Kağızman'da kavak ağaçlarının ortasını yararak yol kıvrılarak uzuyor. Bir yanı Aras Vadisi'nin kollarını akıttığı sular, bir yanı yükseklere dek köklerini salmış binlerce yıllık tarih.
Kavakların ardında saklı bahçeler; kayısı ve elma ağaçları tepelene tepelene büyüyor. Kağızman merkezini teğet geçip köy yoluna girince araba homurdanmaya başlıyor.
Arkalarda Aras Nehri'nin çizdiği derin alüvyon vadide toprakların düzlüğü yerin altında saklanmış da ancak yüksekten bakınca görülebiliyormuş hissi veriyor.
Aladağ, Yağlıca Dağı ve Kazıkkıran Dağı arasında kıvrıla kıvrıla doruklara koşan yolu çıktıkça her şey bir noktadan ibaret.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Yer yer serpilmiş birer yaprak. Birer çim topu. Yeşilin tonları azaldıkça bazen gri bazen sarı kül rengi dağları tepeleri alabildiğine sarıyor.
Her şey almış başını gitmiş sanki. Can vermiş, can almış. Yıllar önce kervanlar geçmiş, göçler vermiş, kan akıtmış, zulüm bite bite dönmüş dolaşmış bu yamaçlarda.
Tahsilini kendinde almış dağlar, yüzünü, sırtını, doruğunu insanın insafına bırakmış bu dağlar…
Nerede başlar nerede biter, susmak burada nereye düşer, nerede susar nerede konuşur? Kim bu uçsuz bucaksızlığa, dağlara sevdalanır?
Dağ, tepe, uçsuz bucaksızlık sevdalanacak insan bulmasa da, kuşlar, bitkiler kıpırdayan ne varsa onlara sevdalıdır. Yerinde durana sevdalıdır her şey, yerini sakınmadıkça.
Üç köy geçiyoruz, üç alev topu oluyor güneş, üç saklı deve dönüşüyor gölge, üç farklı yoldan gidiyor; ilk köye kadar asfalt, ikinci köyde toprak, Çengilli'ye giden yol ise çakıl ve taşlık.
Biçme toplama zamanı, tarlalarda kadın erkekler tırmıkla girişmiş ekine, yolda gelen geçenin de onların da selamı hazırdır.
Hasırdan fötr şapkaları birkaç santim gölge vermiş, onlar o gölgenin gücüyle ha bire bileklerini çalıştırıyor. Sonrası korkunç bir sessizlik.
Çengilli Köyü'nün girişinde, ağzını kapatmış bir dev gibi duruyor kilise. Büyük cüsseli kapkara. Sıkı sıkıya tembihlemiş görkemini.
Bir ağıdı söylüyor bu dev; tarihten, göçlerden, zulümlerden konuşuyor. Köyün içine girdikçe kilisenin arka tarafında yıkılan kubbe kısmı, ve yarası çoğalmış gövdesiyle duruyor.
Bazı kaynaklara göre kiliseyi Gürcüler yarıya kadar yapmış, daha sonra bölgeden göç etmek zorunda kalınca diğer yarısını Ermeniler tamamlamış.
Kilisenin yapımına 10'uncu yüzyılda başlanılmış. 1915 yılına dek Ermeniler kiliseyi kullanmış. Kilisenin taşlarından anlaşılacağı üzere bölgedeki coğrafi yapısının rengini aldığı belli oluyor.
Kilise ayakta ama yine de bakıma ihtiyacı var. Çengilli Köyü'ndeki ahırların, evlerin çoğu Ermenilerden kalma. Kilisenin içine girdiğimizde, kuş çığlıkları, pencereden sızan ışık bizi karşılıyor.
Kilisenin zemin taşları tamamen sökülmüş. Zemin toprak tamamen. Çocuklardan biri beni dama çıkarıyor. Kilisenin etrafını çığlık çığlığa kuşlar tur atıyor. Kadın çamaşırları asarken bana sesleniyor.
"Kiliseyi onaracaklar mı?"
"Böyle bir şey mi var?"
"He var ya, kaymakam söyledi."
"E sizin köy yoluna daha asfalt dökmemişler, nasıl olacak?"
"Ben ne bileyim, köylüleri topladı öyle söyledi."
"Belki de yıkılsın istiyorlar."
"Yapsınlar da, hiç olmazsa defineciler bizi rahatsız etmez."
Kocası çıkıveriyor, birkaç pişmaniye telini andıran sakallarını kaşıyor, dudaklarında sigarası.
"Sen bizim hanıma bakma, ne zaman biri gelse, meraktan sorar işte" diyor. Gülüyorum. Damdan inip yanına gidiyorum. Sonra birkaç kişi yine geliyor.
"Bak bu taş da kilise taşı."
"Hangisi?"
Duvarı gösteriyor. Gerçekten işlemeli, siyah taş belli ettiriyor kendini. Üzerine oturduğumuz dümdüz ince taşların da kilise zemininden getirildiğini söylüyor.
"Cizre'den buraya geldik"
Başka biri yine yanımıza sokuluyor, merak eden kim var kim yoksa bir anda sayılarını çoğaltıyor. Kaç kişiyiz? On mu, hayır, en az on beş kişi.
Erdal Uzun'la önce havadan sudan konuşuyoruz. Ağzında varsa yoksa şikayet, hiçbir şeyden memnun değil.
Doğal olarak kendinden de. Biraz da huysuz, yanındakilerden biri konuşsa, "Cahil cahil konuşma" diye fırça atıyor. Ama bir hürmet bir hürmet, anlatsam anlatsam yere düşmez.
"Bu köye nereden gelip yerleştiniz?" diyorum.
"Cizre'den buraya geldik."
"Ne zaman geldiniz?"
"Vallahi…" diyor susuyor bir müddet. Susmak uzayacak belli ki. Bir diğeri araya giriyor.
"Lozan zamanları" diyor. Tekrar araya giriyor, "150-200 sene oldu herhalde." Çocuğun biri kenarda bunu duyar duymaz, "Atma be amca, o kadar değil" diyor.
Sonra lafı toparlıyor, "Net bilmiyoruz, dedelerimiz ne anlattıysa onu anlatıyorum."
Bize Motti derler. Motti Aşiretinizdeniz. Köyün hepsi öyle, akrabayız. Ermenilerle kirve olmuşuz iç içe yaşamışız. Dedelerimiz biliyor, anlatıyordu. Biz onlarla kapı komşusuyduk. 1915 olaylarından sonra çoğu göç etmişti.
Dönenler de oldu. Ama bize, 'Artık siz buralarda oturuyorsunuz, sizi yerinizden edemeyiz. Biz iç içe yaşamışız yıllarca' dediler.
Dedemlerinin anlattığına göre onların saygısı bizden daha çoktur. Onca zulümden sonra akrabalıklarını bizden eksiltmediler.
"Kilisenin bu haline ne diyeceksin?"
"Ne diyeyim. Köydeki bütün yapılar Ermenilere ait. İkiyüzden fazla ev ahır var. Onlarla iç içe yaşamanın hatrını yanımızda tutuyoruz. Ha hepimiz bunu yapıyoruz, diyemem. Köylülerden bazıları ve başka yerlerden gelenler define aradı çoğu evde. Bu yüzden çoğu ev de hasar gördü. Onların evlerine genelde biz dokunmuyoruz, çünkü kaldığımız çoğu yeri onlara borçluyuz. Oturduğumuz, ayağımızın değdiği her taş onların hatırlarıyla dolu. Biz istiyoruz ki, buradaki kilise korunsun. Devlet zaten desen insana bakmıyor, kiliseye nasıl bakacaklar. Bizim köy yoluna girince asfalt da bitiyor farkındaysan. Biz onlara oy vermediğimiz için bize de bunları reva görüyorlar. Oysa biz de vatandaşız, vergimizi veriyoruz. Buraya sahip çıksınlar, kiliseyi onarsınlar, kilise çökmesin" diye konuşmasını bitiriyor.
Bu sırada, köylüler koruculuğu kabul etmedikleri için dışarıdan gelen korucular, nöbet değişiminde bulunuyor. Birkaçı meraklı gözlerini sorulara yöneltiyor.
Köylülere burada neler oluyor gibisinden sorular sorarken, kuşlar kilisenin kubbesini dövmeye devam ediyor.
Kubbeye yakın köşelerde bite bite büyüyüp sararan otların oynayışı kuşların ritmine uyuyor. Dünyayı çıldırtacak bir ses olsa da bu kilise başlı başına hiçbir şey söylemeden her şeyi anlatıyor.
Kiliseyi, pencerelerini, sökülmüş taşlarını, bir kısmı yıkılmış kubbesini, temel kısmında sökülüp alınmış taşlarına bakınca Hatice Nisan'ın şu dizesi, birdenbire bu sessizliğe bir anlam katıyor:
Göğsünde neden hep aynı düğme üşüyor biliyor musun? Orada bir rüzgâr çanı gibi bıraktın kayboluşunu / Kendi evin, kendi hafızan dönmedin çok zamandır /Menteşelerde sızlıyor şarkıların duyuyor musun.
Erdal Uzun, korucular gittikten sonra, "Aslında biz çok şey bilmiyoruz. Bir dayımız var, köy hakkında kitap da yazdı. Belki o işine yarar" diyor. Yanındaki çocuğu gönderiyor onu çağırması için.
Biz aramızda konuşurken, koyun yoğurdundan yaptıkları ayranı getiriyorlar. İçiyoruz beraber.
"Açlığınız varsa, yemek yapalım. Hazır olur birkaç dakikaya" diyor başka biri. Teşekkür ediyorum. Ama ayranın nasıl bir tadı var, nasıl. İçmeye doyamazsınız. Suyundan mı, yoğurttan mı desem bilemedim.
"Zamanında birileri samanını koyuyormuş kiliseye, doğru mu?"
Köylülerden Haydar Bilgi;
Bir ara. Eskidendi. Samanlarını ve otlarını kiliseye koyuyorlardı, doğru. Biz uyarmamıza rağmen çıkarmadılar, sonra kaymakama başvurduk. Onlar gelip içini boşalttılar. Kimse içeri girmesin diye kapılar taktırdılar. Bizim sadece isteğimiz definecilerin bizden uzak durması. Onlar uzak dursalar hiçbir yapıda sorun olmaz.
Selim Yıldız, omzuna çapraz taktığı çantasıyla çıkıp geliyor. Kalabalık gittikçe çoğalıyor, gelip oturduğum taşın üzerine oturuyor. Bu sefer soru sormamaya karar veriyorum.
Nasıl olsa, konuşmaya başlayacak. Çünkü bir şeyler anlatmak istiyorlar; ne olursa olsun ama bir şeyler anlatmak, içlerindeki deşilmişliği atmak istiyorlar.
Bakmayı bırakıyorlar, anlatıyorlar. Döndükçe dilleri, hikayelerini hatırladıkça, meselelerini toparladıkça, öfkelerini biriktirdikçe anlatıyorlar.
Bu uçsuz bucaksızlıkta ancak bir şeyler söylemek onları rahatlatabiliyor belli ki.
"O zamanlar kilise ahır olarak kullanılıyordu"
Selim Yıldız: "1975 yılında, kilisenin bakımsızlığı nedeniyle Hürriyet gazetesinde bir yazım yayınlandı. O yazı baya ilgi çekti, gazeteciler buraya geldi. O zamanlar kilise ahır olarak kullanılıyordu. Yakına zamana kadar da öyleydi. Farklı dinlere ne yazık ki saygı noktasında noksanlıklarımız var. 1915 yılındandan sonra, Ermeniler köyü bırakıp gittiler. Bizim aile önce Hasankale'ye oradan Ağrı'ya oradan da buraya geliyor. Bir kısmı Sarıkamış'a bir kısmı da buraya yerleşiyor. Anlaşılacağı üzere, yerinden gitmek o kadar da iyi bir şey değil, mutlaka bir şeylerini ya da birilerini kaybedebiliyorsunuz. Bize Motti Aşireti derler. Büyüklerimizin bize anlattıklarına göre, kıyım buradaki Ermenilere uğramadan göç edip gidiyorlar. Bazıları tabii burada kalıyor, onlarla iç içe yaşayan dedelerimiz, nenelerimiz oluyor."
Merak edip araya giriyorum. Aslında biraz sabretsem anlatacak, ama yerimde duramıyorum, "Peki herhangi bir olumsuz olay yaşanmıyor mu?"
- "Nasıl yaşanmasın, bir sürü şey anlatılırdı."
- "Ne gibi?"
- "Buraya yerleşen Kürtler ile Ermeniler arasında müthiş bir kavga vardı; devlet birbirlerine düşürmüştü bunları. Ama yine de çoğunluğun içindeki kirveliği yok etmediler. Dil anlatsa yürek kabul etmez, yürek anlatmaya kalksa dil anlatmaya yetmez."
- "Neden anlatmıyorsunuz?"
- "Düşün onların başlarına geleni ben anlatamıyorum, şimdi onlardan anlatmalarını istiyorlar sürekli. Nasıl anlatsınlar?"
- "Sizce o kin devam etti mi?"
- "Elbette vardı. Kin her zaman vardı. O kadar kinlerini sürdürdüler ki, levleyle kiliselerini söktüler, kırdılar döktüler. Evlerinin duvarlarını deştiler. Tabii bunu herkes yaptı desek yalan olur. Genelde devletle içli dışlı olanlar, yalan yanlış şeylere inananlar yaptı bunu. O evlerde, o evlere zarar verenlere yar olmadı o evler. O insanların da başlarına gelmeyen kalmadı. Ahları tuttu. Kilisenin etrafındaki vatandaşlar kiliseye zarar verdi, söküp ev yaptılar. Şimdi kilisenin altı toprak. Kinlerini böyle böyle sürdürdüler, ama kin insanı geriye götüren bir şey. Hiç ileriye götürdüğünü görmedim."
"O zamanlarda başka nelere şahit oldunuz, neler duydunuz?" diye soruyorum.
"Ne ben anlatayım, ne de siz duyun" diye yanıtlıyor.
Sessizliğin bir anda çökmesi, felaketin bir anda hatırlanıp dilsizliğe gem vurması, dünyanın her yerinde aynı.
Dert mi denilir, utanç mı denilir bilinmez. Ama bilinen bir şey var ki, en çok utanç susturur insanı. O da bunu yapıyor sanırım.
Başkalarının suçlarını omuzlarda miras olarak taşımanın ağırlığı, avlunun içini, taşlarını üzerini, duvarların sıvalı yerlerini, pencerelerin kırık camlarını, kapıların eşiklerini süpürüyor.
Dünya, ne zaman değişir? Belki de herkes utancını anlattığı zaman, herkesin utancı yüzüne vurulduğu zaman.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish