Dosya/Soruşturma: Çeviride sansür ve çevirmenlerin misyonu (1)

Türkiye'de çeviri kitapların aslına uygun, hiçbir kelimesi ve cümlesi değiştirilmeden çevrildiğini düşünüyor musunuz? Bu ve benzeri "kasıtlı" hataların yapılmaması için neler yapılabilir?

Fotoğraf: Wikimedia

Türkiye'de geçmiş yıllarda çevrilen kitaplarda sansürlerin ortaya çıkması, günden güne artarak devam ediyor.

Sansürlerin egemen ideolojiyle aynı çizgide olması, başka sonuçları ve nedenleri de beraberinde getiriyor. Çünkü özellikle Türkiye'de yaşayan Kürtlere ve Alevilere yönelik yapılan bariz hatalar ve sansürler, aynı zamanda Türkiye'deki resmi ideolojinin yıllardır Kürtlere ve Alevilere dönük bakış açısını yansıtmaktadır.

Aynı zamanda bakış açısının hiç değişmediğini de göstermektedir. "Kürdistan" sözcüğünün birçok çeviri kitapta sansürlendiği, Kürtlere olan bakış açısının bireylerde, kurumlarda değişmediği görüldü bir kez daha.


Fatih Özgüven'in "ensest" sözcüğünü "kızılbaş" olarak çevirmesi, yalnızca ona has bir hata değildir.

Murat Belge'nin de, William Faulkner'in Döşeğimde Ölürken romanında "ensest" sözcüğünü "kızılbaşlık" olarak çevirdiği yine sosyal medyadaki kullanıcılar sayesinde ortaya çıktı.

Yayınevleri böyle sorunlar cereyan ettiğinde, yaptıkları ilk savunma ise kitapları toplatmaktan ve küçük özürle konuyu kapatmaktan öteye gitmiyor.

Ayrıca sonradan yayınevinin verdiği beyanı yerine getirmediği, sansürlü kitapların da toplatılmadığı görülmektedir.

Yayınevleri okuru ve kamuoyunu bilgilendirecek bir yapıdan uzak olmasının yanında, her şeyi neredeyse çevirmenlerin üzerine yıkabiliyor.

Politik ve ekonomik olguların işin içine girdiğini görmekteyiz. Yayınevleri eğer sırf açılacak bir davanın korkusuyla böyle bir sansür uyguluyorsa, bunun ikna edici yanını kapalı kapılar ardında değil, kamuoyuna karşı verebilmelidir.

Ya da yayınevi bünyesinde çalışan editör, çevirmenin politik duygularını bir kenara bırakarak yaptığı işin hassasiyetini bilmesi gerekir. 


Oysa geçmiş dönemlerde yayıncıların birleşerek adeta mahkemeye meydan okuduğu hikayeler bilinmektedir.

ABD ve Türkiye'de o dönem yasaklanan kitaplar arasına giren Henry Miller'ın Oğlak Dönencesi romanını toplatma kararı alınmış, yayıncı Erdal Öz ve kitabın çevirmeni Aylin Sağtür yargılanmıştı.

Buna tepki olarak da 39 yayınevi Oğlak Dönencesi kitabını basarak Erdal Öz ve Aylin Sağtür'ün yanında olduklarını deklare etmişlerdi böylece.

Asıl önemli adım ise bundan sonra başlıyor, Erdal Öz ve Aylin Sağtür'e para cezası ve kitabı imha kararı alan mahkeme bambaşka bir olayla karşılaşıyor.

Yine 39 yayınevi, Oğlan Dönencesi kitabını toplatan devlete karşı, mahkemenin sakıncalı bulduğu sayfaları boş bırakarak tekrar basıyorlar.

Ama kitaptaki sakıncalı bulunan sayfalar kurul raporunda yer aldığından, yayınevleri kitabın başına Erdal Öz'ün savunmasını ve kurul raporunu koyarak bir nevi boş bırakılan sayfaları kurul raporuyla doldurarak sansürü delmiş oluyorlardı.

Ama iş bununla bitmemiş, yayınevleri tekrar yargılanmış, mahkemeden sonra Can yayınlarının bastığı Oğlak Dönencesi kitabındaki sakıncalı denilen yerler siyah bant şeritle kapatılmış ve böylece kitap toplatılmamıştı.

Bu olağanüstü sansür hikayesi çok geçmişte kaldı belki, ama şimdilerde böyle bir dayanışmanın görülmeyeceği de ortada.

Piyasadaki rekabet nedeniyle dayanışmadan çok, birbirinin kuyusunu kazan bir düzende yaşıyoruz artık.

Ve yayınevleri, özellikle sansür ve diğer konularda hem sorumluluk almıyor hem de aradan sıyrılmak için yine piyasadaki gücünü kullanıyor.

Böyle bir soruşturmanın yapılmasının amacı da bir şeylerin anlatılabilmesi, nedenlerinin bilinmesi ve sağlıklı bir tartışma ortamına katkı sağlamaktır. Umarım bu soruşturmadan sonra sağlıklı bir tartışmanın içinde buluruz kendimizi. 


Soruşturmanın ilk bölümünde Abdullah Aren Çelik, Begüm Kovulmaz, Mehmet Fatih Uslu ve Süleyman Doğru soruları cevapladı:

Soru 1: Salman Rushdie'nin Floransa Büyücüsü kitabının çevirisinin bir bölümünde, "Kürdistan" sözcüğünün, "Kürtlerin yaşadığı topraklar" olarak değiştirildiğini okuduk.

Kitabı çeviren Begüm Kovulmaz, "Kürdistan sözcüğünü sansürlemem mümkün değil, yayınevine gönderdiğim çeviri dosyasında da sözcük Kürdistan" diye bir açıklamada bulundu.

Birkaç gün önce de bir okuyucunun sosyal medyadaki paylaşımıyla, Fatih Özgüven'in Nabokov'un Lolita (1982 yılındaki Can yayınları baskısında) isimli romanında "ensest" kelimesini "kızılbaş" olarak çevirdiği ortaya çıktı.

Fatih Özgüven konuyla ilgili, "Hem bilgisizliğim hem de cehaletim nedeniyle sosyal medyada gündeme gelen o affedilmez vahim hatayı yaptım" diyerek, buraya hepsini ekleyemeyeceğim uzun bir açıklama yaptı.

Türkiye'de çeviri kitapların aslına uygun, hiçbir kelimesi ve cümlesi değiştirilmeden çevrildiğini düşünüyor musunuz? Bu ve benzeri "kasıtlı" hataların yapılmaması için neler yapılabilir?

 

Soru 2: Martin Luther, Kitabı Mukaddes'i Almanca'ya çevirdiğinde, kilise tarafından ihanetçi olarak
görüldü.

Kilisenin Luther'e yönelttiği eleştiri anlaşılabilir belki, onlara göre kutsal kitap başka dile
çevrilirse gerçek manasından uzaklaşabilir.

Öte taraftan Latince bilmeyen insanların, orijinal dilinde okudukları İncil de kendileri için anlaşılır olmaktan uzak olacaktı.

Burada her iki tarafın da hassasiyetini gözetmesi gereken çevirmendir galiba. Kilisenin bağnazlığı, bir hakikati de ortaya
çıkardı; çevirmenin rolü ve çevrilen bir metin üzerindeki etkisi.

Bu noktada şöyle bir soru sorulabilir belki;

Çevirmenin, çevirdiği metin ile arasındaki ilişki nasıl olmalıdır?


Abdullah Aren Çelik: Çevirmen hakikatin er ya da geç etik sonuçları olacağını hesap ederek çeviri başına oturmalıdır

1- Daha önce Kürtçenin Zazaca lehçesinden Türkçeye bir hikâye çevirmiştim. Aynı hikâyenin bir başka çevirisine yıllar sonra rastladım. İki çeviri arasında, söz dizimi, sözcük seçimi arasında ciddi farkların olduğunu belirtmem gerekiyor.

Fakat bu farklar metnin anlatmak istediğini karşılamaktan uzak çeviriler değildi, her iki metin de anlam açısından birbirine yakındı.

Ortaya çıkan metnin edebi kalitesi ne olursa olsun çevirmenler açısından izlenen yolun benzer olduğu kanaatindeyim.

Burada yayınevlerinin sürece dâhil olmasından kaynaklı sorunların çıktığını düşünüyorum, bunun da nedeni taşıdıkları ceza kaygıları olsa gerek.

Nitekim pek çok kitabın yasaklandığını, yayınevlerine ve çevirmenlere ceza verildiğini biliyoruz. Yayıncıların karşılaştıkları bu duruma karşı, etik dışı bir yola başvurmaları anlaşılabilir belki.

Fakat çevirmenin bundan zarar görmesi, sorumlu tutulması anlaşılır olmaktan uzaktır. Çevirmenin esas aldığı metnin kendisidir çünkü "yazmadığı" bir metinden dolayı da sorumlu tutulması doğru değildir. Bütün bu anlattıklarım bir çeviri esas alınırken olması gerekenlerdir.

Peki, "çevirmen metnin kendisine sadık kalmamışsa ne olur?" sorunuzda, Özgüven'in sözcük seçimi nedeniyle çıkan tartışmalardan sonra özür dilediğinden bahsettiniz.

Hatalar kabul edilebilir, dilenen özrün de anlamı olur bu durumda. Çevirmen tarafından bilerek yapılan bir takım çeviri değişiklikleri vardır ki bence bu kabul edilebilir değildir. 

Belki de una en iyi örnek George Perec'in "Kayboluş" romanı Türkçeye çevrildiğinde yaşanan tartışmalardır. Roman 2006 yılında Cemal Yardımcı tarafından Türkçeye çevrilir, kısa süre sonra Celâl Üster, Radikal Kitap ekinin "Yeryüzü Kitaplığı" köşesinde çeviri hakkında Yardımcı'yı sert bir dille eleştirir.

Üster'in eleştiri yapmasının neden, Yardımcı'nın beşinci bölüme yaptığı eklemedir:

Burada, bu kitabın yarı yazarı C. Yardımcı zorunlu olarak lafa karışır.

Daha sonra tartışma büyür, Tahsin Yücel, Tuncay Birkan, Enis Batur ve daha pek çok çevirmen tartışmaya dâhil olur. Enis Batur haricindekiler Yardımcı'nın metne müdahalesini doğru bulmaz.

Batur Şöyle yazar:

Çeviri sonuçta bir yorum çalışmasıdır. Her metin aynı yorum ufkunu çevirmene açmayabilir. Bazı metinler düzayak yorumla yetinebilmesine, bire bir yakın karşılık üretilmesini gerektirebilir buna karşılık özellikle çağdaş metinler çevirmene yorum gücünü yoğun biçimde kullanabileceği örnekler getirdi.

Tahsin Yücel, Batur'a göre aksini söyler:

Bir çevirmenin çevirdiği metne olabildiğince bağlı kalması gerekir. Öte yandan çevirilere sansür uygulama, belirli yerlerini atlama gibi bir yönelim var. Çevirmen işin altından kalkamadığı zaman belli yerleri atlıyor ki bu yanlış bir tutum.

Tuncay Birkan da aynı tartışmada şunları söyler:

Çevirmen 'bağımlı yaratıcı' olarak tanımlıyor. Buradaki iki unsurun da hakkını vermek gerekir. Genellikle medyadaki tartışmalarda bağımlılık kısmı öne çıkar, çok da önemlidir elbette, çünkü çevirmen kafasından bir şey yazmaz.

Başka birinin eserini mümkün olduğunca sadık bir biçimde kendi diline aktarmaya çalışır. Ama bir yandan iş yaratıcılığı da içerir. Çünkü hiçbir çevirmen kelime kelime çevirmez.

Örnekler çoğaltılabilir. Şahsi fikrim çevirmenin metnin aslına sadık kalması yönündedir. Bu konuda Yücel'in, Üster'in, Birkan'ın söylediklerinin doğru olduğu kanaatindeyim.

Çevirmenlere düşen sorumluluk bir tarafa yayıncılara düşen sorumluluğun fazla olduğunu düşünüyorum. Sanırım bu konuda etik davranması gereken onlardır.  
 

Abdullah Aren Çelik.jpg
Abdullah Aren Çelik


2- İlk soruya verdiğim cevabı kutsal bir metin üzerinden tartışmak belki daha doğru olabilirdi. Kutsal metinlerin Tanrı'nın kelamı olduğu düşünüldüğünde, çevirmenin ne kadar ciddi bir iş yaptığı daha iyi anlaşılabilir herhalde.

Çünkü metni değiştirmek, Yardımcı'nın yaptığı gibi eklemeler yapmak, kendisini "Tanrı'nın yerine koymak" gibi bir absürtlüğü de beraberinde getirirdi o vakit.

Burada bir hassasiyet varsa, o da çevrilen metnin aslına sadık kalınmasıdır. Burada hakikat ve etik ilişkisine değinmek istiyorum.

Çevirmen hakikatin er ya da geç etik sonuçları olacağını hesap ederek çeviri başına oturmalıdır. Metnin ona verdiğine sadık kalıp kendi politik düşüncesini bir kenara bırakarak işe koyulmalıdır.

Çevirmen metnin esasına sadık kalmalı, etik davranmalı, yayıneviyle arasına öncelikle metnin hakikati girmelidir. Bir de her şeyden önce seçici, denetleyici, bağımsız bir hakem heyetinin olması gerektiğine inanıyorum. Çeviri denen mecra denetlenebilir olursa işler daha sağlıklı yürüyebilir. 


1520 yılında Papa, Martin Luther'i aforoz eder ve dahası yazdığı kitaplar ve çevirdiği kutsal kitap hakkında bilgi vermesini ister ondan. Kilise, Luther'i dinler, ondan yaptığı çeviriyi reddetmesini ister.

Luther dilin uygunsuz olabileceğini, fakat yaptığı işin arkasında durduğunu söyler. Kutsal Kitap "mantıkla" çelişmiyorsa söylediklerinin arkasında duracağını belirtir:

Kutsal Yazılar veya mantıklı bir sebeple ikna olmadıkça papaların ve konseylerin otoritesini kabul etmiyorum, çünkü birbirleriyle çelişiyorlar. Vicdanım Tanrı Sözü'ne esir. Vicdan aleyhine gidecek hiçbir şeyi kabul edemem ve etmeyeceğim, çünkü bu ne doğru ne de güvenlidir. Tanrım bana yardım et. Amin.

Luther'in tavrı çok şey anlatıyor bence, çevirmenin aforoz edilme pahasına yaptığı işin arkasına durması ve metnin hakikatine sımsıkı sarılması gerekir.


Begüm Kovulmaz: Kürdistan olarak çevirdiğim sözcüğün benden sonra nasıl değiştirildiği konusunda bir bilgim yok

1- Örneklerden biri benim Floransa Büyücüsü çevirim olduğundan, önce yeniden bu konudan söz etmek istiyorum.

Yayımlanma sürecinde çevirmen tamamladığı çeviriyi yayınevine, muhtemelen kitap editörüne gönderir ve sonra düzeltilerin yapıldığı metni alıp kontrolden geçirir.

Bu noktada şunu belirtmeliyim: Fikir Sanat Eserleri Kanunu'na göre çevirinin maddi hakları yayınevine ait olsa da manevi hakları çevirmene aittir, devredilemez ve çevirmen içeriğe son onayı vermeden kitap matbaaya gönderilemez.

Pratikte olması gereken bu ama yayınevlerinin bu çevirmen kontrolü sürecini atlayabildiğini biliyoruz. 2009 yılında yayımlanan Floransa Büyücüsü'nde editör çeviride hemen hiç değişiklik yapmadığından yazılı bir onay süreci olmamıştı.

O yüzden Kürdistan sözcüğünün 'Kürtlerin yaşadığı topraklar' olarak sansürlendiğini sosyal medyadan öğrendiğimde, paylaşılan görsele rağmen ilk anda böyle bir şey olamayacağını düşündüm.

Çeviriyi baskıya yetiştirmek için parça parça göndermiştim. O yüzden açıp o tarihteki maillerime baktım, Kürdistan sözcüğünün geçtiği 15-16-17. bölümlerin olduğu dosyayı neyse ki buldum ve sansürün benimle ilgisi olmadığını bilmeme rağmen durumu teyit ettim.

Söz konusu değişiklik kağıt üstünde, düzelti vb. gibi herhangi bir aşamada, ayak üstü yapılmış olabileceğinden, Kürdistan olarak çevirdiğim sözcüğün benden sonra nasıl değiştirildiği konusunda bir bilgim yok.

Kitap yayımlandıktan sonra neden bakmadın diyenler oldu ama yapıldığından haberdar olmadığım bir değişikliği nasıl fark edebilirdim bilmiyorum. 

Çeviri tesliminden sonraki editör kontrolü aslında bu tür hataların önüne geçmek için var, 14 yıl farklı yayınevlerinde mesaili editörlük yaptığımdan aslında çeviri editörünün asli görevinin çeviriyle kaynak metni satır satır karşılaştırarak eksiklikleri ve hataları tespit etmek olduğunu söyleyebilirim.

Diğer yandan, editörlerin çalışma koşullarının bu tür ayrıntılı bir karşılaştırmaya izin vermediğini ve pek çok örnekte dökülen çevirileri kısa süre içinde okunur hale getirmeye çalışmakla uğraşmak zorunda kaldıklarını da ekleyebilirim, taii editörün böyle bir kapasitesi olması koşuluyla.

Benzer durumda kalmak istemeyen çevirmenler için tavsiyem, yayınevine teslim ettikleri çevirideki tüm editörlük ve düzelti değişikliklerini görüp onaylamaya hakları olduğunu bilip buna göre davranmaları ve ilettikleri dijital dosyayı e-posta haliyle arşivleyip saklamayı ihmal etmemeleri.

Daha yakın tarihte başka bir kitapta yayınevi ile kitabın yurt dışı haklarını temsil eden ajans taraftarı olmadığım iki değişiklik için ısrar ettiğinde, değişiklik yapmak için kitabın yayıncısından izin almaları gerektiğini ilettim ve değişikliklere şerh koyduğumu yazılı olarak bildirdim.

Muhatabım kitabın Türkiye'deki yayıncısı olduğundan başka ne yapabilirdim emin değilim.


Floransa Büyücüsü çok emek harcadığım, tersine mühendislik çalışmalarına giriştiğim, sevdiğim çevirilerimden biri.

Kitabın bu sansürle gündeme gelmesinden, aynı şekilde yapmadığım bir sansürün failiymiş gibi gündeme gelmekten rahatsızım, bu konuda hâlâ hakaretamiz mesajlar almaktan, sosyal medyada karalanmaktan şikayetçiyim ama artık yapacak pek bir şey yok.

Yayıncı bir kurum kimliğiyle, tüzel bir kişilik olarak kamusal alanda ama çevirmen adı ve soyadı olan bir birey ve bireye yüklenmek daha kolay sanırım.

Müstehcen içerik vb davalarında yayınevlerinin çevirmenleri mahkemelerin önüne attığına da şahit olduk. Bu yüzden çevirmenlere çalıştıkları metinlerde mevcut kanunlar çerçevesinde suç sayılabilecek, ikircikli yerler olduğunda o işle ilgili her konuyu yazılı yürütmeleri ve kontrollü davranmaları gerektiğini hatırlatmak istiyorum. 
 

Begüm Kovulmaz.jpg
Begüm Kovulmaz


2- Luther ve Kutsal Kitap örneği epey kapsamlı ama çevirinin önemini anlatan açıklayıcı bir anekdot olmuş. Çevirmen, çevirdiği metnin ihtiyaçlarını kavrayabilecek yetkinlikte olmalıdır öncelikle.

Çeviri sürecinde her metnin farklı ihtiyaçları ön plana çıkar, bazı metinlerde genel tonu yakalamak gerekir, bazısında hikayenin akışını korumak, bazısında söz dizimini ve sözcükleri yerli yerine oturtmak yapılacak diğer tercihlerin önüne geçer.

Çevirmenin görevi, metnin bu ayırıcı özelliklerini belirleyip bunları hedef dile mümkün olduğunca aktarabilmek olmalı.

Yazarın kullanım ve anlatım tercihlerinin arkasındaki nedeni belirleyip metne buna göre davranmayı becerebilmek, en küçüğünden büyüğüne tüm metinsel öğelere yapısöküm uygulayıp hepsini başka bir dil sistemine yeniden inşa edebilmek çevirmen için gerekli beceriler.

Yani özetle, çevirmen ve çevirdiği metin arasında öncelikle teknik bir ilişki olmalı.    

 

Mehmet Fatih Uslu:  Okurun hassasiyetlerini gözetmek çeviriye dair değil politika ya da ekonomiye dair 

1- Türkiye'de çeviri kültürünün ve bilincinin geliştiğini, tercüme emeğinin karşı karşıya bulunduğu maddi sorunlara rağmen eskisine kıyasla çok daha iyi bir yerde olduğunu düşünüyorum.

Sizin sorunuzun yansıttığı ve okurun giderek daha çok sahiplendiği sansür tepkisinin de bu kültür ve bilinç olgunlaşmasıyla alakası olmalı.

Buna paralel olarak gösterdiğiniz türden "kasıtlı" hataların da azaldığı ve giderek azalacağı kanaatindeyim. Kamuoyunun buradaki hassasiyeti ve tepkisi hakikaten işlevsel ve kuvvetle devam etmeli.

Öte yandan, hukuki-politik olarak zor bir memlekette yaşıyoruz ve bazı ayıplı hataları fark etmeden nasıl içselleştirdiğimizi, sorgulamadan nasıl canlı tuttuğumuzu hep beraber öğreniyoruz.

Dolayısıyla, bu tür sansürlerin ve Lolita örneğindeki "vahim hataların" her zaman tarihsel bağlamında eleştirilmesi gerekir.   
 

Mehmet Fatih Uslu.jpg
Mehmet Fatih Uslu


2- Çevirmen için bir mesuliyet odağı belirleyeceksek, bunun metnin ta kendisi olduğu benim için apaçık. Ama esas zoru şu: Metin hedef dilde en iyi şekilde (ne demekse artık) nasıl dile gelir?

Bunun tek bir yolu yöntemi olmadığı, eksiksiz çeviri olamayacağı ve çeviriyi bir yeniden yazma edimi olarak anlayabileceğimiz imkânların bulunduğu kanaatindeyim.

Dolayısıyla, çevirmenin okura karşı başat sorumluluğu ancak metni hedef dile en iyi şekilde aktarıp aktaramadığında aranmalıdır.

Ama okurun hassasiyetleri bu "en iyi" arayışına dahil olamaz. Okurun hassasiyetlerini gözetmek çeviriye dair değil politika ya da ekonomiye dair bir tercihtir, bir çeviri meselesi değildir.

 

Süleyman Doğru: Esas sorunun etik olduğunu düşünüyorum

1- Bu tür örneklere belli bir sıklıkla rastlanıyor ve çoğunlukla korkudan ya da kendi inanışlarına ters düşmesinden ötürü bazen çevirmen bazen de yayınevi oto sansür uygulayabiliyor.

Ben burada esas sorunun etik olduğunu düşünüyorum, kimse sizi o kitabı yayımlamaya zorlamıyor, olduğu gibi yayımlayamayacaksanız yayın programınıza almazsınız olur biter, milyonlarca kitap var, size sakıncasız gelecek bir sürü kitap bulabilirsiniz.

Hem o kitabı yayımlamakta ısrarcı olup hem de olduğu gibi yayımlamaya cesaret edememek tuhaf bir durum gerçekten.

Ama burada sorun genellikle yayınevlerinden kaynaklanıyor; çevirmen olduğu gibi çevirse de yayınevinin mahkemelerde sürünme korkusuyla metni değiştirdiği örnekler biliyorum.

Bir mahkeme süreci yaşandığında çevirmenin de baş suçlu olarak orada yerini alması bana çok komik geliyor. O metni o yazmamış ki, o sadece siz o dilden okuyamadığınız için söz konusu yazarı yanlış tanımayın o böyle böyle demiş diye size onun yazdıklarını aktarıyor.

Kötü mü yapıyor? Hoşunuza gitmeyecek taraflarını saklayıp onu size allayıp pullayıp gösterse daha mı mutlu olacaksınız?

Ben bu tür kasti yanlışları engellemenin yegâne yolunun kamuoyuna teşhir olduğunu düşünüyorum. Bu durumda cezayı kesecek olan, başmağdur konumundaki okur olmalıdır; en büyük ceza da çevirmen ve yayınevinin yaşayacağı itibar kaybı olacaktır.
 

Süleyman Doğru.jpg
Süleyman Doğru


2- Çevirmenler olmasa bütün yazarlar yerel kalırdı, onlara evrensellik kazandıranlar çevirmenlerdir; hatta bazı yazarların kitaplarının bildikleri bir yabancı dile yapılmış çevirisini okuduklarında onun kaynak metni aştığını kabul etme yüce gönüllülüğünü göstermişlerdir.

Ama bir çevirmenden beklenen kaynak metni aşmak değil onu aslına en sadık biçimde aktarmaktır. Ama bu sadakat kaynak metinle hedef kitle arasındaki kopukluktan beslenen zümrelerin tekerine çomak sokacağı için pek hoş karşılanmaz.

Mesela rahmetli babaannem çok dilli kullanım kılavuzlarındaki Arapça bölümleri kutsal addedip yerlerde dolaşmasından dehşete düşerdi. Tarihin her döneminde ruhban sınıflar anlaşılmazlıktan beslenmiştir.

Fakat söylediklerinin hedef kitle tarafından anlaşılması korkusu sadece din adamlarına özgü değil, avukatlar ya da doktorlar da iki basit cümleyi arkeolojik Türkçe ya da Latince söyleyerek ya da yazarak gizemli bir aura yaratmıyorlar mı?

Pekâlâ herkesin anlayabileceği dilde yazılabilecek bir hukuki metin onları en son telaffuz edenin bir asır önce bu dünyadan göçtüğü sözcüklerle yazılınca hukukçular kendi jargonlarının istikbalini garanti altına almış oluyorlar; bir doktor hasta raporuna "kalp ve damar" yerine "kardiyovasküler" yazınca kendini daha iyi hissediyor.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU