Joe Biden'ın Amerika Birleşik Devletleri'nin başkanı gibi değil de huysuz bir ihtiyar gibi konuştuğu zamanlar oluyor. ABD'nin Afganistan'dan çekilmesini son savunuşu da buna bir örnekti. Şöyle diyor gibiydi: Belki de ilk seferinde beni tam duyamadınız, bu yüzden size tekrar söyleyeyim. ABD, Afganistan'dan ayrılıyor ve şu anda ne gibi dehşetler ortaya çıkarsa çıksın, ben bu kararın arkasındayım. Medyada yer alan hiçbir haber ya da hiçbir özel rica fikrimi değiştiremez.
Yine de bazen, çokça deneyime sahip ve ömrü boyunca kenardan kötü kararların sonuçlarını izlemiş huysuz ihtiyarlar haklı olabiliyor. Biden da Afganistan konusunda haklı, hem de neredeyse hiç durmaksızın sadece Washington'daki siyasi hasımlarından değil, Birleşik Krallık'tan (BK) da gelen kınamalara rağmen.
Hayır, ne olursa olsun, söz verdiğiniz destekten vazgeçmeniz asilce değil. Fakat en başta bu taahhüdü vermek gerçekten o kadar asilce miydi? 20 yıllık yardıma ve koalisyonun verdiği birkaç bin can kaybına rağmen bu ülkenin halkının tek başına sürdüremediği ve görünüşe göre sürdüremeyeceği barış ve istikrar seviyesi için beklentileri yükseltmek mi asilce?
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Bu müdahalenin Afganistan'ın ilerleyişini hızlandırdığı, yavaşlattığı ya da belki de hiçbir etki yapmadığı daha büyük resimde nasıl değerlendirilecek göreceğiz. Fakat benim bilhassa umutla beklediğim sonuç, sözümona yüce gönüllü olan bu yabancı askeri müdahale fikrini ya kati bir şekilde ya da en azından hafızanın müsaade ettiği süre boyunca gömmesi.
Tony Blair, başbakanlığını tanımlayan metin haline gelen ve "Koruma Sorumluluğu"nun (Responsibility to Protect, R2P) özünü kodlayan konuşmasını Nisan 1999'da Chicago'da yapmıştı. Ana fikir, hayati tehlikesi olan bir ülkenin halkını korumak için başka bir ülkenin güç kullanma hakkına sahip olmasıydı. Bu kavram, yüzyıllardır kabul gören ulusal egemenlik tanımlarını geçersiz kıldı, istilalara insani koruma kılıfı sağladı ve (bazı seçkin ülkeler için) güçlü olan haklıdır fikrine etkili bir destek görevi gördü.
Üstün etik gayeleri sebebiyle birçok kişinin övdüğü bu kavramın, II. Dünya Savaşı'ndan bu yana uluslararası ilişkilerdeki en yıkıcı yeniliklerden biri olduğunu, diğer ülkelerin (evet, çoğu durumda son derece sallantılı olan) istikrarını yok ettiğini ve kurtarmayı amaçladığı pek çok kişinin hayatını mahvettiğini düşünüyorum. Theresa May başbakanken zekice davrandığı anlardan birinde bu devrin sonlandığını ilan etmişti. Donald Trump'ın başkanlığının başlamasından ksıa süre önce Philadelphia'da yaptığı konuşmada May "geçmişin başarısız politikalarından" söz ederken, "Britanya'yla Amerika'nın egemen ülkelere müdahale edip dünyayı kendi imgelerinde yeniden şekillendirmeyi amaçladığı günlerin sona erdiğini" ilan etmişti. Yine de R2P hayatta kaldı. Şükür ki Afganistan'da muhtemelen son nefesini verecek gibi görünüyor.
Elbette, yanlış yöne sapan pek çok girişim gibi o da en iyi niyetlerden doğdu. Özellikle de Fransa'nın katliamın yaklaştığına dair uyarıları dikkate almadığı için eleştirilere maruz kaldığı 1994 Ruanda soykırımı bağlamında görülmesi gerekiyor. Hutu halkından olan devlet başkanının uçağının düşürülmesinin ardından yaşanan can pazarında 800 bine yakın etnik Tutsi hayatını kaybetmişti. Bir yıl sonra, Bosnalı Sırpların Srebrenitsa'daki binlerce Bosnalı Müslüman'ı öldürdüğü günlerde etnik katliam Avrupa'ya ulaşmıştı. Bu iki vahşetten sonra batılı liderler sıkıntıyla ellerini ovuşturarak bu tür can kayıplarının nasıl önlenebileceğini tartıştı. R2P bir çözüm getiriyor gibi görünüyordu.
Aslına bakılırsa, 1995'e gelindiğinde NATO güçleri, Saraybosna'yı kuşatan Bosnalı Sırp güçlere bombalı saldırılar düzenleyerek eski Yugoslavya'ya halihazırda müdahalede bulunuyordu. 1999'a gelindiğindeyse NATO uçakları, bu kez de Belgrad üzerinde Kosova'daki etnik Arnavutları kovmaya çalışan Sırpları durmaya zorlamak için yeniden harekete geçti.
Blair, Chicago'daki konuşmasını yaptığı esnada bu bombalama kampanyası da zirveye yaklaşıyordu. Bu arka plana mukabil, durup dururken ortaya çıkan bir girişim yerine, yurtdışından askeri müdahaleye izin verebilecek koşulları netleştirmeye yönelik bir çaba gibi görünüyor. Blair'in ortaya koyduğu ilkelerin 6 yıl sonra Birleşmiş Milleter (BM) tarafından büyük ölçüde benimsendiği düşünülürse, konuşma bir başarı sayılabilir.
Fakat ilke ve uygulama, idealler ve gerçeklik kolay kolay örtüşmüyor. Birçok Kosovalının hayatını kurtardığı ve daha sonra da 10 yıldır devam eden Sierra Leone iç savaşını sona erdirdiği için övülebilecek bu askeri müdahaleler, başka yerlerde aynı başarıyla tekrarlanamadı. Daha da kötüsü, görünüşe göre R2P, ABD'yi ve BK'yi yüreklendirerek sadece ülkeler arasındaki anlaşmazlıkları değil, diğer ülkelerin sınırları içindeki anlaşmazlıkları da, bu rejimleri (evet rezil ama yine de istikrarlı rejimleri) devirecek kadar ileriye giderek çözmek için harekete geçebileceklerine ve geçmeleri gerektiğine inandırdı.
Bana öyle geliyor ki Irak'ın Kuveyt'i işgalini engellemek için ABD komutasında uluslararası güçler toplamakla (uluslararası kuralları yeniden tesis eden bir müdahale), Irak'la Libya'da olanlar ve BK parlamentosu, ABD Kongresi ve diğer yasama organları Suriye için önerilen müdahaleye izin vermeyi reddetmeseydi bu ülkede olabilecekler arasında büyük fark var. Ne yazık ki bu, Suriye'de hava gücünün ya da özel kuvvetlerin kullanılmasını engellemedi ama hasarı sınırladı ve aşırı hırslı hükümetleri, seçmenlerin askerlerinin diğer halkların çatışmalarında konuşlandırılmasını ancak bir noktaya kadar kabul edeceğine dair uyardı.
Şimdi, R2P'nin neden bu kadar destek aldığına ve neden hâlâ dikkate değer destekçisi olduğuna dair bir sürü hafifletici faktörden bahsedilebilir. Modern iletişim, dünyanın diğer ucundaki kişilerin savaşları ve vahşetleri, bu olayları daha yaşanırken görmesini mümkün kılıyor. Bu da olayların durdurulması ve daha sonra da adaletin sağlanması taleplerini körüklüyor. Geçmişte bu tür olaylar daha sonra, çok daha sonra kamuoyunun dikkatini çekiyordu, "bir şeyler yapma" fırsatı genelde uzun zaman önce ortadan kalkmış oluyordu. Her türden iç çatışmanın diğer ülkelerin güvenliğini etkilediği de pekala iddia edilebilir, bu ister 11 Eylül felaketini planlamak için Afganistan'ın El Kaide üssü olarak kullanılması olsun, isterse de Suriye'deki iç savaşın mülteci akınını hızlandırması.
Fakat mevcut düzeni onarmaktansa bozmayı amaçlayan yanlış askeri müdahalelerin her iki tarafa da zarar verdiği, geçtiğimiz 20 küsur yılın sonunda artık şüphe götürmüyor. Irak ve Libya kaostan yeni yeni çıkmaya başlıyor. Batının benzer bir rejim değişikliği için altüst ettiği Suriye yaklaşık 10 yıl harcadı. Afganistan'a yeni bir 11 Eylül'ü önlemek ve daha sonra da savaşın harap ettiği ülkeyi yeni bir anayasal yapıyla istikrar yoluna sokmak için tasarlanmış müdahale de başarısız oldu.
Afganistan kendi başına bir ülke. ABD, BK, NATO'nun herhangi bir "koruma sorumluluğu" yoktu. Yabancı birlikler, müdahalelerinin yapay olarak durduğu iç savaşta hedef haline geldi. Eğer birini korumuşlarsa, bu ya bir seçkindi ya da onlar olmadan hayatta kalamayacak kadar kırılgan ordu. Ülkenin tüm geleceği muallak. Ortadoğu'nun büyük kısmı istikrarsızlaştı, Kosova sadece görünürde bağımsız ve hâlâ yurtdışındaki koruyucularına bağlı.
Koruma Sorumluluğu ilkesi daha başta yanlış tasarlandı. Hemen hemen dokunduğu her şeye zarar verdi. 25. yıl dönümüne az bir süre kala da miadını doldurdu.
https://www.independent.co.uk/independentpremium/voices
Independent Türkçe için çeviren: Ata Türkoğlu
© The Independent