Soruşturmanın ilk bölümü yayımlandıktan sonra bir okur, soruşturma üzerine birkaç şey söylemek istedi.
Etraflıca onu dinledim:
"İktidarın bu kadar çok konuşulduğu yerde eleştiriden bahsetmek imkansız. Her şey birbirinin içine girip unutuluyor. İktidarı konuşmak da konuşmamak da elbette bir tercih. Ama bu konuşma ya da konuşmama biçimini hemen hemen neredeyse kimse edebi üretiminde kullanmıyor.
Kendi kendini sansürleyen bir düzen var. Bu yüzden son dönemde yazılan eserlere bakarsanız, kurgudan yoksun, birbirine benzeyen, hiçbir özgünlüğü olmayan eserlerle karşılaşabilirsiniz.
Diğer yandan, akademide yer alan birçok insan kendine eleştirmenim diyor, ama eleştirmenliğine o kadar güvenmeyecek olacak ki, gelip sosyal medya üzerinden kendini onaylatma ihtiyacı hissediyor. Kaleme aldığı yazılar öznellikten geçilmiyor. Tasarruf edemiyor, çünkü bir ideolojiden yoksun.
Sadece kendine eleştirmenim diyenleri kötülemek de işe yaramaz. Eleştirinin icra edilebilmesi için dünyaya gedik açabilen, çölleri bahçe yapan eserlerin de olması lazım. Ki böyle eserler yok değil, fakat piyasanın dişlileri arasında sıkışıp kalmış.
Bir edebi eserin hakkını hakikatle verebilecek kişiler neredeyse hiç yok. Kıskançlık, haset, arkadaşçılık, aşiretçilik ne desen işliyor bu düzende. Sadece yazarlar birbirini okuyup duruyor. Gerçekten burada okur kim?
Hal böyleyken bence yazarların çoğunluktaki kısmı, ne yazdığını tam olarak bilmiyor. Bu süreçten sonra her yazarın kendine sorması gereken soru şu: 'Ben neden yazıyorum?' "
Söyledikleri aşağı yukarı tam olarak böyleydi. Kurumlardaki ve toplumdaki çürüme neredeyse her yeri ele geçirmiş durumda. Çürümenin temeline inmek yerine, çürümenin üzeri örtülmeye ya da toprak atılmaya çalışılıyor.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Ama hiçbir şekilde bu çürüme ortadan kalkmıyor. Politik doğruculuk uğruna açılabilecek mevziler aniden kapanabiliyor.
Edebiyat dünyasında da buna benzer ilişkiler, ince bir cephede yürütülüyor. Herkes her şeyin farkında, ama kimse konuşmuyor.
Aslında konuşuluyor kapalı kapılar ardında, fakat herkes meydana çıktığında o konuşmalara rastlamıyoruz.
İnsanlar ne kadar birbiriyle dirsek temasında oluyorsa, söz söyleyebilme özgürlüğünü de o denli kaybediyor.
Her şey hakkında konuşup yine her şey hakkında hiçbir şey söyleyememek de ilginç bir durum.
Editörlük mesleği de, piyasanın dişlileri arasında debelenip duruyor. Editörlük mesleğini icra edenler, editörlüğü tutkuyla bağlı oldukları için mi, yoksa para kazanmak için mi yaptıkları soruları da görmezden gelinemez.
Bu sorunun asıl muhatabı sanırım editörlerdir. Aziz Yağan, Yokuş Yol'a dergisinin 7. sayısında kaleme aldığı, "Edebiyat editörü, yazar, taşra gönüllüsü kürd yazar" başlıklı yazısında,şu tespit ve önerilerde bulunuyordu:
'Hazır' diyerek dosyasını yayınevine teslim ettikten sonra kitaplaşan eserine sahip çıkan, yayınevine teslim ettiğinde metnini 'değiştirilemez metin' gibi görmeye başlayan, olanı çarpıtmayan, kılıf bulmaya çalışmayan, editöryel süreci suçlamayan, hatalarının sorumluluğunu üstlenen, keskin çizgileri olan, yazdıklarındaki tutarsızlığı savunabilen, anlam ve kurgudaki boşlukları ve absürtlükleri kabullenebilen ya da sistematik veya istisnai hatalarını, eksiklerini kabul edebilen nice yazar mutlaka vardır.
Editörler ve redaktörlerin dosya üzerinde 'hatasızlaştırıcı, iyileştirici, geliştirici, mükemmelleştirici' önerilerde bulunması yazarları pasifleştirebilir ve bu pasifleşme yüzünden 'Günümüz yazarlarının kaçı dil bilimde yetkinleşiyor ve katkıda bulunuyor?' sorusu yanıtsız kalabilir.
Ancak editörlerin yetkin edebiyat eleştirmenlerinin işine soyunması ile yazarlar yazdıklarının editörlerce toparlamasını alışkanlık haline getirebilir. Bunu önlemek için, editörler 'eleştirmen gibi' davranmayı bırakabilir. Eleştirmenlerin ve 'dikkatli okurun' eleştirileri yapıcı olursa yazarlar yazmaya devam edebilir.
İmkan varsa, Aziz Yağan'ın kaleme aldığı yazı, bütünüyle okunduğunda meramı daha net anlaşılacaktır.
Soruşturma dosyamızın ikinci bölümde Arzu Eylem, Deniz Faruk Zeren, Mehmet Özkan Şüküran ve Veysi Erdoğan soruları yanıtladı.
Soru 1: Rus eleştirmen Belinski'nin 19'uncu yüzyılın ortasında, Rus edebiyatına katkıları büyük olmuştur. Dostoyevski'nin 'İnsancıklar' romanı hakkında yazdıkları edebiyat camiasında bir yazarın adım adım gelişini müjdelediği gibi, pek çok yazarın önünü açacak tahliller yapmıştır.
Yazılarının pek çoğunda yazarın hem metni, hem de kendi toplumuyla kurduğu ilişkinin nasıl olması gerektiği konusunda yol gösterici bir eleştirel mecra yaratmıştır.
Dolayısıyla kendi dönemi ve pek tabii ki sonrasında bu açıdan önemli bir rol üstlenmiştir. Sonraki yıllarda Belinski'nin edebiyatta üstlendiği rol, Rus yazını dışında da karşılık bulmuştur.
Tolstoy'un ilk romanı Rus Fransız savaşını anlatan 'Sivastopol' romanında, Fransızca konuşan Rus subayların kendilerine yabancılaşmış halleri, İvan Turgenyev'in 'Babalar ve Oğullar' romanındaki toplumsal meseleler ve kuşak çatışması, Fyodor Miyailoviç Dostoyevski'nin 'İnsancıklar' romanındaki ezilen insanları, Nikolay Gogol, Mihail Lermontov, Saltıkov Şçedrin ve daha pek çok yazar bu edebiyat ortamından etkilenmiştir.
Bugün Rus yazını diye bir kanondan bahsedilecekse o dönemin eleştirel ortamının payı çoktur bunda. Size soracağım soru şu olacak:
Türkiye'de eleştirel açıdan Belinski ve çağdaşı yazarlarınkine benzer bir edebiyat gelişiminden bahsetmek mümkün mü sizce?
Yaslandığınız bir edebiyat kanonu var mı? Metinlerinizi eleştirel bir gözle analiz ettiğinizde kendinizi bu açıdan nereye koyuyorsunuz?
Bunu sorulara, kitap veya kitaplarınızdan yola çıkarak cevap verirseniz memnun olurum.
Arzu Eylem: Yazarın niyetiyle metnin niyetini karşılaştıran kişi bana göre eleştirmen
Şüphesiz Belinski gibi insanlara inanılmaz ihtiyacımız var. Ama her şeyden önce sanatın gerekliliğine ve değerine inanan kişilere gereksinimimiz var. Maalesef, yaşadığımız çağın da sonucu sanırım, karşımıza böyle insanlar pek az çıkıyor ya da çıkmıyor. Eleştiri yokluğu edebiyatımızın en can yakıcı sorunlarından biri.
Diğer yandan iyi eleştiri için iyi okurların ve eleştirinin ne olduğuna ilişkin net bir tutumun olması gerekiyor. Eleştiri negatif bir kavram mı? Metni yerden yere vuran bir başka metin mi? Eleştirmen dediğiniz kişi kendi öznel edebi anlayışı üstünden metni değerlendiren mi? Kişisel olarak eleştirinin yalnızca metni olumsuzlamak olduğunu düşünmüyorum, az evvel sıraladığım sorulara yanıtım da olumsuz.
Eleştiri aslında bir tür metin analizidir. Umberto Eco'nun bize armağan ettiği kavramlardan ilerlersek yazarın niyetiyle metnin niyetini karşılaştıran kişi bana göre eleştirmen.
Diğer yandan edebiyatın derdini ve niyetini belli bir yere koyan, ona bu yerden bakarak anlam yükleyen, yaşama ve insana kör sağır olmayan kişidir yazar. Yazar sorumlu kişidir.
Eleştiriden bahsedebilmemiz için kafa karışıklığından uzak, neden niçin yazdığını bilen yazarlar ve onları karşılayan, karşılaştırmalı ya da metne odaklı okumalar yapan eleştirmenler olmalı. Bizde böyle bir eleştiri geleneği yok. Biz eleştiriyle ifşayı birbirine karıştırıyoruz.
Eleştiri seven ve eleştirinin nasıl'ına kafa yoran kişiler olsaydı, 1950 Kuşağı başka biçimlerde karşılanırdı örneğin. Belki de kuşak olmayı başarmış yazarların zamanını ve insanı anlamaya dönük çabaları destek alırdı o zaman. Çünkü eleştirmen, farklı olanı, yeni olanı, varolanı yıkıp yeniden kuranı anlayabilmeli. Kendi zamanının ötesini görebilmeli. Evrenseli yakalayabilmeli.
Öncelikle sırtımızı yaslayacağımız soruların cevapları eksik. İyi edebiyatın, romanın, öykünün kıstasları neler? Ya da eserleri belli tür analizleri üzerinden anlamaya çalışmak doğru bir tutum mu, yoksa her eser kendi üslubunu mu ortaya koyar?
Bu soruların net karşılıkları yok, çünkü bizden daha büyük piyasa koşulları var. Piyasa eleştiri sevmiyor. Yazarı belli biçimde yazmaya yönlendirirken, dil üzerine, üslup üzerine kafa yoran pek çok yazarı marjinalleştiriyor. Dolayısıyla Türkiye'de tek kanon var, o da piyasa. Kanonun dışında aslında her yazarın kendine üslup açısından belki yol göstericisi olan yazarları var.
Maalesef kendi metinlerimi paylaştığımda bana da yol gösteren kimse olmadı. En iyi eleştirmenim yaptığım okumalar. Mümkün olduğunca çok okumaya çalışıyorum.
Dünya edebiyatını, Türkiye edebiyatını, edebiyat kuramını, felsefinin tartıştığı konuları takip etmek, insana, yaşama ve dünya dertlerine dair sorular sormak, içinden geçtiğim zamanı anlamaya çalışmak, bunları yazma eylemimde nasıl ele alacağım üzerine kafa yormak, kısacası kendi kendimin eleştirmeni olmaktan başka çıkışım yok.
Şanslıysam iyi bir okurla karşılaşıyorum ve o da bana ayna tutuyor.
Deniz Faruk Zeren: Edebiyat kamusu PRcılık, reklamcılık, etkileşimcilik, performansçılıkla günü kurtarmaya bakıyor
Yazılı metin eserin yarısına tekabül ediyor eleştiriyle tamamlanıp kişiliğine kavuşuyor, eleştiri eserin yarısı demek, buradan bakınca aslında karşımızda bir tamamlanmamış metinler mezarlığı var. Mezarların arasında dolaşıyoruz. İnsanlığın düşünsel ve eylemsel sıçrayış arayışının olmadığı bir yorgunluk döneminde yaşıyoruz. Ayaksürten, kaşınan, uyuz, bayağı bir dönem.
Fikir tembelliği, eylemsizlik, bireycilik, bencillik, kadercilik, dönemin ruhu. Yaptığı sanatı çok genel anlamda insanlığın ileri atılımlarının, arayış, çelişki ve çatışmalarının bir parçası olarak görmeyen, göremeyen, ufuksuz, dar bir anlayış var. Ütopyasını yitirmiş, günlük, dönemsel çıkar ilişkilerine, çeşitli bireysel tatminlere, hazlara kalmış yazarlık.
Eleştirmenin entelektüel çabasını tetikleyecek düşünsel kaosun ortasına atılmasını çarpışmasını üretmesini sağlayacak bir arayış çağında değiliz. Aynı şey yazar için de geçerli. Ne var peki? Kutsanmış, zaferini çoktan ilan etmiş, semirmiş her şeye muktedir, sonsuz ve sınırsız piyasa!
Temel düsturu, her şeyin bir bedeli vardır. Karşılık, çıkar, bedel, değer gibi ölçüleri kışkırtan, geliştiren, yaygınlaştıran bir düstur. Bir işten çıkar elde edemeyecekse değil kalem oynatmak, kaşının telini bile kaldırıp indirmeyecek bir insan profili var artık.
Dolayısıyla insanın biri o muazzam değerli atfettiği zamanını ayırıp hele bu kitap yığını içinde edebiyat işçiliği yapacak bulacak, ayrıştıracak, çözecek, sökecek, dağıtıp ta içine bakacak, Lunaçarsky'nin deyişiyle kışkırtıcı çekirdeği ortaya çıkaracak. Neden yapsın bunu? Edebiyat sevgisi yetmiyor.
Faydalanacağı bir ilişki yoksa değerli zamanını tahvil edeceği başka biçimler bulacaktır. Asım Bezirci gibi çalışkan, üretken, çok yönlü, bağımsız entelektüellerin yerini böyleyken dolduramayan edebiyat kamusu PRcılık, reklamcılık, etkileşimcilik, performansçılıkla günü kurtarmaya bakıyor. Şimdilik bu kamuyu etkileyemeyen önemli eleştirmenler de var elbette. Birikim ve deneyimlerini geleceğe aktarmanın yollarını bulacaklar onlar mutlaka.
Edebiyat kanonları var mı gerçekten? Çıkar gurupları, ahbap çavuşluklar, kötü mizah ve performans çevreleri...
Uzak olabilmeyi başarabilirsem ne mutlu.
Mehmet Özkan Şüküran: Türkçe edebiyatta daha çok, yazar ve şairlerin kendisi eleştirmen rolü üstlenmiştir
Mesele esasen yeni değil, ama hiç eskimiyor. Eskimemesi, güncelliğini koruması aslında yeni bir şeyleri imliyor. Mevcut sanatın önceki dönemlerden ayrışmaya çalışması ve kendi eleştiri anlayışını oluşturmak istemesi bu tartışmalardaki ana etkenler. Çünkü eleştiriyi doğuran şeyin sanatın bizatihi kendisi olduğunu biliyoruz.
Onu zorunlu kılan, eksikliği tamamlamayı dayatan. Zira bu talep, çoğunlukla yazar ve şairlerden geliyor, okurlardan ziyade. Talepkar bir izler kitlenin varlığı, eleştirinin doğumunda önemli.
Ancak ne olursa olsun, eleştiri talebi eğer çağın metnini yakalayamamaktan, iyi ve kötü metnin elekten geçirilmemesinden kaynaklanıyorsa talebe kulak vermek herkes için yol açıçı bir nitelik arz edebilir. Yani karanlık olana bir ışık tutacak ya da perdeyi aralayacak bir eleştiri.
Çünkü eleştiri, muhatap olduğumuz, elimizde tuttuğumuz metni konuşulabilir bir alana, bir düzleme çeker. Bir şeylerin kaydedildiği, vücuda geldiği bir zemin olarak eleştiri. Bu anlamda, Türkçe edebiyat tarihine baktığımızda kanon diyebileceğimiz bir eleştirinin varlığından bahsetmek güç ancak tekil örnekler de yok değil.
Türkçe edebiyatta daha çok, yazar ve şairlerin kendisi eleştirmen rolü üstlenmiştir. Bir metni yapanlar onu en iyi anlayanlar olmuş hep. Çünkü yeni anlayışlar, eleşirmenini de beraberinde getirmek zorunda, yarına kalabilmesi, izler kitleye ulaşması için.
Türkçede kanondan bahsedilememesinin bir nedeni de bana kalırsa, ortak bir paydada bütünleşmenin zorluğu. Herkesin benliğinin çok güçlü olması ve masa kurucu olmayı arzulaması etkenlerin başında geliyor. Diğer yandan bunda, edebi muhafazakarlığın bir payı olduğu kadar, yazılan "yeni" metni anlayan, onu layıkıyla özümseyebilen insan sayısının azlığının da payı var.
Mesela İkinci Yeni şairlerine baktığımızda, kendilerinin eleştirmeni olmuş şairler görürüz. Süreya, Uyar gibi. Yaptıkları şey temelde mevut beğeni ölçütlerini sarsmak olmuş. Ece Ayhan mesela bu dediğimi tam anlamıyla karşılayan örneklerden biri. Yani şiiri o dönem için kapalı olduğu kadar, söyleşi ve düzyazılarıyla eleştirmene metne yaklaşabilecek bir kıyı veriyor.
O yüzden de Enis Batur "Tahta Troya" ile Ece Ayhan şiirindeki kıyıyı görünür kılarak şiirlerinin içine girebiliyor. Ama yine de, iyi ve kötü metnin vücuda geldiği zamanda onları ayıklayan, müellifine yol gösterebilen eleştirmen Türkçe edebiyatta her dönemde eksikliği duyulan bir kişi olmuştur.
Günümüzde dolaşımda olan metinleri layıkıyla anlayıp, okuyabilen, takip edebilen ve elini taşın altına sokabilen şair ve yazar sayısı çok az. Bunda eleştirinin başlı başına riskli ve takviye gerektiren, farklı bir bakışı zorunlu kılan, mevcut edebiyat metinlerini takip etmeyi dayatan ama yine de çok az bir kesime hitap eden bir tür olmasının da etkisi var.
Zor bir iş. Bunun yanında herkesle iyi geçinmeye çalışmayı dayatan çağda riski üstlenmek yazarların kendi görevi oluyor pek çok açıdan.
Ben bugün ise eleştirideki çoraklaşmanın ana sebebini edebiyat metinlerindeki çoraklaşmaya bağlıyorum. Başta söylediğim şeye dönecek olursam, güçlü edebiyat metni, edebiyata dair talepkar bir izleyici kitlesi zaten eleştirmeni de zorunlu olarak açığa çıkarıyor. Bugün, böylesi bir izler kitle olmadığı gibi, güçlü metin de yok. Çünkü eleştiri metinden sonra gelen bir şey. Ortada iyi metin yoksa, eleştirmen de olmaz.
Veysi Erdoğan: Göstermek, dile getirmenin önüne geçiyor
Belinski'nin çok kıymetli bulduğum eleştiri anlayışını günümüze uyarlamak pek bir mümkün görünmüyor ne yazık ki. Bunun birçok nedeni var elbette. Bana göre dünyanın şimdiki varlık durumunu tanımlamak açısından "hız" sözcüğü, bu nedenlerin önemli bir kısmını temsil ediyor. Her yerde ve her şekilde olma arzusunu ayakta tutan bu sözcüğün tam karşısında ise "yavaşlık" duruyor.
Belinski çağına özgü eleştirinin ortaya koyduğu kuşatıcılık, ağır ama seyrinde ilerleyen bu türden bir yavaşlıktan gücünü alırken, günümüzde bu konumlanış yerini hızın marifetiyle bir an önce olsun algısına bırakmış görünüyor.
Bu nedenle metni çepeçevre sarmaktan çok, etrafında dönmekten ibaret okumalarla karşılaşıyoruz çoğunlukla. Derine inmekten uzak, büsbütün temellendirilmemiş, metnin dışında konumlanan bu yaklaşımların bir bakış yoksunluğundan türediklerini düşünüyorum.
Eleştiriyi, değinmek fiiline indirgeyen günümüz edebiyatının tavrı 140 karakterden ya da story paylaşmaktan öteye geçmiyor nitekim. Metne dair bir şey söyleyemediğimiz ya da söyleyecek gücü bulamadığımız için her defasında alıntıdan ibaret kalıyoruz. Göstermek, dile getirmenin önüne geçiyor haliyle.
Bütüncül bir eleştiriye bir türlü varamıyoruz. Bu işi çok iyi yapan bir avuç azınlığı bir kenara koyuyorum elbette. Onların varlığı, her zaman için paha biçilemez.
Yaslandığınız bir edebiyat kanonu var mı? sorunuzu yanıtlayacak olursam yazının bulunuşundan bu yana ortaya konulmuş her iyi metnin beni fazlasıyla ilgilendirdiğini söyleyebilirim. Gezilecek yerlerin güzergâhı bizden önceye dairdir çünkü. Başlangıç orasıdır.
Dolayısıyla ortaya konulacak ürün, öncenin bakışından bağımsız olamaz. Ben buna hep inanmış biri olarak etkilenmenin doğallığıyla yazmaya koyulurum. Bana kokusunu bırakmış metinlerin içinden geçerek tekil bir ilerleyişle kendime varmaya çalışırım.
Belirli bir kanona yaslanmayı, metnin varlığını istediği gibi ortaya koyması açısından doğru bulmuyorum bu yüzden. Fakat her yazdığına güvendiğim ve okumaktan haz duyduğum birkaç isim vermem gerekecekse bunların en başında Beckett, Kafka ve Musil gelir. Sonra elbette Rilke ve Turgut Uyar.
Soru 2: Yazar-editör ilişkisi, ortaya çıkan metnin gücü açısından önemlidir. Bugün pek çok yazarın yayınevlerinin editörleri dışında profesyonel yardım aldığı biliniyor. Wladimir Nabokov'un eserlerinde bir nevi editörü olan eleştirmen Edmund Williams'ın önemi oldukça büyüktür.
Yine J. D. Sallinger'ın hem yayıncısı hem de editörünün yazarlığı üzerindeki etkisinin önemi biliniyor. K24, 2015 yılında bu konuda bir dosya hazırladı.
"İyi bir okur değilseniz, iyi bir editör olamazsanız" başlıklı yazısında, Çiğdem Uğurlu şu çarpıcı tespitte bulunur:
Editörlük dediğimiz meslek, kurumsallaşmış yerlerde ve konusunda yetkin kişilerce icra ediliyor olsa, bugün belki edebiyat diye gözümüze sokulan kitapların pek çoğu yayına girmiş olmayacaktı…
Yine bu konuda Armağan Ekici, Selahattin Özpalabıyıklar, Murat Yalçın, Levent Cantek etraflıca yazılar kaleme aldı.
Bu konuda ne düşündüğünüzü merak ediyorum, bir yazar olarak siz de bu müessesenin bir parçasısınız.
Dolayısıyla bu konuda fikrinizi almak istiyorum, sizce Türkiye'de sağlıklı yürüyen yazar- editör ilişkisi var mıdır?
Arzu Eylem: Neden yazdığını bilen kaç yazar var?
Benim açımdan epey çetrefilli bir soru bu. Çünkü yazan biri olmanın yanı sıra aynı zamanda editörüm. Mümkün olduğunca editörlüğün hakkını vermeye çalışıyorum. İlk sorunuzun bir karşılığı da bu soruda gizli. Çünkü olmayan eleştirinin bugün belki de yerini doldurmaya çalışan kişiler sayıları çok olmasa da editörler.
Yani eleştirmen olarak karşımıza en azından editörler çıkabiliyor. Editör kendi kişisel beğenisini aşabiliyor, metne metnin saikleriyle yaklaşabiliyorsa, edebi donanıma sahipse, yazarına inanılmaz katkılar sunabilir.
Yazarla editörün karşılıklı ilişkisi ve çalışması çok önemli. Editör dediğimiz kişi redaktör değil öncelikle. İmla hataları düzelten kişi değil yalnızca. Metni anlayan, yazarın niyetini sezen ve metne farklı perspektiflerden bakabilen birine editör demeliyiz.
Dolayısıyla metnin ilk okuru o. Tabii bu söylediklerim üç yönlü bir ilişki. Yazar, metin ve editör var sadece işin içinde. Fakat nasıl ki evlilikte sadece eşler yoktur, anneler, babalar, yakın akrabalar, çocuklar, iş hayatı, ekonomik koşullar vesaire devreye girince mesele iki kişinin anlaşmasının ötesine geçer, yazar-editör ilişkisine damga vuran başka dışsal faktörler var maalesef.
Kitabın satıp satmayacağı, yayınevinin yaklaşımı, okur beklentisi vs. Ticari kaygılar, siyasi ortam pek çok şey araya girebiliyor. Yani karmaşık ilişkiler söz konusu. Bize direnen yazar, direnen editör ve sanatta ısrar etmekten başka bir yol görünmüyor.
"Editörlük dediğimiz meslek, kurumsallaşmış yerlerde ve konusunda yetkin kişilerce icra ediliyor olsa, bugün belki edebiyat diye gözümüze sokulan kitapların pek çoğu yayına girmiş olmayacaktı…" cümlesine kesinlikle katılıyorum.
Yazan çok insan var. Ama neden yazdığını bilen kaç yazar var? Yazmak aşkı, tutkuyu, yeteneği, birikimi, merakı... içine alan bir eylem.
Yaşama dokunmanın, yaşamı anlamanın, kendine ve başkalarına bakmanın cesaretini taşıyan bir eylem. Bu duygularla yazan birinin kalemi mutlaka akar, yazdıkları da zamanla değerine kavuşur. Bugün okuduğumuz pek çok kitap, adı anılan pek çok yazar geleceğe kalacak mı, zamanı yenecek mi? Maalesef cevabım olumlu değil.
Deniz Faruk Zeren: Birtakım hesaplar metnin önüne geçebiliyor
Kendisi isteyerek bir şekilde imha etmek yerine asla yayımlamaması ve yok etmesi isteğiyle yapıtlarını arkadaşına teslim eden Kafka aslında editörüne emanet etmemiş mi eserini? Max Brod edebi bir kişilik miydi çok bilmiyorum, para kazanmak için mi yayımlattı emanetleri öyleyse de anladığını düşünebiliriz.
Editör-yazar ilişkisi eleştirel bir arkadaşlık ilişkisi olamaz mı olabilir. Böyle ilişkiler var. Tam tersi olumsuzluklar da var, kitabının çıkması falanca yayınevinin filanca editörüne bağlı bireysel bir takım hesaplar metnin önüne geçebiliyor ya da tam tersi yazar metninden ziyade o falanca editörle kuracağı ya da kurduğu ilişkiye güvenebiliyor tam orada bir daha telafi edilemeyecek marazlar bitiyor hem yazarda hem editörlerde.
Diğer yandan aşırı iş yükü güvencesiz çalışma gibi temel hak sorunları da var düzenli yayınevi çalışanı olanların pandemiden ötürü toplu işten çıkarmalar da gördük. Yıllardır kitap satarak edindikleri kazancı hakkını vererek bölüşemeyen yayınevi patronları editörün yaratıcı müdahalelerinin körelmesine sebep olmuyorlar mı?
Öte yandan popülerlik editör açısından ilişki kurulması göze girilmesi gereken biri olmak gibi nahoş bir durum da ortaya çıkarıyor. Bunun ortaya çıkmaması da tamamen editörün anlayışına bağlı.
Mehmet Özkan Şüküran: İşini hakkıyla yapan, editörün masasından geçmiş metinler ilk bakışta belli oluyor
Editörlük Türkiye'de teknisyenlikle eş yürütülen bir "meslek". Yayınevlerinin sermaye dolaşımını öncelemesi bunun bir sebebi. Diğer bir sebebi de bununla ilinti olarak editörün yaratıcı hamleyi yapabilmesinde sermaye sahiplerinin editöre sermayeyi öncelemesini dayatması. Editörlüğü bayağılaştıran iki ana sebep.
Selahattin Özpalabıyıklar'ın bir söyleşisini okumuştum, epey oldu, mealen şunu dediğini hatırlıyorum: "Ben yaratıcı olmaktan ziyade geliştiriciyim". Nedense, hep, editörün geliştirici olması gerektiğine inandım. Ama iyi editör çok nadir bulunuyor.
Editör dediğimiz kişilerin çoğunluğu, dergi editörlerinden tutun yayınevi editörlerine kadar, redaktörün katkı sunduğu kadar metne bir katkı sunamıyor. Yazar ve şairler metinlerini yazdıktan, dosyalarını hazırladıktan sonra arkadaşlarına, beğenisine inandığı insanlara gönderiyor.
Editör mesleğini profesyonelce yürüten kimi insanlar ise dışarıdan da iş alıyor ve başvuru kaynağı olabiliyor yazarlar için.
Bunları söylerken aklıma sosyal medyadan şiir veya öykü yazan ama hiç tanımadığımız insanların, metinlerine bakmamızı rica etmesi meselesi geliyor. Editöre ulaşamadığı, dergiye başvurduğunda bir yanıt alamadığı, metni yayıma kabul edildiğinde bile içeriğe dair herhangi bir geri dönüş olmadığı için böyle bir yol seçiyor. Bu yolda bir sorun olmadığını düşünüyorum fakat bu aynı zamanda bize editörün az bulunduğunu da söylüyor.
Şunu da söylemek lazım, işini hakkıyla yapan, editörün masasından geçmiş metinler ilk bakışta belli oluyor. Gerek çeviri metinlerde gerekse de telif metinlerde. Editörün yönlendirici, geliştirici olması metni daha sağlam bir zemine çektiği gibi, dolaşımdaki kötü metinlerin müsebbibi olarak da sadece editöre yüklenemeyiz.
Çünkü editörün bir görevi de, bana kalırsa, mevcut durumdan, ki bu kötü metin ise, ondan haberdar etmesidir. Bir dergi editörü düşünelim ve Turgut Uyar'ın hala yaşayıp oraya şiir gönderdiğini. Şiir aşırı vasat da olsa onu basması çok önemli ki edebiyat anlayışındaki dönüşümü izleyebilelim.
İyi editörlüğün bir yönü de bu bence, kötü de olsa eskilerden, mevcut edebi kamudan haberdar etmesi. Bir önceki soruya bağlayıp bitirirsem editör, eleştirmenden de önce geliyor. Yani eleştirmenlerin olmamasıyla editör-yazar ilişkisinin sağlıklı yürümemesi çok da bağımsız meseleler değil.
Veysi Erdoğan: İşinin gereğini çok iyi yapan editörlerin varlığıyla birlikte, bunu henüz tam olarak hazmedememiş olanlar da var
Bana göre editör, üzerine çalıştığı metne eğilirken yazarın aklını ödünç alıp onu kendi deneyimiyle bütünleştiren kişidir. Yazarın yürüdüğü yollardan geçerek onun varmak istediği yeri görmeye çalışır ayrıntılarıyla.
Metne katkı sağlayabileceğini düşündüğü durumlarda gerektiğinde yan yollara başvurur ve yazarı oraya sevk eder.
Öngörü sahibidir aynı zamanda. Metnin dolaşıma gireceği ağları, hem yayınevinin hem de okurun gözüyle tahlil eder önceden. Yani ki bütün teçhizatıyla bilgi ve sezgisini sonuna kadar kullanır.
Bu anlamda Türkiye'de işinin gereğini çok iyi yapan editörlerin varlığıyla birlikte, bunu henüz tam olarak hazmedememiş olanlar da var elbette. Bu alandaki eksikliğin zamanla kapanacağını ve profesyonelliğe bir adım daha yaklaşılacağını düşünüyorum.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish