2013 İlkbaharının nisan ayı ortaları… İç Anadolu Bölgesinin Akil İnsanlar Heyeti'nden Ahmet Taşgetiren, Prof. Dr. Beril Dedeoğlu, Cemal Uşak, Prof. Dr. Erol Göka, TÜRK-İŞ Genel Başkanı Mustafa Kumlu, Prof. Dr. Doğu Ergil, akademisyen Vahap Coşkun, yazar Hilal Kaplan ve ben Celalettin Can; Kamu Güvenlik Müsteşarlığı'ndan görevliler, güvenlik kuvvetleri, basından bir gazeteci hanım ve diğer ilgililerle hep beraber Yozgat yolundayız.
12 Eylül 1980 öncesinde "silme" MHP'li olarak biliniyor Yozgat. Akil İnsanlar Heyeti tedirgin, içtenlikle beni uyaranlar oluyor, "Aman ha! Daha önceki toplantılarda yaptığın konuşmaların benzerini burada yapmasan iyi olur…"
Bu tip uyarıları suskunlukla karşılıyorum. Kamu Güvenlik Müsteşarlığı yetkilileri dahi tedirgin olduklarına göre belli ki Yozgat'ta bizi, hiç de hoş olmayan bir karşılama bekliyor.
Bizi taşıyan otobüs şehir merkezine girmiyor. Dağ yamacında bulunan bir otele yöneliyor. Yozgat polisi otele girmek isteyen kalabalık bir gruba karşı barikat kurmuş, bırakmıyor.
Grup, bizim otobüsü görür görmez daha bir heyheyleniyor; "Şehitler ölmez, Vatan bölünmez! "Kahrolsun vatan hainleri" …
Kamu Güvenliği yetkilileri ve Yozgat Emniyeti kısa bir mola vermemize dahi fırsat vermiyor, kimsenin başına bir şey gelmeden toplantıyı 'oldu-bittiye' getirmek istiyorlar. Hemen toplantının yapılacağı salona alınıyoruz.
Grup Başkanımız Sayın Ahmet Taşgetiren de haklı olarak aynı havaya girmiş olmalı ki vakit kaybetmeden toplantıyı başlatıyor. Her zamanki gibi sakin ve yumuşatıcı bir dille konuşmasına çözüm ve barış sürecinin mana ve emniyetini anlatarak başlıyor.
Ancak dinleyen kim, suçlayıcı sert bakışlar, 'Siz ha! Vatan hainleri görürsünüz' türünden baş sallamalar, homurtular, laf sokmalar, ters sorular… Ortalık gergin, kalkıp bize saldırmaları an meselesi, sanki her şey bir işarete bakıyor…
Heyetimizin Başkanı Ahmet Bey'den söz hakkı istiyorum. Bana hep arkalarda söz vermeye alışmış olan Başkan, bu kez hepten görmemezlikten geliyor. Bu arada Akil İnsanlar Heyeti mensubu arkadaşımız Erol Göka kulağıma eğiliyor, 'Görüyorsun, ortam gergin, provokasyona açık; özellikle sen konuşmamalısın' minvalinde iyi niyetli uyarılarda bulunuyor.
'Kayseri'de uyarılarını dinleyerek konuşmadım ama böyle olmuyor işte, aksine burada asıl ben konuşmalıyım...'
Söz hakkımı kullanmak için ısrar ediyorum. Başkan Ahmet Bey kaygıyla salona işaret ederek 'Görüyorsun …' diyorsa da kararlılığım karşısında çaresiz söz veriyor.
Akil İnsanlar Heyeti üyeleri toplantılarda konuşmalarını genellikle oturarak yaparlardı. Yapacağım konuşmanın manasına binaen konuşmak için elimde mikrofon ayağa kalkıyorum ve salonda bulunan 80-90 kişilik grupta şaşkınlık dalgası yayılıyor.
Aldığım algı, Yozgat'a hiç gelmemesi gereken bir komünist; bir de konuşacak mı, üstelik ilk konuşmacı olarak türünden tepkiler oluyor. Tepkilere tepki vermek yerine biraz dinmesini bekliyorum ve sonra konuşmaya başlarken, lafı dolandırmadan doğrudan konuya gidiyorum.
"Sizleri Selamlıyorum!
Tepkilerinizi anlıyorum. Ancak benim sizlerle hiç yapmak istemediğim kavgam tarihin bir döneminde, Mayıs 1982'de bitti.
Sonra ne yaparsanız yapın ama önce dinleyin!
Araya girmeden, laf atmadan, anlatacaklarımı dinleme sabrını ve basiretini gösterirseniz bilhassa sizler için önemli olan bir yaşanmışlığı anlatacağım.
Doğru! 12 Eylül darbesine giden yolda kavgalıydık. Siz vatanı milleti Sovyet Rusya'ya satacağımız yanılgısıyla olmaması gereken bir tarzla önümüze çıktınız, biz de sizi aşmaya çalışarak 12 Eyül'e giden yolda, alternatif bir yolda, devrimci-demokratik yolda yürümek için mücadele ettik.
Şu an siz mi haklıydınız, biz mi haklıydık meselesini konuşmanın pek fazla önemi yok. Ancak ortada da inkâr edilmez bir acılı yaşanmışlık, ülkeye, halka ve halk çocuklarına can bedeli yıkımlar getirmiş ağır ama gerçek bir sonuç var: 12 Eylül darbesinin toplumsal/psikolojik koşulları, siz milliyetçilerin, biz devrimcilerin beş bininin kanlı cesetleri üzerinden yaratıldı.
12 Eylül 1980'de darbe yapılınca 'vatan, millet' uğruna öldüğüne inanan sizler kenara alındınız. Ancak cunta şefleri ve Evren kendi ifadesiyle 'adaletli' idi. Adaletin hassas terazisi bozulmasın diye bizi köklü bir şekilde tasfiyeye yönelirken, sizi ihmal etmediler.
Binlercenizle tutuklandınız, işkencelerden geçtiniz, idam edildiniz. İçeride sizler bunları yaşarken, dışarıda bizim ailelerimiz gibi yoksul olan aileleriniz dibine kadar mağduriyetleri yaşadı.
Böyle olmadı mı?
Bu bakımdan 12 Eylül darbesiyle birlikte kavgamızın karşılığı olmadığı gibi anlamı da kalmamıştı.
Bana gelince… Çok daha somut olarak bu kavga benim için Mayıs 1982'de bitmişti.
Anlatayım…
1982 Nisan ayında Elâzığ Askeri Cezaevi'nden, yine Elâzığ Sivil Cezaevi'ne sevk edilmiştik. Darbenin çıldırtıcı zamanlarıydı. Yüzünüze bakıyorum da birçoğunuz yaşamış; biliyorsunuz. Askeri Cezaevi'nin işkence ve yasak koşulları o denli ağırdı ki sonunda daha fazla dayanamayınca isyan patlak vermişti.
Sert bir bastırma harekâtı, hızlı bir yargılama sonucu Askeri Mahkeme'nin her birimize isyandaki rolüne göre verdiği temyizsiz 2'şer, 4'er yıllık mahkûmiyet kararlarıyla Sivil Cezaevi'ne sevk edilmiştik.
Bütün tutuklular istisnasız isyanın haklılığını ve meşruluğunu savunmuştu. Ben savunmamı 'işkenceci askerler ve subayların yargılanması gerekiyor' cümlesi ile bitirirken ismini Metin Tüzün olarak anımsadığım otoriter bir askeri yargıcın gayet sert ve inandırıcı bir tutumla kurduğu şu cümle hala aklımda:
Celalettin Can, şu an sorgulanıyorlar ama sizi neden öldürmedikleri için…
…
İsyan cezaevinin bir bölümünde gerçekleştiğinden, bu bölümün 104 erkek tutuklusu hep beraber Sivil Cezaevi'ndeydik. Ana davada yargılanmak için buradan Askeri Mahkeme'ye götürülecektik. Ben de dahil 8 kişi idam hükmü ile yargılanıyorduk. Bir arkadaşımızın idam hükmü ise Milli Güvenlik Konseyi'ndeydi ve arkadaşımız eli kulağında, kararın onaylanmasını bekliyordu. Müebbete kadar varan yargılamaları geçelim artık.
Bu ağırlıklar altında cezaevinde olan siyasi tutuklular ne düşünürdü ki özgürlük düşünden başka…
…
Arkadaşlarla meselenin plan projesini konuşuyoruz. Asgari hazırlıklarımız bitiyor gibi. Kalanı süreçte tamamlamak üzere temkinli adımlarla çalışmaya başlıyoruz.… Bu arada 1982 Nisan sonları olmalıydı beni bir öğle üzeri idareye çağırıyorlar.
Müdüriyette son derece telaşlı ve gergin bir hava ile karşılaşıyorum. Müdür bey daha oturmama fırsat vermeden konuşmaya başlıyor; 'Bu gece ülkücü idamı varmış. Biz sol siyasi tutuklulardan istediği, herhangi bir taşkınlığa mahal vermemekmiş. Gerçi asılma bizden olmadığı, ülkücü olduğu için herhangi bir tepki beklemiyormuş ama kamu görevi nedeniyle bizi uyarmak zorundaymış…'
Devamla bir şeyler anlatıyor ama uğultu gibi geliyor, pek duymuyorum.
Döner dönmez aynı komünde kaldığımız iki sol grubun temsilcilerine bilgi vermemizden sonra arkadaşlar diğer yedi sol grubun temsilcileriyle konuşuyor. Bir, belki iki istisna dışında bütün gruplar önerimize katılıyor: İdamları protesto edeceğiz.
O gün sabahtan itibaren idamları protesto ediyoruz. Devrimcilerin kaldığı hücreler bölümünden 'İdamlara Hayır!', 'Katil Evren!', 'Kahrolsun 12 Eylül Cuntası!' sloganları yükselerek, çevre mahallelerde duyuluyor. İnsanlar asılırken yemeği midemiz kaldıramazdı, akşam karavanasını almıyoruz.
Çoğu sizden olan milliyetçi-muhafazakâr gardiyanlar, çok muhtemel idare tarafından bizi uyarmaları için üzerimize gönderiliyor, ancak gelip bize öyle bir şey söylemeden şaşkınlık içinde geri dönüyorlar.
Birbirlerine 'Ne olmuştu bu devrimcilere, daha 1,5 yıl önce birbirini vuran insanlardı, kafalarına taş mı düşmüştü?' dediklerini duyar gibiydik.
Vakit gece yarısına doğru olmalıydı. Sizden olan bir nöbetçi gardiyan hücrelerin kapılarının açıldığı koridorun iç kapısının önünde 'çaktırmadan' el işaretiyle beni çağırıyor. Gittim. Gözleri kızarmıştı, belli ki gözyaşlarını yeni silmiş… Sağa sola bakıyor, görülmeyeceğinden emin oluyor ki iç cebinden çıkardığı bantlanarak kibrit kutusuna konmuş küçük bir mektubu bana veriyor. Asılacak kişinin gönderdiğini söylüyor.
İçimi bir tuhaflık kaplıyor. Heyecanlanıyorum. Ölüme giderken bana kötü bir şey yazılmış olunabileceği aklıma bile gelmiyor; ama karmaşık bir 'ne ola ki?' duygusuna da kapılmıyor değilim…
Okumak için kenara çekildim. Aceleyle açtım. Bildiğimiz saman kağıdına yazılmış, belli ki aceleyle yazılmış. Yutar gibi okudum. Bir daha, bir daha okudum…
Aradan 39-40 yıl geçti. Her şeyi tam hatırlayamıyorum. Bu mümkün de değil…
Ancak şu minvalde yazıldığına da eminim: Bana hitaben yazılmıştı. 'İdama karşı çıkmışsınız' diyordu. Bundan 'demek ki biz kardeşmişiz' sonucuna varmıştı.
'Demek ki bu yabancı uşakları bizi birbirimize düşürmüşler. Kendi memleketimizde bizi sizi esir etmişler. Şimdi bu genç yaşta asacaklar …' cümlelerinin ardında yatan yaşayamamaya hayıflanma duygusu çok üzücüydü.
'Sizin kaldığınız bölümde buraya getirilmeden önce biz kalıyorduk. … alt hücre havalandırmasının toprağı yumuşak. … altında işinize yarayacak demir, testere gibi şeyler var. Çok derinde değil, üstünü toz, toprak, kâğıt gibi şeylerle örtülmüş olacak. Firar için düşünmüştük ama nasip olmadı. Kader… Bari siz yaşayın' diyordu.
'Hele onları alır da firarı başarırsanız, bunu toprağın altında hissedeceğim' cümlesi. Söz bitiyordu. Mektubun 'Selametle' ya da 'Selamlar' ile bittiğini hatırlıyorum…
Söylenen yerden aletleri aldık. Gerçi tünel çalışmasına başladığımızda çok daha güçlü aletler edinmiştik. Ancak toprağın altından gelen 'selamların' aletleri çalışmaya bir başka enerji katmıştı.
Tünel bitmişti 7'si idamlık 10 arkadaş tünele girdik. Ben öndeyim. Tünelde ilerlerken 'son mektup'ta yazılanlar aklımdan çıkmıyordu. Aletleri elimdeydi. Son çıkıntıları o aletlerle temizleyerek ilerliyorduk.
Artık sonlara geliyorduk, tüneldeki hava yoğunluğunun artması çıkışa gelmek üzere olduğumuza işaret ediyordu. Duygu yoğunlaşması mı denir, başka bir bilimsel izahı var mı bilemiyorum, sanki birileri bize gülerek bir el sallıyordu "
Topluluk giderek o kadar derin sessizlik altına girmişti ki salondan çıt çıkmadığını; bu arada kendimin de salondan koptuğumu hissettim.
Kimilerinin gözlerinden yaş akıyor, kimileri kendine yediremediğinden ağlamamak için kendini zor tutuyordu.
Bilemiyorum, muhakkak ki yine de iyi bakmayanlar vardı; ama diyebilirim ki hemen hepsi bana derin bir muhabbetle ve sevgiyle bakıyordu.
Bitmemişti, devam edecektim…
"Başlarken söyledim. 1970'leri yaşadık. Milliyetçisiyle, devrimcisiyle 5 bin genç can kaybettik.
Görüşlerimiz ve amaçlarımız farklıydı ama büyük çoğunluğumuzla ülke, millet, halk derdindeydik. Bu ülkeyi ve bu ülkenin halkını canımızdan çok severdik.
Herkes kendi yolunda, barış içinde yürüyebilmeyi başarabilseydik, ailelerimiz ve bizler bunca acıyı yaşamaz, Türkiye ciğeri beş para etmez çıkarcı eyyamcıların eline düşmez, ülkemiz ve halkımızla beraber bugün başka bir noktada olurduk…
Evet, kabul edelim ki bizi birbirimize düşürdüler. Çıkan olayları bahane edip darbenin tek çıkar yol olduğunu bu ülkenin milletine, halkına yedirdiler.
İşte idamlar da içinde; ölen 5 binin üzerinde gencin hesabı mahşer-i vicdana kaldı…
Türkiye, devletin sözde yüksek çıkarları uğruna hayatlarını kaybeden 5 bin gencin ve çıkarılan iç savaşın hesabını vermeden çok daha büyük bir badirenin içine girdi: Kürt savaşı...
Bu savaşın önü alınmazsa bu yeni 5 binler, 10 binler demek… Toprak kana doydu. Gerçekten doydu. Ancak savaş ağaları, silah tekellerinin adamları, milliyetçiliği istismar eden savaş yanlıları kana doymuyor.
Ama onlar ölmüyor, onların çocukları ölmüyor. 1970'lerde olduğu gibi yine yoksul aile çocukları ölüyor.
Söyleyiniz; böyle değil mi?
Kutsal Kitap 'Günah tek başına işlenmez' diyor. Bizim de suçumuz var. Belki de suçun büyüğü bizde. Bizi hala savaş yanlıları idare ediyor. Kızmayın ama Bahçeli gibi savaş yanlıları idare ediyor.
Savaşa ve savaş yanlısı idarecilerimize itiraz etmiyoruz, edemiyoruz. Savaşa karşı çıkmalıyız. Türkiye'nin birliği ve halkımızın barış içinde daha az acısız yaşaması için bunu yapmalıyız. "
Benim konuşmamdan sonra Başkan Ahmet Bey, Akil İnsanlar Heyeti'nden kimseye ayrıca bir söz hakkı vermeden doğrudan 'soru-cevap' faslına geçiyor.
Toplantıya adeta bir duygu seli içinde hâkim oluyor. Kimi MHP'liler bazı cümlelerimden rahatsız olmuş ki karşı bir cümle kurmaya çalışıyorlar ama nafile…
Bizzat yine aynı topluluktan benim verebileceğim cevaplardan daha sert ve açık yanıtlar alınca "sus pus" oluyorlar.
Başta Başkan Ahmet Bey olmak üzere, Akil İnsanlar Heyeti'nin üyeleri de memnun.
Böylesine iyi ve moral verici hava içinde toplantı bitiyor; ama bitmiyor.
Toplantı bitiminde bizi korumaya çalışan Emniyet ve Kamu Güvenliği Müsteşarlığı görevlileri şaşkınlık yaşıyorlar.
Bana sarılanlar, fotoğraf çektirenler, 'Bize misafir ol biz seni istediğin zaman bu gruba ulaştırırız' diyenler vb.
…
2018 baharında tutuklu bulunduğum Silivri Cezaevi'nde CHP Milletvekili değerli insan Utku Bey (Çakırözü) ziyaretime gelmişti.
Benim tutuklanmamın yanlışlığını anlatmak için çözüm döneminin Adalet Bakanı ve Yozgat Milletvekili Bekir Bozdağ ile yaptığı görüşmeyi anlattı.
Sayın Bozdağ'da Yozgat'taki toplantıdaydı, hatırlıyorum, toplantı bitiminde gelip özel olarak tebrik etmişti.
Utku Bey'e 'tutuklandığımı bilmediğini, şaşırdığını' söylemiş ve 'Yozgat'ta hepimizi ciddi bir sıkıntıdan kurtaran bir konuşma yapmıştı' minvalinde bir açıklama yapmış…
Burada Sayın Bozdağ'ın adını geçirmemin nedeni esasen Yozgat tanıklığıdır…
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish