuz güç ve kudret sahibi ve hatta her birimizin elinden asla düşürmediği bir cep telefonu yahut bir laptop olarak tanrının tanımını yapmaktadır.
Eskiçağlardan beri insanın bitmek tükenmek bilmeyen istek ve arzuları onu zamanla bencil bir hale getirmiştir.
Her şeye sahip olma düşüncesi, zihninde doğaüstü bir varlığı kabul etmesine neden olmuştur.
Havanın sıcak olduğu bir vakitte, o varlıktan serinletmesi için yağmur istemiş; üşüdüğü zaman da ısınmak istemiştir.
Şüphesiz doğada meydana gelen olaylar insanın inancını etkileyen önemli bir etmendir. Bu nedenle insan ve doğa savaşmış, barışmış, küsmüş ve birbirlerinin canlarını acıtmıştır.
İnsanoğlu ilk olarak doğayı bir tanrı olarak adlandırmış, sonra doğa ona istediğini vermeyince tanrıyı reddetmiş ve yeni tanrı arayışına girmiştir.
Bu tanrı arayışı zamanla somutlaştırılmış ve taşlar oyularak adına tanrı denmiştir. Doğaüstü varlık artık somutlaştırılmış ve elle tutulmaya başlanmıştır.
Somutlaşan bu nesnelere basit bir tanımlama yapılacaksa eğer, heykel demek en doğrusu olacaktır.
Eskiçağlarda sıkça karşımıza çıkan bu olayın aslı astarına bakıldığında, tam manasıyla bir tanrı motifi taşıdığını söyleyebilmek oldukça güçtür.
Çünkü heykel adı verilen bu nesneler, bazı dönemlerde el üstünde tutulurken, bazı dönemlerde de yerle bir edilmiştir.
Bu kin ve nefret tanrıya mı; yoksa bir heykele mi olduğunu anlamak işin sosyolojik boyutuna girebilmektedir.
İnsan ihtiyaç duyduğu şeyleri her zaman yanı başında hazır bir şekilde görmek ister. Bu nedenle kendi elleriyle yarattığı tanrısını da hemen yanı başında görmek ve ayırmak istemez.
Bir tanrı olarak nitelendirilen bir putun toplum nezdinde kabul görmesi icap ederdi. Toplumun benimsediği tanrı ya da tanrılar her bir bireyin evine tanrının bir şubesi olarak girebiliyordu.
Ortak ibadet alanları dışında da tapınma ve ibadetlerin yapıldığını ve ortak bir tanrı anlayışın mutlak derece olması gerekiyordu.
İnsan sadece tanrıya ihtiyaç duymaz. Bazen de yakınındaki bir insana ihtiyaç duyabilir. Bu ihtiyaç kimi zaman fizyolojik kimi zamanda cinsellik olabiliyordu.
Özellikle cinsellik konusunda yakınında olan bir insana ihtiyaç duyması ve bu ihtiyacın karşılanması sırasında tanrının önünde yapılamaması gerektiğinin farkındalığı vardı.
Buradan şöyle bir çıkarım yapılabilir:
İnsan ihtiyaçlarını karşılamak isterken eğer bir tanrıdan yardım istiyorsa, insanlardan gizli, insanlardan yardım istiyorsa da tanrıdan gizli yapıyordu.
Her şeye sahip olma içgüdüsüyle hareket eden insan bir anda tanrıya karşı mahcubiyetini ortaya koymaktadır.
Bu mahcubiyet kimi zaman isyan noktasına gelse de tanrısından uzak kalmak da istemiyordu.
Çünkü uzak kaldığında başının derde gireceğini ve ister istemez günah olarak nitelendirilen davranışları meydana getirebilme korkusu vardır.
Bu hususu ifade ettikten sonra, insanın bir tanrıya ihtiyacının olup olmadığını da iyi görmeye olanak sağladık.
İnsan dünyada kendini bir birey olarak ifade etmeye çalıştığında, aslında öyle olmadığının ve asla bireyselleşme sürecinde toplumdan uzaklaşamayacağının farkına varmaktadır.
Toplumsal düzenlemeler bireysel olarak değil, çoğunluğun ihtiyaçları doğrultusunda yapılırdı. Bu tıpkı tanrının dünyaya yolladığı insanın, onun koyduğu kurallardan uzak kalamayacağını ifade etme biçimdir.
Her birey ayrı olarak ifade edilse de keza böyle olsa da onu hiç bıkmadan izleyen bir tanrının varlığından haberdarız.
İnsan tek başına bir anlam ifade etmemektedir. Yalnız değildir ve olamaz da. Çünkü insan bir tanrıya bağımlı olarak yaşamaktadır.
Toplumsal bağlılık olarak ifade edilebileceği gibi, tanrıya olan ihtiyacın ne düzeyde olduğunu da iyi analiz etmek gerekir.
İnsanoğlu her zaman hüsranla sonuçlanan olaylar akabinde, kendini yalnız hissetmekte ve birtakım duygular içerisine girmektedir.
Kimi zaman bu duyguların sebebini kendisine kimi zaman da inandığı tanrısına bağlamaktadır.
Günlük hayatta yaptığımız doğrular, yanlışlar ve seçimlerin bizim tekelimizde olduğunu bilmek icap eder. Bu noktada karşımıza bir kader inancı çıkmaktadır...
Kader inancı ve yanlış bilinenler
İnsanoğlu, yirmi dörtlük bir saat diliminde birçok olay yaşar ve bu yaşadığı olayları hep bir yerlere bağlama gereği hisseder.
Başından geçen olayları analiz ettiğinde iyi olanları kendi tekeline, kötü olanları ise ilahi bir kaynağın tekeline atfetmektedir.
Bugün nereye gidersek gidelim, karşımıza mutlak surette bir kader inancı çıkmaktadır. Ancak bu gittiğimiz her yerde kader inancı aynı olmayabiliyor.
Özellikle Sünni olan Müslüman toplumlarda, tanrının bizim yaşantımızı tayin ettiği düşüncesi vardır.
Bu düşünce özellikle İslamiyet'in yeni yayılmaya başladığı dönemlerin bir düşüncesi olmakla beraber günümüzde dahi bu anlayış devam etmektedir.
Oysa tanrı, bizlerin sadece doğum ve ölüm tarihlerimizi tayin eder. Bunun dışında kalan her şey insanın kendi seçimleri, doğruları ve yanlışlarıdır.
Aşağıdaki şemada kader inancının bir özeti bulunmaktadır:
Şekilde tanrının insanın kaderine bir müdahalesinin olmadığını görmek mümkündür. Düşünen ve düşündüğünü analiz edip davranışa dökebilen insan, bir irade sahibidir.
Bu iradesini yeri geldiğinde bir üstünlük alameti olarak kullanabilmektedir.
Bu kadar üstün olduğu varsayılan insanoğlu, neden aciz davranıp, kaderini tanrının eline teslim eder ki?
Bu soruyu yanıtlamak çok güç olmasa gerek. İnsan, yaptığı yanlış seçimlerin sorumluluğunu üstlenmek istemez. Bu nedenle bu sorumluluğu tanrıya yüklemek ister.
Oysa tanrı ise bu sorumluluğu insanın iradesine bırakmıştır. Alınan malın bozulduktan sonra üreticisine iade edilmesi ve bozduğu malın üreticisinin hatası olduğunu iddia etmek gibidir.
Tanrı mükemmeldir, böyle acizce oyunlara gelmeyecek kadar da mükemmeldir. Bunu bildiği için tanrı, insan kaderine müdahale etmemektedir.
Toplum; hangi davranışların iyi olduğunu, hangi seçimlerin doğru olduğunu ve hangi kararların hangi sonuçları doğuracağını kendisi belirlemiştir.
Buna rağmen yapılan yanlış davranışlar ve alınan yanlış kararların sorumluluğu neden kabul edilmez?
Tanrı zaten her şeyden haberdar, davranışlarımızı önceden biliyor diye bahanelere sığınarak, aslında kendimizin ne kadar aciz olduğunu ortaya koymaktayız.
Oysa sonucu iyi olan her davranışın sahipsiz kalmadığını ve mutlaka sahip çıkıldığı gerçeği de vardır. İyi olan da kötü olan da bizim aldığımız kararların birer sonucudur.
Bu kararları bizim adımıza tanrı almadığına göre, sorumluluğu da bizlere aittir.
Yalnızca başı ve sonu belli olan kaderin, en iyi bir şekilde doldurma k ya da en kötü şekilde doldurmak varken, neden sorumluluklarımız için bir çıkış yolu aranmaktadır?
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish