Soruşturmanın ikinci bölümüyle birlikte eleştirinin yapıcı, dönüştürücü, aynı zamanda ileri taşıyıcı rolüne sıklıkla değindi yazarlar.
Türkiye'de eleştiri kültürünün sürekli olumsuz olarak algılanmasına yönelik yerinde çıkarımlarda bulundular.
Fakat okurlardan ve yazarlardan gördüğümüz, duyduğumuz birçok olayı ve durumu da es geçemeyeceğimizi düşünüyorum. Bundaki amaç eleştiri kültürünün gelişmesine katkı sağlamaktır.
Örneğin okurların sıklıkla şikayet ettiği birkaç şeyi dile getirmek istiyorum. Dijital dünyada yazar ile okurun dirsek temasında olması nedeniyle, eserin okurla görünmesi ve bu görüntünün anında yazarın önüne çıkması bazı temel sorunlarla bizi karşı karşıya getiriyor.
Yazarlar, okur onlara ait eseri paylaştığında, "fikrinizi merak ediyorum" gibi gayet doğal ve olağan tepkilerde bulunurken, okur fikrini yazarla paylaştığında ya hakarete uğruyor ya da sosyal medyadan direkt engellenmekle karşı karşıya kalabiliyor.
Öte yandan sosyal medya üzerinden yazarların eserlerini belli bir mantık ve fikir üzerinden eleştiren yazarlara da düşmanlık beslenebiliyor.
Hatta o yazar, onu eleştiren yazarı arayıp küfürler savurabiliyor, tehdit edebiliyor ve hakaretlerde bulunabiliyor.
Sosyal medya üzerindeki duruş her daim yanıltıcıdır, nahif duran birinin içinden şehir magandası çıkabiliyor.
Bu küçümsenmeyecek bir mevzudur. Çünkü herkesin bildiği, okurların sıklıkla sevdiği ve önem verdiği yazarlar bunu yapabiliyor.
Oysa bir eser eğer topluma sunuluyorsa, esere dair her türlü fikre ve yoruma açık olmalıdır. Ki eser sizden çıktıktan sonra toplumundur artık.
Hem bu konuyu daha derin incelemek hem de okurları işin içine çekmek adına soruşturmanın dördüncü bölümünde enine boyuna görüş ve değerlendirmelerde bulunacağım.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Editörlük mevzusuna gelince, yine ikinci bölümde değindiğim Aziz Yağan'ın yazısı üzerinden gitmek istiyorum.
Yağan, "Bir yazar dosyası üzerinde yayınevince çalışıldığını ve bu çalışmanın sonuçlarını ilan edebilmelidir. Bu durumda, bazı editör adları yazarın ya da yazarların önüne bile geçebilir! Böyle durumlarda kitaba yazarın yanı sıra editörün de adı eklenmeli, editöre de telif ödenmeli, söyleşilerde editör yazarla yan yana oturabilmelidir. Bu sağlanırsa editör emeği gasp edilmez; görünmez kahraman ya da hayalet yazar olarak fısıldanmasının önüne geçilebilir" diyordu.
Editörlerin eser üzerindeki etkilerinden çok öncelikle çalışma koşullarının sağlıklı bir yere getirilmesi ve görmezden gelinmemesi önemli bir mevzudur.
Çünkü işini sessiz, sakin yapan birçok editör görmezden geliniyor. Piyasanın herkesi hem şair/yazar hem editör yaptığı bir yerde; sadece editörlüğe yoğunlaşan kişilerin görünmemeleri gayet normal, çünkü işlerine herhangi bir görüntü ve kibir bulaştırmadan ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorlar.
Aziz Yağan, ayrıca şu kritik öneride bulunuyordu:
Birer işletme olan yayınevlerinin kar amacı gütmesi normaldir. Ancak en azından güçlü yayınevleri bilinen, etkili yazarların dosyaların editöryel sürecini kitaplaştırma ile sınırlayarak basımını yapabilir.
Yayınevleri, yayımladıkları her edebi eserin dosya halini, yayınevinin dosyaya 'önerilerini' web sayfalarında yayımlayabilmelidir. Bu, özellikle yeni yazmaya başlayanlar için çok kıymetli olacaktır.
Onlar da kendi yazdıklarıyla karşılaştırırken karşılarında editöryel süreçten çıkmış bir çalışmayı değil de, 'ham halini' değerlendirebileceklerdir.
Soruşturmanın bu bölümünde Ercan Y. Yılmaz, Gülhan Tuğba Çelik, Hakan Sarıpolat ve İlker Aslan soruları yanıtladı.
Soru 1: Rus eleştirmen Belinski'nin 19'uncu yüzyılın ortasında, Rus edebiyatına katkıları büyük olmuştur.
Dostoyevski'nin 'İnsancıklar' romanı hakkında yazdıkları edebiyat camiasında bir yazarın adım adım gelişini müjdelediği gibi, pek çok yazarın önünü açacak tahliller yapmıştır.
Yazılarının pek çoğunda yazarın hem metni, hem de kendi toplumuyla kurduğu ilişkinin nasıl olması gerektiği konusunda yol gösterici bir eleştirel mecra yaratmıştır.
Dolayısıyla kendi dönemi ve pek tabii ki sonrasında bu açıdan önemli bir rol üstlenmiştir. Sonraki yıllarda Belinski'nin edebiyatta üstlendiği rol, Rus yazını dışında da karşılık bulmuştur.
Tolstoy'un ilk romanı Rus Fransız savaşını anlatan 'Sivastopol' romanında, Fransızca konuşan Rus subayların kendilerine yabancılaşmış halleri, İvan Turgenyev'in 'Babalar ve Oğullar' romanındaki toplumsal meseleler ve kuşak çatışması, Fyodor Miyailoviç Dostoyevski'nin 'İnsancıklar' romanındaki ezilen insanları, Nikolay Gogol, Mihail Lermontov, Saltıkov Şçedrin ve daha pek çok yazar bu edebiyat ortamından etkilenmiştir.
Bugün Rus yazını diye bir kanondan bahsedilecekse o dönemin eleştirel ortamının payı çoktur bunda.
Size soracağım soru şu olacak:
Türkiye'de eleştirel açıdan Belinski ve çağdaşı yazarlarınkine benzer bir edebiyat gelişiminden bahsetmek mümkün mü sizce?
Yaslandığınız bir edebiyat kanonu var mı? Metinlerinizi eleştirel bir gözle analiz ettiğinizde kendinizi bu açıdan nereye koyuyorsunuz?
Bunu sorulara, kitap veya kitaplarınızdan yola çıkarak cevap verirseniz memnun olurum.
Ercan Y. Yılmaz: Eleştiriye nesli tükenmekte olan bir hayvan gözüyle bakmak gerekiyor
1) Günümüz Türk edebiyatını Belinski ve çağdaşı yazarlarının zamanı üzerinden değerlendirmek güç. Arada çağ ve coğrafya farkı da var buna paralel başka meseleler de... Bu sebepten edebiyatımız özelinden sorunuzu yanıtlamaya çalışacağım.
Eleştiri yazarların ona verdiği öneme göre edebiyat ortamına yayılabiliyor. Olumsuzu, "hoşa gitmeyeni" söyleme gibi bir alışkanlığı da olan eleştiri; tanıtıcı yazılar, övgü metinleri arasında görülme, okunma şansı bulması zor.
Ticari araçlarda sık gördüğümüz bir ibare var: Hatalıysam ara. Hayatın her alanında dönüt bu kadar önemliyken eleştiriye en fazla hürmet göstermesi gereken edebiyatta maalesef durum üzücü.
Çoğu yazar, sosyal medya uygulamaları kullanıyor. Okur; yazara ya da kitaba en basit bir beğeni cümlesi kurduğunda yazar okurun yorumunu paylaşıyor, teşekkür ediyor, en azından emojiyle memnuniyetini dile getiriyor. Bunu yapmakta hiçbir sorun yok.
Öte taraftan biri çıkıp uzun uzadıya kitap üzerine düşünüyor, kitabın -tamam, kendince- aksayan yönlerini, metnin neden iyi olmadığını anlatan bir yazı yazıyor. Düşüncelerine katılırsınız, katılmazsınız ama bu başlı başına takdir edilecek bir girişimdir.
Bu dönemde belki de eleştiriye nesli tükenmekte olan bir hayvan gözüyle bakmak gerekiyor. Saldırgan da olsa bu vahşiliğine de edebiyatın ihtiyacı var. Yoksa herkesin kedi gibi yumuşak, penguen gibi sevimli olduğu bir ortamda edebiyatın gelişeceğini sanmıyorum.
Eleştiri kültürü, işlevini yerine getirmezse bir yapıtın neden iyi olduğunu ortaya koyacak mekanizma da aksar. Sonra payımıza hep aynı kişiler tarafından "iyi olduğu söylenen" kitap listelerine iman etmek kalır.
Sorunun ikinci kısmına gelince… Lisedeyken siyasî bir öğrenci topluluğu kurmuştuk. Şimdi birçok şeyi komik geliyor bana, komikliği ise çocukça yanlarının olmasından kaynaklı ama o toplulukta eleştiriyi özellikle de özeleştiriyi iliklerime değin hissettim.
Yani, o günlerin kârı, metnimi önüme koyup üçüncü bir şahsın gözüyle bakmayı öğretti. Haricinde, nereden gelirse gelsin eleştirilere kıymet vererek dinlediğimi söyleyebilirim.
Şu da bir gerçek, aklınızla baş başasınız. Bunlardan kaçının imbiğinizden geçmeye layık olduğuna siz karar veriyorsunuz. Olsun, gıdım gıdım iksir tamamlanıyor.
Yaslandığım tek değer, sevdiğim metinlerdir. Bunlar o kadar çeşitli ki bir kanon oluşturacak paydaya da sahip değiller. Beckett, Proust, Fowles, Walt Whitman, Mallarmé, Hulki Aktunç, Turgut Uyar, Tanpınar liste uzar gider…
Binbir Gece Masalları'nı da eklemeliyim. Tekrar okumalar için bize hep yakın duran metinlere yaslanmak gibisi yok. Yazmak için değil, dünyada güzel kalmak için.
Gülhan Tuğba Çelik: Bir dergi editörüne tanışarak öykü atmakla tanışmadan öykü atmak aynı şey değil
1) Ülkemizde yol gösteren ve geliştiren harici bir eleştiri ortamından söz etmek mümkün değil. Bunu kıyısından köşesinden de olsa edebiyata "bulaşmış" herkes ya hayal kırıklıklarıyla vazgeçerek ya da kişisel ısrarıyla ayakta kalarak öğrenir.
Edebiyat dergileriyle tanışıp da metinlerimi yollamaya başladığımda kesinlikle neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilmiyordum. Kendimce iyi kötü bir okur olmanın sezgisiyle, kahramanlarıma Freudyen bir psikolojik altyapı oluşturma gayretiyle, cümlelerimi illa "sanat" koridorlarından geçirme arzusuyla attım ilk adımlarımı.
Profesyonel bir eleştiri ortamının olmaması, özellikle güncel edebiyat dünyasında yeni yeni var olmaya çalışan gençlerin kendi çabalarıyla kendilerini bir yerlere taşımaya çalışmasına neden oluyor.
Ben de programlara katılarak, etkinlikleri takip ederek, en azından birkaç kitaplı yazarlarla tanışarak bir çevre içine dâhil olmaya çalıştım. Çünkü varlığından haberdar olduğum insanların benim varlığımdan haberdar olmalarını istiyordum.
Kim ne derse desin, bir dergi editörüne tanışarak öykü atmakla tanışmadan öykü atmak aynı şey değil. Fiziksel olarak da karşısında duruyorsun onun. Hayatını, hayallerini, neden yazdığını, ne yapmaya çalıştığını, çalışkanlığını, inadını vurguluyorsun karşısına her çıktığında.
Programlar, etkinlikler, söyleşiler, imza günleri, edebiyat programları aracılığıyla "Ben buradayım" dedim. "Israrcıyım." O emekleme günlerimde bendeki heyecanı ve arzuyu gören ilk kişilerden olan kadın bir öykücü, kitap tanıtım yazıları yazmaya yönlendirdi beni.
"Öykü kitaplarını yazarken öykünün mantığını da düşünürsün, kuşağını takip edersin, senden büyükler adını öğrenir, senden küçükler de sana saygı duyar" dedi. Yazdığım elliyi aşkın kitap inceleme ve eleştiri yazısının bana en büyük faydası "benden büyüklerin adımı öğrenmesi" oldu, evet. Ve bence bu, benim adımı, yazdığım öykülerden daha ileriye taşıdı.
Kendi köşemde sadece öykü yazsaydım hızlı bir şekilde görülemezdim. Profesyonel bir eleştiri ortamının yokluğunda benim bulduğum çözüm "oyuna dâhil olmak" oldu. Ama şunun altını çizmek isterim ki kiminle tanışırsanız tanışın, ne çok dergiye emek verirseniz verin ilk önce, yazdığınız metnin sizin arkanızda durması gerekiyor.
İşte bu tufan içinde mücadele ederken, irtibatta olduğum dergilerde genel olarak ya tahkiye geleneğinin izinden giden öyküler ya da şiirsel anlatı tarzında öyküler çoğunluktaydı. Az da olsa gündelik hayatın, sıradan insanların açmazlarının, kent buhranının olduğu öykülere rastlayınca seviniyordum. Çünkü onların varlığı benim yanlış yapmadığımı kanıtlıyordu.
Ne yazarsak yazalım yanlış olmayacağını ise biraz daha sonra öğrendim. Yaslandığım bir edebiyat kanonu olmasa da -ki ülkemizde bu anlamda belirgin kanonlar olmadığını düşünüyorum- kendimi zamanımın hemen yanında konumlandırıyorum.
Yazdığım şeye "zamanın tozu"nun değmesi gerektiğini düşünüyorum. Ben Dostoyevski'yi, Proust'u ya da Knausgaard'ı okurken nasıl onların zamanına vakıf oluyorsam, benden sonrakilerin de benim metnimle zamanımın ruhuna sızabilmesini istiyorum.
İlk kitaptan ikinci kitaba giden süreç içinde vardım bu kanıya. İyi kitaplardan olduğu kadar kötü kitaplardan da öğrenerek. İkinci öykü kitabımı da tam olarak bu motivasyonla yazdım. Zamanımı anlamayı ve zamanımdan bir ses olmayı arzuladım.
Hakan Sarıpolat: Türkiye'de eleştiri eksikliği olduğunu düşünmüyorum
1) Türkiye'de eleştiri eksikliği olduğunu düşünmüyorum. Eleştiriye tahammül eksikliği olduğunu düşünüyorum ve görüyorum da. Necip Tosun, Semih Gümüş, A. Ömer Türkeş ve daha birçok iyi eleştirmenin varlığından söz edebiliriz.
Bunların yanı sıra sanal alemde okuduğu kitaplar hakkında eleştiriler yazan yüzlerce okur bulunmakta. İsimlerinin duyulmamış olması onları eleştiri yapmaktan mahrum bırakamaz öyle değil mi?
Halihazırda eleştirmenlik mesleği olmadığına göre okudukları hakkında göstererek, örnekler vererek eleştiri yapan herkes eleştirmendir nazarımda.
Genelde eleştiri karşılığını bulmuyor. Yazar çoğu zaman yazdığı şeyin eksiksiz olduğunu düşünüyor ve hatta bazı zaman eleştiri yapana karşı tavır bile takınabiliyor. Bir kitap için yazdığım eleştiri yazısı sonrası yazarı telefonda, "o eleştiriyi kaldır" söyleminde bulunmuştu bana. Kaldırmayınca da sahte bir hesapla tehditler savurmuştu. Bu durum bana oldukça acınası ve vahim geliyor.
Benim dikkat çekmek istediğim bir konu var: Yazarına ve yazarın çevresine göre yapılan eleştiri. Nabza göre şerbet vermek de diyebiliriz buna. Günümüzde kümeleşmek ve varlığını bu kümenin içinde devam ettirebilmek çok önemli artık insanlar için. Özellikle yazan insanlar için. Çünkü varlıklarını ispatlayabilmeleri gerekiyor.
Bunu da çoğu zaman bir grubu överek yapıyorlar. Grup liderinin işaret ettiği kitaplara eleştiri -methiye- yazıları yazıyorlar. Bu da niteliksiz eserlerin dolaşıma girmesine ve okurun enayi yerine konulmasına sebep oluyor. Gerçi okur artık eskisi kadar kanmıyor böyle şeylere. İyi ve kötü metni birbirlerine fısıldıyorlar.
Türkiye gibi bir ülkede herhangi bir edebi kanonunun oluşabilmesinin mümkün olmadığını düşünüyorum. Baskıcı-otoriter bir yönetimden olsa olsa tek tip bir kanon ortaya çıkar ki oluşan bu kanon edebi değil sadece siyasi olacaktır. Ve bu siyasi kanonun belirlediği eserler de ileride bizi temsil edecek nitelikte olmayacaktır.
Kanonun oluşma aşaması zaten büyük bir muammadır. Edebiyatın kalıplara sığmaz tavrı bu oluşumu günümüzde daha da zorlaştırmaktadır. Diyelim ki kanonlaşmak için ideal -artık bunun da mümkün olmadığını düşünüyorum- bir ortamdayız.
Aklıma tek bir soru gelecektir: Edebiyat kanonu oluşturmak gibi bir derdimiz olmalı mı? İnternetin küçülttüğü, kültürler arası mesafenin kapandığı, aradığımız bilginin bir tık ötemizde olduğu bir dünyada gerçekten kanona ihtiyacımız var mı? Postmodern akımın ya da Oulipo akımının çıkma nedeni nedir? Bu sorunun cevabı beni herhangi bir kanona ait olmaktan uzaklaştırıyor.
Henüz yayımlanmış bir kitabım var. Okuyanlardan özellikle yapıcı eleştiriler bekliyorum fakat şu âna kadar aradığımı çok fazla bulabilmiş değilim. Güzel eleştiriler geliyor ama çoğu zaman fevkaladenin fevkinde şeklinde dönütler alıyorum.
En azından kendi yazdıklarıma dışarıdan bakabilme şansım var. Zaman zaman öykülerime -yayımlanmış ya da yayımlanmamış- dönüyorum ve o zaman görüyorum ki katedecek çok yolum var. Bir metnin hiçbir zaman tamamlanmadığına inanırım. Bir yazar ölüm döşeğinde bile olsa yazdıklarında muhakkak kusur bulacaktır.
İlker Aslan: Bugün artık düşündüğümüz anlamda bir eleştiri ortamının olmadığı aşikâr
1) 19'uncu yüzyıl Rusya'sı ile bizim hangi dönemimizi mukayese edeceğiz, öncelikle bu sınırı belirlemek gerek. Bahsedilen dönem, Rus edebiyatının aşağı yukarı en şaşaalı dönemi.
Aynı dönemde bizde roman veya öykü dediğimiz türler yeni yeni oluşmaya başlıyor ki çoğu da teknik olarak zayıf, belli yönleriyle taklitten öteye geçemeyen -ancak yine de bir başlangıç noktası oluşturması bakımından mutlaka önemli- metinler.
Dolayısıyla arada ciddi bir fark var tabi. Rusya'yı bir kenara bırakıp bizim gidişatı kendi içinde değerlendirmek gerek belki.
Özellikle son yıllarda bizde "eleştiri yok" cümlesini çokça duyar olduk. Belli bir gerçeklik payı muhakkak var ama eleştiri hiç yok diyebilir miyiz, emin değilim. Eleştirinin içini neyle doldurmalıyız sorusu bu tartışmalar üzerine düşünürken mutlaka aklımızın bir köşesinde durmalı.
Bu eleştiri meselesi aslında çok güçlü olmamakla birlikte bizde de Tanzimat'tan bu yana bir şekilde gelmiş. Recaizâde Mahmut Ekrem ile Muallim Naci arasındaki eski-yeni tartışması edebiyatla ilgilenen herkesin bir şekilde duyduğu bir vakadır.
Bu aynı zamanda Türk edebiyatının modernleşme serüveni üzerine de bir tartışma. Ama dediğim gibi "tartışma" ile "eleştiri" aynı şeyler mi, emin de değilim. Tabii yine de buradan Rusya örneğine benzer bir durum çıkmaz.
Sonrasında illaki herkesin aklına gelecek isimlerdir Memet Fuat veya Fethi Naci. Eleştirmen deyince… Belki Nurullah Ataç'ı yine bu kategoride görebiliriz. Bu isimler, benzer birkaç isim daha eklenebilir, kendi dönemleri için birer otoriteydiler.
Memet Fuat'tan, Fethi Naci'den onay almamış bir metnin dolaşıma girme imkânı var mıydı? Bilemiyorum. Güçlü seslerdi çünkü. 50 Kuşağı öykücülerini düşünelim mesela. Aralarında çok ciddi ilişki olan, birbirleriyle -iletişim imkânlarının sınırlı olduğu öyle bir dönemde bile- bir şekilde haberleşen yazarlardı bunlar.
Belli dertleri olan, toplumsal hayata dair birtakım sıkıntılar yaşayan bu yazarların yazdıkları da bu anlamda bir poetika oluşturuyordu. "50 Kuşağı" adı da bu bütünsellikten geliyordu. Veya şiirde İkinci Yeni…
Birbiriyle temasta olan, birbirinin yazdıklarını okuyan, takip eden şairler, kendi şiir anlayışlarını belli bir eleştiri üzerine kurdular aslında. Eleştirmen yok mu o dönemde? Saydığım isimler ve fazlası var ancak eleştiri biçimleri problemli. Metnin özüne yönelik sistematik eleştiri zayıf.
Her neyse, varacağım nokta şu: Eleştiri ortamının oluşması için aslında her zaman eleştirmene de ihtiyaç olmayabilir. Tabi eleştirmenin bir vazifesi var, eleştirmeni yok sayıyorum gibi anlaşılmasın ancak yazarların birbirleriyle iletişimi de bu ortamı sağlamaya imkân sunabilir. Her zaman olmasa bile.
Bugüne geleyim: Bugün artık düşündüğümüz anlamda bir eleştiri ortamının olmadığı aşikâr. Belki geçmişte de bizde Rusya örneğine benzer bir ortam tam olarak yoktu ama bugün hiç yok. Bu durumun edebi olduğu kadar sosyolojik sebepleri de var.
Artık eskisi gibi yazar sayısı az değil. Çok fazla yazar ve çok fazla kitap var. Dolayısıyla eleştiri olsa da olmasa da bir şekilde kitaplar basılıyor. Müthiş bir pazar var. Haliyle sadece eleştirmenin değil, aslında bugün yazarın da bir anlamı kalmadı. Haydi kalmadı demeyeyim de ciddi ölçüde değişti, dönüştü diyeyim.
Bu ortam artık eleştiriye ihtiyaç duymuyor. Gerekli görmüyor. Artık kitap tanıtım ekleri var, YouTube sayfasında kitap tanıtan "kitap influencer"ları var. Okur onlara bakarak kitap alıyor. Yüz bin takipçili bir kullanıcı sizin kitabınızı elinize almışsa büyük ikramiye anlamına geliyor bu.
Öte yandan o kullanıcılar zamanla yazara dönüşüyor, editöre dönüşüyor. Bir bakıyorsunuz üç gün önce kitap "pazarlayan" kullanıcı, "ilk kitap heyecanım" diyerek "post" atıyor. Sırf bu işin üzerine kurulu yayınevleri var.
Bu curcunada nitelikli eleştiri ne kadar mümkün olabilir? Bilmiyorum. Dünyadaki eleştiri ortamını çok takip etmiyorum açıkçası ama sanıyorum başka ülkelerde de aşağı yukarı böyledir bu durum. Artık devir eleştiri devri değil; eleştiri olsa bile iki gün sonra unutuluyor, çünkü sürekli yeni kitaplar çıkıyor. Bu hıza bir okur olarak da yetişmenin imkânı yok.
Böylesi bir çağda eleştiri kültürü yeniden nasıl oluşur ya da oluşur mu emin değilim. Çok zor. Çünkü edebiyat kamusunda da cılız birkaç ses dışında böyle bir talep yok. Haliyle gelinen nokta ortada.
Kanon meselesi ayrıca konuşulması gereken çok geniş bir konu. Türkiye'de kanon var mı gibi bir soruyla yola çıkarsak bir yere varması zor olur. Kendi özelimde şunu diyebilirim, herhangi bir kanona yaslandığım söylenemez. Kendi bildiğim gibi, kendi düşündüğüm, kafa yorduğum gibi yazmaya çalışıyorum.
Benim gibi yazarlar görünce de etkileniyorum ve bu durum hoşuma gidiyor. Bu "gibi"lik bir kanon oluşturmaz tabi. Benim yaş grubum bile, 80 sonrası doğanlar diyebilirim belki, kendi içinde öylesi değişkenlik gösterebiliyor ki. İçerik olarak, teknik olarak, üslup olarak vs. Dolayısıyla bu devirde bir kanon nasıl oluşur diye de düşünmek gerek.
Bütün bunlar bir yana, bir yazarın bir kanona dâhil olup olmayacağını da kendisi belirlemez zaten. Onu başka türlü bir edebiyat otoritesi belirler. Edebiyat tarihçileri olabilir, akademi olabilir vs. Ama yazarın böyle bir gündemi olmamalı.
Haliyle ben de bir yere yaslanmıyorum. Belki bundan yıllar sonra başkaları beni de (veya benim kuşağımı da) bir yerlerde konumlandırırlar ki o da yine benimle ilgili bir şey olmayacaktır.
Soru 2: Yazar-editör ilişkisi, ortaya çıkan metnin gücü açısından önemlidir. Bugün pek çok yazarın yayınevlerinin editörleri dışında profesyonel yardım aldığı biliniyor.
Wladimir Nabokov'un eserlerinde bir nevi editörü olan eleştirmen Edmund Williams'ın önemi oldukça büyüktür.
Yine J. D. Sallinger'ın hem yayıncısı hem de editörünün yazarlığı üzerindeki etkisinin önemi biliniyor. K24, 2015 yılında bu konuda bir dosya hazırladı.
"İyi bir okur değilseniz, iyi bir editör olamazsanız" başlıklı yazısında, Çiğdem Uğurlu şu çarpıcı tespitte bulunur:
Editörlük dediğimiz meslek, kurumsallaşmış yerlerde ve konusunda yetkin kişilerce icra ediliyor olsa, bugün belki edebiyat diye gözümüze sokulan kitapların pek çoğu yayına girmiş olmayacaktı…
Yne bu konuda Armağan Ekici, Selahattin Özpalabıyıklar, Murat Yalçın, Levent Cantek etraflıca yazılar kaleme aldı.
Bu konuda ne düşündüğünüzü merak ediyorum, bir yazar olarak siz de bu müessesenin bir parçasısınız. Dolayısıyla bu konuda fikrinizi almak istiyorum;
Sizce Türkiye'de sağlıklı yürüyen yazar-editör ilişkisi var mıdır?
Ercan Y.Yılmaz: İşini hakkıyla yapanlara saygısızlık olur
2) Bu soruya verilecek cevap o kadar kişisel olur ki bu, "Türkiye'de yazar-editör ilişkisine" önemli bir örnek teşkil etmeyecektir. Onlarca yayınevinden yüzlerce editör ve yazar ilişkilerini bir kalemde değerlendirmek zor.
Türk edebiyatında yazar-editör ilişkisinin sağlıklı yürümediğini söylemek, işini hakkıyla yapanlara haksızlık olur.
Bu işte herkes iyi, desek; yine işini, gerçekten, doğru yapana haksızlık etmiş oluruz.
Öykü Gazetesi'ni yayına hazırlarken şöyle bir diyalog yaşadım:
- Bağlaçların yazımında hatalarınız var.
- Ama onları editör düzeltmiyor mu?
Tabi hata sadece bağlaçlarda değildi. Genelleştiremeyeceğiz bir örnek ama benzerlerini başkalarının da yaşadığını tahmin ediyorum.
Şöyle etraftan (okur, yazar, editör) derlediğim birkaç bakış hatasını sıralayarak bitireyim;
Yazar: Zaten editör düzeltir.
Okur: Kitabı 20 editör çalışmış, tabi güzel olacak.
Yazar: Editörümün dikkatinden kaçmış olmalı.
Editör: Bu kitapta sevişme yok. Serpiştirsek mi?
Yazar: Tamam, hata ama bilerek yaptım.
Editör: Kitabın yarısını ben yazdım.
Yazar: Kapakta sıvası çatlamış, bir kısmı yıkık kerpiç bir ev olsun. (Bu da grafikere müdahalemiz, bunu da eklemek istedim.)
Gülhan Tuğba Çelik: Sağlam bir silkelemeye ihtiyaç olduğunu düşünüyorum
2) Ülkemizde profesyonel bir yazar-editör ilişkisi varsa da bunun çok çok az sayıda olduğunu düşünüyorum. İki öykü kitabımın ikisi de yayımlanmadan önce editörlerimle tanışıyordum. Tanışmasaydım eminim ki her şey daha zor olacaktı.
Sondan başlayayım. İkinci öykü kitabım Onlar ve Köpekleri'nin Everest Yayınlarından çıkmasını çok istedim. Yoğunluklarını tahmin ediyordum fakat dosyamı mail attığımda yayın programlarının birkaç yıl dolu olduğunu söylediler.
İçimin bir tarafı pek de umutlu değildi zaten. Bunun üzerine Sedat Demir'i aradım ve dosyamı vermek istediğimi söyledim. Sağ olsun, mutlu da olarak kabul etti. Ret geldikten birkaç saat sonra gideceğim yer netleşmişti.
Ki zaten daha öncesinde bile kafamdaydı bu ihtimal. Tanışmanın böyle bir avantajı var. Altını çizmeliyim: Sadece tanışmak değil; iyi bir yazar olarak da biliniyor olmak ya da en azından kötü olmamak.
İkinci kitap süreci nispeten daha kolaydı yani. İlk kitabımın Fakir Baykurt Öykü Ödülü'nü alarak üç baskı yapmış olması istediğim her kapıyı açamasa da bazılarını açıyordu. Güncel bir öykü yazarı olarak, birkaç bin kişiye ancak ulaşan okur sayımız göz önüne alındığında yayınevinin ilk başlarda anlam yüklediğimiz kadar önemli olduğunu düşünmüyorum artık.
Fakat ilk kitap. O kesinlikle çok zordu. 2017-2018 yıllarında İz Yayıncılık Muhayyel serisi başlığı altında güncel öykü ve romanlar yayımlıyordu. Edebiyat dünyasında biraz öne çıkan çoğu yazar orada bir araya gelmişti. Güray Süngü ve Aykut Ertuğrul canlı, dinamik, genç bir ekip toplamışlardı etraflarına.
Çıkacak kitapları her ay sabırsızlıkla bekliyor ve oradan çıkmış akranlarımın kitaplarını okuyarak onlardan ne eksiğim var diye düşünüyordum. Dediğim gibi editörümle tanışıyordum. Programlardan, etkinliklerden. O da beni tanıyordu, birkaç öykümü okuyup güzel şeyler söylemişti öncesinde.
Bundan da cesaret alarak bir gün "Güray abi, dosyam hazır; göndermek istiyorum." dedim. Göndermemi söyledi. Yayınevinin yoğunluğunu biliyordum, bazı kitaplar bir ay kalıyordu matbaada. Sabır dolu aylardan sonra çıktı kitabım.
Her iki kitabım da basılırken bir kelime bile değiştirilmedi desem yeridir. Bir yandan iyi aslında. Özellikle ikinci kitapta iyi. Ama ilk kitapta, neyin klişe neyin demode olduğunu bilmiyorken, sağlam bir silkelemeye ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.
Yine de bunun ütopik bir arzu olduğunun farkındayım. Yaşadığımız iklim ve coğrafya profesyonellikle yeteri kadar barışık ya da profesyonelliğe yeteri kadar alışık değil.
Hakan Sarıpolat: İyi bir editör de kötü bir metnin sihirli değneği olabilir
2) Editörlüğün en az yazarlık kadar önemli olduğunu düşünüyorum. Kötü editörün iyi bir metni tanınmayacak hâle sokabileceği gibi, iyi bir editör de kötü bir metnin sihirli değneği olabilir.
Bazı kitaplarda akıl almaz hatalar gördüm. Yazarın taslak üzerine aldığı notların basıldığını, deyimlerin yanlış kullanıldığını ve hatta hatalı gönderilen bir metnin enfes bulunarak basıldığını… İyi bir editörün yapmayacağı hatalar bunlar.
Peki iyi editör ne demek? Çokça okumuş, Türkçe'nin inceliklerini iyi bilen, sözlük kullanan, metnin bütününe bakarak fazlalıkları ve eksiklikleri görebilen kişidir bana göre.
Bu nedenden dolayı çok genç yaşta editörlük yapmanın riskli olduğunu düşünüyorum. Yine de genç yaşına rağmen oldukça iyi işler çıkaran editörler tanıyorum.
Çiğdem Uğurlu'nun tespitine katılmamak elde değil. Günümüzde yayımlanan kitapların çoğu sadece ticari amaç güdüyor. Böyle bir durumda editörün yapacağı tek şey okurun isteğine boyun eğmek. Kapitalist düzende onlara da kızamıyorum.
Daha önce de dediğim gibi, okur her şeyin farkında. Hangi yayınevinin nasıl kitaplar bastığını, parasını kime verirse pişman olmayacağını biliyor. Birkaç yayınevi var ki gözüm kapalı alabilirim kitaplarını. Ama bazıları var ki önüme altın tepsiyle sunsalar kitaplarını dönüp yüzlerine bakmam.
Büyük diye tabir edilen yayınevlerinden bazıları zamanla amaçları sadece para kazanmak olanlara benzemeye başladı. Eş dost muhabbetine bastıkları kitaplar sadece kendilerine değil çalıştırdıkları editörlere de zarar vermeye başladı.
Konuştuğum editör arkadaşlardan bir kısmı çalıştıkları dosyalardan memnun olmadıklarını, ellerinde olsa dosyayı hızla çöpe atacaklarını söylediler. Böylesi bir ortamda editörün verimli çalışmasını bekleyemeyiz.
İlker Aslan: Bunun önüne ne eleştiriyle ne de nitelikli editörlük çalışmalarıyla geçebilirsiniz
2) Bu soru benim sınırlarını görebildiğim bir alanın dışına işaret ediyor biraz. Ancak kendi tecrübemi belki aktarabilirim ve dışarısına yönelik birkaç fikir belirtebilirim.
Öncelikle Çiğdem Hanım'ın cümlesiyle başlamak istiyorum: "Editörlük dediğimiz meslek, kurumsallaşmış yerlerde ve konusunda yetkin kişilerce icra ediliyor olsa, bugün belki edebiyat diye gözümüze sokulan kitapların pek çoğu yayına girmiş olmayacaktı" diyor.
Ben bir önceki soruya cevap verirken de benzer bir şeyden bahsettim ama tekrara kaçma pahasına söyleyeceğim. Bugünün manzarası artık budur. Bunun önüne ne eleştiriyle ne de nitelikli editörlük çalışmalarıyla geçebilirsiniz.
Edebiyat diye gözümüze sokulan kitaplar artarak var olmaya devam edecek. Bununla savaşmanın bir anlamı yok. Ki o metinler gerçekten edebiyat değilse, gündeme almamıza da gerek yok demektir.
Edebiyatın alanına girmeyen metinleri sırf iki kapak arasına konmuş ve kitaplaşmış diye neden dikkate alalım? Neyin edebiyat olup olmadığını tarih gösterecektir zaten. O tip kitaplar da belli editöryal müdahalelerden geçiyor illaki ama onların niyeti zaten yayımlanmak.
İki tip var burada sanırım: Birincisi önüne gelen metin "bu yayımlanamayacak kadar kötü" gibi bir kanıya varabilecek kadar yetki sahibi bir otorite; diğeri zaten yayımlanacak metne belli dilbilgisi müdahaleleri dışında bir etki edemeyecek yani redaksiyondan öteye geçemeyecek pasif bir ara eleman.
Bu iki tip de piyasada var bana kalırsa. İkinci grup bir yana, çok iyi editörler de var, bu konuda eleştiride olduğu kadar kötü durumda değiliz diye düşünüyorum.
"Bu müessese" dediğimiz yer bugün çok karmaşık bir labirent. Evet, ben buradayım ama benim gibi onlarcası var. Nitelikli bir yazar-editör ilişkisi için fazla kalabalığız. Hele de Türkiye'nin başı çeken yayınevleri ise söz konusu, bu iş daha da zor.
Editör illaki vardır ama kimin editörü? Yazarın mı yoksa yayınevinin mi? Biliyoruz ki bazı yazarlar kendi editörleri ile çalışıyor, burada daha nitelikli bir ilişki cereyan ediyor olabilir.
Ama herhangi "büyük" bir yayınevinde, örnek veriyorum Türkçe edebiyata bakan bir editörün her yazarla nitelikli ilişki kurmasına imkân yok, robot olmak lazım bunun için. Bu problemli durumun, dediğim gibi, en önemli sebebi kalabalık.
Bir başka sebep de bazı yazarların editöre ihtiyaç duymaması olabilir. İhtiyaç duymamak derken, metnini kutsal kitap olarak görmesi ve dokundurmak istememesi. Bu tip yazarlar zaten iyi bir yazar-editör ilişkisinin kapısını daha en baştan kapatıyor.
Bu yazarlar az önce de dediğim gibi "kendi editörüyle çalışan" yazarlarla aynı kategoride aslında. Yayınevi editörüne metin teslim etmek istemiyor.
Kişisel deneyimime de değinmem gerekirse ben bu konuda şanslıydım. Kitabımın editörü, kendisi de öykücü olan yakın dostum Eyüp Tosun'du. Dolayısıyla benim yazar-editör ilişkim mekanik bir havada ilerlemedi.
Kaldı ki Eyüp, benim dosyamı yayın sürecine girmeden çok çok önceleri de defalarca okumuştu. Bu yüzden benim açımdan editörümle kurduğum bağ güçlü ve samimiydi diyebilirim.
Öte yandan illa da bir "editör" sıfatına ihtiyaç yok. Ben yazdıklarımı çok sıklıkla ilk olarak eşime okuturum. Yayıncılık dünyasının bir parçası olmasının dışında çok iyi bir okur olan eşim şayet yazdığım bir metne karşı olumsuz yargı belirtmişse, o yazdığımı ikinci bir kişiye çoğu zaman göndermem. Bu bakımdan da çok şanslıyım.
Sonrasında kendileri de yazar olan, edebiyatla ilgilenen yakın çevremdeki birkaç arkadaşıma da yazdıklarımı gönderir, fikirlerini alırım. Gerek içerik gerek teknik olarak bana sağladıkları geri dönüşler benim için hem ufuk açıcı hem de belirleyici olur.
Son olarak ben bir yazarın, şayet muradı bu yolda ilerlemekse, yazdığına hâkim olması gerektiğini düşünüyorum. Yani insan kendi yazdığını editör gözüyle inceleyebilmeli. Ne eksik, ne fazla, neresi manasız, neresi aşırıya kaçmış vs. Bunları görebilmeli yazar. Kendi metninin editörü olabilmeli yani.
Ben yazdıklarıma bu gözle de bakmaya çalışan ve sanırım çoğu zaman da bunu becerebilen biriyim. Bu da işin bir parçası bana kalırsa.
Editörlük, evet, önemli bir parçası bu işin ama illa da "editör" sıfatıyla ofis koltuğunda oturan birine ihtiyacınız yok. Metni öyle bir şekle sokarsınız, öyle bir seviyeye getirirsiniz ki, ilgili yayınevindeki editör dosyayı okuduğunda zaten ciddi bir aşama kaydedildiğini görür ve kendisine çok az iş kaldığını anlar. Bu da iyi bir yazar-editör ilişkisidir zaten bir yönüyle.
Kısacası soruya Türkiye'de sağlıklı yürüyen yazar-editör ilişkisi var veya yok gibi kesin cevaplar vermek pek mümkün değil gibi geliyor bana. Yazara göre, metne göre, yayınevine göre bu ilişki biçimi değişiyordur.
Başta da dediğim gibi her şeye rağmen editörlük konusunda çok karamsar bir pencereden bakmamaktan yanayım.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish