Postkolonyal Afrika edebiyatı denildiğinde akla gelen üç isimden biri Kenyalı romancı, karşılaştırmalı edebiyatçı ve düşünür Ngũgĩ wa Thiong'o'dur.
Ngũgĩ, 1964 yılında yayımladığı ilk romanıyla Achebe'nin yanında Afrika'nın yeni seslerinden birisi olarak kendisine kalıcı bir yer edindi.
Ngũgĩ tespitleri ve öngörüleriyle, çağdaşları Chinua Achebe ve Wole Soyinka gibi sadece edebiyatçı kişiliğiyle değil aynı zamanda kamusal entelektüel olarak sonraki kuşaklara yol göstermiştir.
Ngũgĩ 1975 yılında yayımladığı Secret Lives and Other Stories [Gizli Yaşamlar ve Diğer Hikâyeler] kitabında yazma gerekçesini şöyle anlatır:
Yazdıklarım gerçekten tarih ve toplumdaki konumunu anlama çabasıdır.
Ngũgĩ romanlarında sömürgeciliğin doğurduğu yabancılaşma, toprak sömürüsü, mülksüzleştirme, şiddet, kültürel baskı, sınıf çatışması ve eğitim meselelerinin yanı sıra iktidar ve otoriter yapılarının analizini yapar.
Ngũgĩ, yazdığı düşünce eserleriyle bir Frantz Fanon, Aimé Césaire ve Albert Memmi gibi kolonyalizmin işleyiş biçimini, felsefesini, dahası kültürel ve edebi alandaki temsillerini göstererek yol göstericilik de üstlenir.
Özellikle de Türkçeye Zihni Sömürgeden Azad (Hece Yayınları) diye çevrilen Decolonization of Mind adlı eserinde, postkolonyal düşüncenin yapısını çarpıcı biçimde betimler.
Marksist bir yazar olan Ngũgĩ'yi çağdaşlarından ayıran en önemli özelliği Afrika edebiyatı konusundaki görüş ayrılığıdır.
Anadili önceleyen Ngũgĩ, İngilizcede kurmaca eser yazmayı bırakıp romanlarını çoğunu Gikuyu dilinde yazar.
Simon Gikandi, Ngũgĩ'nin üzerinde Fanon'un belirgin biçimde etkisinden bahseder. İlk eserlerinde sömürgeci iktidara karşı milliyetçiliğin savunuculuğunu yapan Ngũgĩ', 1970'lerden sonra siyah elit rejiminin halkın yüzde 80'ini dışarda bırakması sonucu tavrını değiştirir.
Gikandi, özellikle Fanon'un "Ulusal Bilincin Tuzakları" yazısının Ngũgĩ'nin farkındalığında etkili olduğunu yazar.
Şüphesiz Ngũgĩ' için dil ve kültür ulusların atardamarları gibidir; dili politik bir araç olarak görür çünkü. Sömürgeci iktidar rejimleri halkı kendi kültürlerine, dillerine ve hatta dinlerine yabancılaştırarak tebaasını kontrol eder, evcilleştirir.
Afrika edebiyatının dili
Afrika edebiyatında ifade dilinin seçimi hep tartışma konusu olmuştur. 1 Haziran 1962 tarihinde Uganda'nın başkenti Kampala'daki Makerere Üniversitesi'nde gerçekleşen ve Afrika edebiyatının konumunun ve geleceğinin tartışıldığı konferans, tarihî bir dönemeç olarak kaydedilir.
Afrikalı yazarları bir araya getiren ilk konferans olarak da tarihe geçen bu önemli foruma Chinua Achebe, Wole Soyinka, John Pepper Clark, Ezekiel Mphahlele, Bloke Modisane, Lewis Nkosi ve Ngũgĩ wa Thiong'o gibi dönemin öncü isimleri katılmıştır.
Konferansta Afrika edebiyatının gidişatına dair sorunlar tartışılır ancak ortak bir kanıya varılmaz. Bir dönüm noktası olması ve Afrika'nın öznelliğini gündeme getirmesi açısından konferansın tarihsel önemi inkâr edilemez.
Achebe konferansta, "Afrika edebiyatını küçük bir tanıma sığdıramazsınız" diyerek Afrika edebiyatını tekil bir birim olarak değil, gerek ulusal (Avrupa dilleri) gerekse yerel dillerin bir arada oluşturduğu birimler kümesi olarak gördüğünü ifade eder.
İngilizcenin dışında bir tercihinin olmadığını da söyleyen Achebe, dili bir direniş sahası olarak kullanmıştır.
Chinua Achebe, Tanrının Oku adlı romanında din adamı Ezeulu'nun oğlu Oduche'ye nasihatinde oğullarından birini kiliseye gönderirken Batı dininin, dahası metaforik olarak dilinin işlevselliğini, belki de daha açık ifadeyle evrenselliğini bir öngörü olarak anlatır:
Seni bu insanlar içinde beni temsil edesin diye gönderiyorum, güvende olmak için, bu yeni dinin boy vermesi halinde. Ya zamana ayak uydurursun ya da geride kalırsın. İçimde bir his var, kim beyaz adamla yüzleşmezse, basiretsizliğine yanacaktır.
Söz konusu kanı pek çok Nijeryalı yazar için de geçerlidir, sonraki kuşaktan aktivist ve romancı Kenule "Ken" Beeson Saro Wiwa de İngilizce yazmaktan gayet memnun olduğunu, bu sayede diğer Afrika ülkelerindeki kardeşleriyle irtibat kurduğunu söyler.
Fransızcaya tutkusuyla bilinen şair Léopold Sédar Senghor bile İngiliz dilinin Afrika bilincini yansıtmada önemli bir araç olduğunu savunur.
Ngũgĩ wa Thiong'o ise çağdaşı Achebe ve diğerlerinden ayrılarak Afrika edebiyatının kapsamını yerli dillerde üretilen metinlerle sınırlandırır.
Yazarın sınırlayıcı yaklaşımında dile yüklediği ideolojik anlam büyük rol oynar. Hatta Ngũgĩ daha ileri giderek Avrupa dillerinde yazılmış modern Afrika edebiyatını, sömürge okullarında okumuş "küçük burjuvazi"nin edebiyatı olarak görür.
Arap edebiyatının Afrika deneyimi olarak algılanması da tartışma konusu olmuştur. Siyah kıtanın önemli düşünürlerinden Ali Mazrui, Arapçayı Afrika dilleri arasında görmez, bilakis sömürgeci dillerle birlikte anar.
Yerel dillerde ısrar eden Ngũgĩ ise, çağdaşının yaptığı sınıflandırmaya katılmaz, Arapçanın Afrika deneyiminin bir parçası olduğunu savunur.
Aslında bu tartışma Güney Afrika'da da zaman zaman gündeme gelmiştir. Güney Afrikalı gazeteci, oyun yazarı ve entelektüel H. I. E. Dhlomo 1953 yılında Ilanga Lase Natal gazetesinde İngilizce yazmanın önemini şöyle anlatır:
İngilizceyi başarılı bir şekilde yazan bir Afrikalı tek taşla aynı anda pekçok kuş vurur. Afrikalıların dünya standartlarına erişebileceğini kanıtlar. Uluslararası bir üne kavuşur. Geniş bir kitleye hitap eder. Daha fazla ekonomik gelir elde eder. Önemli olan onun sadece Afrikalı dehasını İngilizcede de göstermesidir.
Şüphesiz bugün Afrika edebiyatı tanımı çok kapsayıcıdır. Afrika edebiyatı kıtada yaşayan tüm ulusların siyahları ve siyah deneyimini ötekileştirmeden gerek anadillerinde gerekse diğer dillerde ürettikleri tüm ürünleri kapsar.
Bir yakın tarih romanı: Ağlama, Oğul
Ngũgĩ''nin ünlü şair Walt Withman'in bir dizesinden adını alan Weep Not, Child [Ağlama, Oğul] romanı, kolonyalizmin toprak arzusunun şedit yönlerini gösterir.
Ağlama, Oğul bir yakın tarih romanıdır, politik olduğu kadar toplumcu gerçekçi kaygıları barındırır. İngilizlere karşı Mau Mau direnişini kurgulayan Ngũgĩ, bu yönüyle Senegalli romancı Ousmane Sembene'nin işçi grevlerine odaklandığı God's Bits of Wood [Tanrının Sopaları] romanıyla da anılabilir.
Ancak Ngũgĩ'nin temel meselesi, Achebe'de olduğu gibi sömürgeciliğin işleyiş mekanizmasıyla birlikte meydana getirdiği tahribatı göstermektir. Ağlama, Oğul, tam anlamıyla Fanonyen bir klasik olarak okunabilir.
Ağlama, Oğul sömürgeciliğe getirilen en sert eleştirilerden biri olarak okunmalıdır. Romanda eğitimden siyasi manevralara, kültüre, dine, ekonomiye ve sömürü biçime yönelik çarpıcı tespitler sunulur.
Ngugi de Achebe gibi Hristiyanlığın medeniyet misyonu gibi kurtarıcı rolünden rahatsızdır. Gerek Tanrının Oku ve gerekse Ağlama, Oğul, iki romanda da "baba, oğul ve hüsran" teması dikkat çekmektedir.
Her ikisinde de Batı'ya karşı sempatinin hüsranla son bulması kaçınılmazdır. Her iki romanda da Batıcılarla iş birliği yapan yerli patronların ihaneti de sömürge zihniyetinin teşekkül etme yöntemini gözler önüne serer.
Romanda toprakları ellerinden alınmış, Birinci Dünya Savaşı gazisi Ngotho ve ailesinin dramı anlatılır. Kenya'da çiftlik kuran, savaşta yaptıklarından dolayı toprakla ödüllendirilen İngiliz Howlands'ın tarlalarında kolbaşılık yapan Ngotho'nun çocuklarından Njoroge eğitime düşkünlüğüyle bilinir.
Njoroge'nin kardeşi Boro ise İkinci Dünya Savaşı gazisidir, daha sonra babasına itaatsizlik ederek Nairobi'deki isyancılarla birlikte hareket eder.
Jacobo ise romanda İngilizlerle iş birliği yapan toprak ağası olarak tanıtılır. Kenya özgürlük savaşçısı ve bağımsızlığında öncülük eden Jomo Kenyatta'ya detaylıca yer verilir romanda.
Köye gelerek babasını ve İngilizlere çalışan işçileri zor durumda bırakan Boro ve arkadaşlarının genel grev çağrısı yapması durumu güçleştirir.
Siyahların, Batılı ve Hintlilerle eşit maaş almalarını isteyen isyancı gençler, ırkçı ayrımcılığın da son bulması çağrısını yaparak babasının bir karara zorlarlar. Eşlerinin itirazlarına rağmen greve katılan Ngotho'nun işine, binlerce işçiyle birlikte son verilir.
İngilizlerle işçiler arasında grevin son bulması için aracı olan Jacobo'nun tavırlarına tahammül edemeyen Ngotho, ona saldırır, polis tarafından Jacobo'nun hayatı kurtarılır. Grev sonrasında Howlands sömürge valisi, Jacobo ise köyün lideri olur.
Mau Mau isyanına katılan Boro ve diğer oğlu Kori, babayı ve aileyi yine zor duruma düşürecektir. Jacobo öldürülmesiyle kaçan Boro'yu yakalamak için polis babasını, kardeşi Njoroge'u tutuklar, baba-oğul öldüresiye dövülür.
Serbest kaldıktan bir süre sonra baba ölür, okulu yarım kalan Njoroge ise umutsuzluk içinde kıvranır, intihar etmek istese de sonuçsuz kalır girişimi.
Boro öfkesine hakim olamaz ve Howlands'ı da öldürür. Howlands'a silahı doğrulturken şunları itiraf eder:
- Jacobo'yu ben öldürdüm.
- Biliyorum.
-Siyahlara ihanet etti. Birlikte bu toprakların çocuklarını öldürdünüz. Kadınlarımıza tecavüz ettiniz. Ve nihayet babamı öldürdün.
Bir yanıyla otobiyografik özellikler taşıyan Ağlama, Oğul, trajik bir dilemmayı sunar. Ağlama, Oğul ile Tanrının Oku romanlarının, eşzamanlı çıkmasa da, sömürgecilik stratejisinde benzer biçimleri, temaları öne sürmesi tesadüf olmasa gerek.
Ezeulu'nun kaderini Ngotho'nun paylaşması, her iki babanın da beyaz öğretiden medet umması, oğullarının içlerinde eğitim görmelerine olanak tanımaları, iyimserlikten öte siyahların bağnazlığa değil bilakis iyiye, erdeme açık olduklarını kanıtlar.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish