12 Eylül 1980 sonrasında Diyarbakır 5 No'lu Askeri Cezaevi'ne atılan her politik tutuklu, insanlığa dair bir ışığın cezaevine sızmadığını yaşayarak görmüş… tutuklular zifiri bir vahşet dünyasında çırılçıplak, korunaksız, dayanıksız bırakılmış…
Uygulamalar, politik tutukluların içindeki Kürdi zihniyet tohumlarını söküp atmayı amaçlıyor. Beyaz bir levha üzerinde bu yeni insan tipi, kendi içinde insana ait ne varsa ona düşman bir tip olarak tasarlanmış.
Vahşet politikalarıyla tutukluların kendine yabancılaşması, kendine saygı duymaması, kendinden korkması tasarlanmış, dönüştürülmüş model tutuklular üzerinden cezaevinden topluma korku ve güvensizlik pompalama amaçlanmış.
Nitekim vahşet politikalarının cezaevindeki uygulayıcısı Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran, cezaevinde göreve başladığı ilk günü tutuklulara misyonunun bu olduğunu açıklayacaktı:
Sizleri öyle bir hale getireceğim ki dışarı bıraksam da çıkmak istemeyeceksiniz.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Aşağıda Diyarbakır 5 No'lu Askeri Cezaevi gerçeğiyle yüzleşme ve adalet arayışı görüşmesi, yıllar ve yıllar sonra 'bırakılsa da çıkmak istemeyeceklerden'(!) kıymetli insan Ahmet Türk ile yapıldı.
Hukukdışı ve yasal olmayan tecritlik uygulaması, hücre tipi,türlü yasaklar ve infaz yasasında çifte standart başta olmak üzere hala cezaevleri sorunu sürüyor.
Hala gücü hak belleyen siyaset muktedirleri esip gürlüyor ama büyük insanlığın yürüyüşü de sürüyor…
İbretliktir!..
Okuyalım…
…
- Diyarbakır 5 No'lu Askeri Cezaevi'ni anlatmak zor ama sizden orada yaşadığınız o zorlu günleri anlatmanızı istesek…
Tabii ki 12 Eylül'den sonra konduğumuz Diyarbakır Cezaevi'ni anlatmak çok zor. Çünkü her saniyesi bir vahşet, bir zulüm, bir işkenceydi. 12 Eylül darbesinden sonra Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından gıyabımızda bir tutuklama kararı çıktı. Ankara'daydık. Bizi yakalayınca Ankara Cezaevi'ne gönderdiler. Ama biz dört arkadaş Ankara'da kalmaktansa Diyarbakır'da insanlarımızın olduğu bir cezaevinde olmayı çok istediğimiz için sık sık müracaat ediyorduk. Sonuç olarak, 15 gün sonra bir askeri uçakla Diyarbakır'a gönderildik.
- Sizlerle ilgili tutuklama kararını Diyarbakır'da ilgili mahkeme vermiş olmalı…
Evet, Diyarbakır Sıkıyönetim Mahkemesi vermişti. Ama biz acele ediyorduk bir an önce gidelim diye, müracaat ettik. Uçak paramızı kendimiz karşıladık. Bir askeri uçakla gönderildik. Yanımızda birkaç jandarma üsteğmeni vardı.
- Kötü muamele oldu mu?
Tam tersine… Diyarbakır Cezaevi'nin kapısından girince bizi teslim eden üsteğmene "s…r ol git" dendi. Üsteğmen bizim aç olduğumuzu söylüyor. Sabahtan beri yemek yememiştik. "Tamam yiyeceksiniz, banyo da yaptırırız, sinemaya da götürürüz" dediler. Tabii normal tutuklu psikolojisi ile gelmişiz. İçeri girer girmez milletvekilleri gelmiş denerek coplarla, kalaslarla, işkenceden geçirilirdik. İşkenceden sonra bizi 35 No'lu hücre bölümüne attılar. Konduğumuz hücrenin içi pislik içinde, ranza yerine küt bir beton var. O betonun üzerinde oturduk. Mart ayı olmasına rağmen dışarda kar var, bütün camlar kırılmış ve soğuk… Bir müddet sonra valizlerimizi açtık. Korunmak için valizlerimizin üzerine oturduk. Sonra askerler geldi, valizlerimizi de aldılar.
Sonuç olarak orada bulunduğumuz her dakika, her saat, işkenceydi. Her gelen asker demir parmaklıkların ardından "elinizi uzatın" diyor, dayaktan geçiriyor, sonra gelsin marşlar… "Öğreneceksiniz", "ezberleyeceksiniz" sınavından geçiriyorlar. Birçok asker de cahil olduğu için, "aaa bunlar milletvekiliymiş" diyerek ayrı ayrı bizi dövme ve hakaret etme seansından geçiriyor. Olduğumuz yerden bağrışmaları, işkence çığlıklarını duyuyorduk.
- Yani size yönelik atfedilen her neyse, eziyetler o "suçla" ilgili bir şey değil, milletvekili diye…
Tabi, daha sonra gördük bir sistem oluşturulmuş. Cezaevindeki insanları sindirme, kişiliğini ortadan kaldırma, hakaretlerle terbiye etme hedefli bir sistem. Çünkü aradan birkaç gün geçtikten sonra cezaevindeki sistemin gerçekten bir vahşet olduğunu, cezaevindeki insanlara karşı bir kin, öfke ve düşmanlık duygusuyla yaklaşıldığını gördük.
- Daha önce de cezaevi deneyiminiz olduğu için soracağım, sizi orada şaşırtan bir şey oldu mu?
Tabii ki böyle bir şeyle hiçbir zaman karşılaşmamıştık. Mesela biz dışarıdayken Mamak Cezaevi'ndeki işkencelerden söz edilirdi. Sonra Mamak Cezaevi'nden gelen arkadaşlarımız hayretler içinde kaldı. "Biz Mamak diyorduk ama böyle bir şey yaşamadık" diyorlardı.
Şunu söylemek istiyorum, tek tek işkencelerin boyutunu anlatma imkânımız olmayacak böyle bir röportajda ama inanın ki Nazi kamplarında insanlar belki daha fazla aç bırakıldı, ne var ki Nazi kamplarında yapılan işkenceler bu boyutta değildi, bundan eminim.
Gece-gündüz kalaslarla, coplarla dövülüyorduk. Sanki kan damarlarımız tıkanmıştı. Yediğimiz dayaklardan, coplardan ellerimiz, kollarımız, şeyimiz simsiyahtı Her gelen asker keyfi olarak işkenceden geçiriyordu. Keyfi olarak bir şeyler soruyor, işkence yapmak için bahane arıyordu...
- Hatırlayabildiğiniz kadarıyla uygulamaları ve aşağılamak için neler yaptıklarını anlatsanız…
Yani ağza gelecek her şey kullanılıyordu. Annemizden, eşimizden, en değerli varlığımızdan her şeyimize açık açık küfürler, hakaretler ediyorlardı. Hakaretler, işkenceler iç içe devam ediyordu.
Hücrelerde 20 gün kaldık ve hücrelerden sonra koğuşlara verileceğimizi tahmin ediyordu ki bizi üst hücrelere çıkardılar. Üst hücrelerde de bu sefer İstiklal Marşı'ndan Tarihi Çeri marşına kadar 56 tane marş ezberleyecektik.
Marşları ikide bir söyletiyorlardı, takıldığımızda copları kafamıza yiyorduk. Biz artık öyle bir psikolojiye girmiştik ki gece yatamıyor, yarın yine soracaklar, takılırsak dayak yiyeceğiz diye marşları kendi kendimize ezberliyorduk. Böyle bir psikoloji oluşmuştu.
O pislik dolu hücreden sonra bizi ikinci kata çıkardılar. Orada da uzun bir süre kaldık. Sonra 3. kata çıkardılar sonra 35'teki hücre bölümünden alıp 36. Hücre bölümüne götürdüler.
Sanki yerimiz değiştiriliyormuş izlenimi veriliyordu ama yine aynı tip hücrelerde kalıyorduk. Sonuç olarak hücrelerden sonra koğuşlara verildiğimizde biraz rahat olacağımızı düşünüyorduk. Ama koğuşlara gittiğimizde, hücrelerden daha fazla işkence ve zulmün olduğunu gördük.
Bütün koğuşa "haydi havalandırmaya çıkın" diyorlardı. Havalandırmaya gittiğimizde de önce bir yürütüyorlar, sonra coplarla kalaslarla saldırıyorlardı. Havalandırma alanı kan gölüne dönerdi. Kan gölüne dönen noktalarda bizi yerlerde sürüklerlerdi.
Havalandırmanın ortasında pisliklerin aktığı yerlerde insanların pisliğini alıp kendi üstümüze sürmemiz için zorlarlardı. Birisi az pislik almışsa mesela diyelim ki benim üzerimdeki pisliği alır kendi üzerine sürerdi ki dayak yemesin.
Yorgunluktan bitik bir şekilde koğuşa gittikten sonra, "ders" adı altında bizi ilk iki saat 'hazır ol' vaziyetinde ayakta tutarlardı.
Tabii bütün bu yaşadıklarımız koğuşta olsa bile mazgal deliklerinden seyredilirdi. En ufak bir "kuralsızlık" olduğunda gelirler, koğuşun içinde işkence başlardı.
Keyfi talimatlar verilirdi. Mesela; "kaybol" ya da "ranzaların altına gir" talimatı verildiğinde, insanlar pürtelaş ranzaların altına girmeye çalışırken üst üste yığılırdı. Açıkta kalana kafa, kol, bacak demeden kalaslarla coplarla saldırıyor, kan revan içinde bırakıyorlardı.
Zaten herkes biliyor ki, o kalaslarla yapılan işkenceler sonucu 35'e yakın insan yaşamını yitirdi. Bu durumlarda doktor çağrılırdı. "Doktora ranzadan düştü raporunu yaz" talimatı verilir, doktor da hazır yazardı.
Ailelerin tutuklulara bıraktığı paraların dağıtımı sırasında, "sana şu kadar para gelmiş, niye bu kadar gelmiş" diye bu sefer bizi para dağıtanlar işkenceden geçirirdi.
Kantin günü geldiği zaman "zaruri ihtiyaçlar için listenizi yapın" denirdi. Çoğu zaman toplanan paralarımızla "kantinde sadece tuz kalmış" diyerek bir çuval tuzu getirip koğuşun ortasına bırakırlardı.
Doğrusunu isterseniz her saniyesi bir işkence, hiçbir zaman insanın düşünecek oturacak bir fırsatı olmadığı bir süreç.
Su olmasına rağmen su kesilirdi. Hamama götürdükleri zaman suyu keserlerdi. Kışın ortasında soğuk suyla bitleri temizleme imkânı bile kısıtlı olduğundan, arkadaşlar tek tek elbiselerini çıkarak soğuk suyla temizlemeye çalışırken, kafalarını karıştırma ve birbirinin bitlerini temizleme çabası içinde olurlardı.
Mahkeme başladıktan sonra sabahları bizi duruşmaya götürürlerdi. Gece 04.00'te operasyonla uyandırır, o salona götürürlerdi. Ayakta tutarlardı. Dizlerimize ve ayaklarımıza bakmak zorunda bırakırlardı. Arkadan kelepçelere takılan zincirle hepimizi birbirimize bağlarlardı. Kafamız hep eğik saatlerce öyle tutarlardı. Ondan sonra da cezaevi arabalarına bindirip getir-götür yaparlardı.
Mesela kendimle ilgili olanı söyleyeyim. Beni ring arabasına bindirirlerdi. 80-90 kiloluk bir asker gelir, elim arkadan kelepçeli halde sırtıma otururdu. Mahkemeye kadar seyahat ederdi sırtımda. Dönerken yine ring arabasında bu sefer etrafımda bir halka oluştururlar, marş söyle, yürüyüş yap denirdi. "Eğer birbirinize çarparsanız ananı, bacını, kızını…" diye küfrederlerdi. Tabii ellerim arkadan bağlı marş söylüyor, sıkışık bir yerde yürüyüş yapınca dengem bozulup birine çarpınca kafama coplar iniyor…
Sonra, bizden bir hizmet birliği oluşturuldu. Ben, Nurettin Yılmaz, Celal Paydaş, Avukat Şerafettin Kaya bizi asker koğuşlarına götürür, temizlik yaptırırlardı. Tıkanan tuvaletleri ellerimizle açardık, tabii açarken tuvalete atılan jiletler ellerimizi keserdi. Oradaki yiyecekler bize gelmez, küflenirdi, onları temizlerdik. Bulaşıkları yıkardık.
Bir gün bulaşıkları yıkadıktan sonra "Küçük mutfakta bulaşıkları yıkayın" dendi. Ben Nurettin Yılmaz'a "sen masaları ve camları sil", Celal Paydaş'a "sen tuvalet tıkanmış onu aç" dedim. Şerafettin Kaya da bulaşıkları yıkıyor, ben kuruluyorum. Bulaşıkları yıkayan Şerafettin Kaya bana "bulaşıkların suyunu değiştir" deyince, ben de "bir şey olmaz" diyorum. Bulaşıkları bitirdikten sonra o son hali kirli pislik içinde olan suyu bize içirdiler, tabii orada konuşamıyoruz.
Koğuşa gelince Şerafettin, "ben sana ikide bir su değiştir diyordum sen niye değiştirmedin?" diyor ama "baba bize içireceklerini ben nereden bileyim, böyle bir şey tahmin edemem" diyorum… Tabii o suçu üzerine almak zorunda, tabii alır almaz bardağı tam içemeyip yarıya kadar içtiği için de bu sefer coplarla kalaslarla dövdüler, dilini çıkartarak, diliyle masaları temizlettiler.
Ailelerimiz geliyor, görüşmeye gidiyoruz. Kürtçe yasak, dil bilmeyenler var. Mesela annem bir kelime Türkçe bilmezdi. Konuşmak istiyor ama biliyor ki konuştuğu zaman da içerde bize dayak atacaklar. Zaten iki asker yanımıza dikilmiş; bir tek kelime söylerseniz işte vay halinize havasındalar. Biz de annelerimizin morali bozulmasın diye, eh dayak da yesek bir iki kelime ile "iyiyiz" dememiz lazım…
Tabi bunu dediğimiz zaman hemen telefonu kapatır, görüşmeyi sona erdirir, bizi bir odaya alır, 8-10 asker sırayla dayak atarlardı. Birbirine havale ederek dövüyorlardı. Bu fasıl bittikten sonra merdivenden çıkıyorsunuz, askerin birisi ayağını sırtıma koyuyordu. Diz üstü ve dirsek üstü o merdivenleri çıkıyordum. Askerin de ayağı benim sırtımda bu şekilde süründürülerek koğuşa gidiyordum.
Bir gün yine mahkemeye gitmiştim. Giderken tanıdığım birisi 'merhaba' dedi, ben de 'merhaba' dedim. Tabii hemen ihbar almışlar, "birisiyle konuştu, merhaba dedi" diye. Beni Esat Oktay Yıldıran'a götürdüler. 300 askeri toplamış o büyük salonda, beni çırılçıplak soydular, külotumu da çıkardılar, copunu eline aldı.
Bütün vücudumu, bu sırtımdan şeyime kadar bütün vücudumu belki 10-15 dakika bu şekilde dövdü. Sonra bağırıyor askerlere, "yok mu bunu becerecek kimse?" … İşte o şekilde falan şeylerle. Tabii işte o dayaktan sonra her tarafım şişmiş simsiyah olmuş, ağrılardan sancılardan dolayı 15 gün yatağa bile oturamıyordum.
Sonuçta ne yapsak olmuyordu. Mesela o kadar marşı da ezberlememize rağmen, o kurallara uymamıza rağmen, yine de işkenceden kurtulamıyoruz. Yine hücrelerdeyiz. Bir gün, bir çocuğu getirmişler, tek kelime bilmiyor. Çocuk marşa "Korkma sönmez bu şafaklarda" başlıyor geliyor bir yerde tıkanıyor.
Tıkandıkça kendi kendine tekrarlıyor, sonunda bize bağırıyor; "Eğer asker yoksa orada cevap verin" diye. Asker ordaysa konuşma şansımız yok zaten. Kürtçe bağırıyor, "orada bir canavar vardı neydi?" diyor. Biz biliyoruz tabii. "Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar" cümlesinden aklında sadece 'canavar' kalmış. Hatırlatıyoruz.
Zaman zaman mesela sigarayı yasaklarlardı. Bazı sigara tiryakileri o ranza tahtalarını yontarlar, ondan dumanını çekerdi.
Bazen günlerce yemek vermezlerdi, terbiye etmek için.
Sonuçta hangi yönüyle ele alırsan al; 24 saat sanki bir savaşın ortasındasın, bütün kurşunlara hedef senmişsin gibi bir yaşamın ortasındasın… İnanın ki sadece ben değil, oradaki birçok insan, kurtulmak için ölümü istiyordu ama onu da yapamıyordu.
Mesela dişim ağrıdı, dişçiye gittim. Biliyorum gitsem yine yolda işkence göreceğim, dayak yiyeceğim, "Niye doktora çıktın?" diyecekler. Doktora bile çıkamıyorsun, hasta olsan bile 'niye doktora çıktın?' diyorlar. İşkenceyle, coplarla götürdüler doktora. Dişimi gösterdim.
Doktor sağlam dişimi çekti. Dayanamıyorsun ki o diş ağrısına. Bir daha gittim. Doktora, "Sağlam dişimi çektin, beni lütfen bu acıdan kurtar, bir daha sağlam dişi çekme." Durdu, durdu, durdu... bu sefer ağrıyan dişimi çekti.
Mesela askerin biri geliyor geliyor, beni sınavdan geçiriyor, sorular soruyor. Atatürk'ün ismini soruyor, Atatürk'ün annesinin ismi nedir, onu soruyor. Tabii ki dikkatim dağılıyor. Çünkü elindeki cop havada, aklım copta, birden inecek. Cevap veremedim, unuttum, cop ne zaman kafama gelecek diye. Düşündüm, demek ki bu kadar korku insanda düşünceyi de alıyor. Zübeyde Hanım diyemiyorum copun ne zaman, nereme, hangi tarafıma ineceğini beklerken…
Tabi burada sadece pislik sürme olmadı. Bazı insanlara pislikte yedirildi.
Bazı insanlar "şey" oldu…
Gözümüzün önünde insanlar işkencede öldürüldü.
Bir gün bir çocuğu dövdüler, kafasından, burnundan her tarafından kanlar geldi. Biz izliyoruz. Esat Oktay Yıldıran doktoru çağırdı. Çocuğun artık öleceği ve kurtulmayacağı belli. Aldığı darbelerle burnundan kanlar geliyor, kafası paramparça olmuş.
Esat Oktay Yıldıran, "Doktor, ranzadan düştü, rapor yaz!" dedi. Bizde en son hücredeyiz. Doktor kenarda bize yakın bir yerde, kendi kendine mırıldanmaya başladı, "kendimden nefret ediyorum… İnsanlığımdan nefret ediyorum" dedi. Gözlerinden yaş akıyordu. …
- İçlerinde isimlerini hatırladığınız var mı?
Gerçek isimlerini bilmek mümkün değil, Esat Oktay Yıldıran deşifre olmuştu. İşkenceci… "Bana cumhurbaşkanı kol saati vermiş, ben oradan geliyorum. Kimsenin bana yapacağı bir şey yok" diyor.
Bir gün bizi yine bir salona topladı. Bir tur attı. Benim yanımda duruyor, "Ahmet Türk de birdir, Celal Bucak da birdir, Kemal Pir de birdir, kim kurallara uymazsa … olur" diyor. Amacı beni topladığı insanların önünde dövmek. "İstiklal Marşı'nı oku" diyor.
Ezberlemişim hiç takılmadan bitirdim. Beni dövme şansı olmadı. Celal Bucak'a "sen oku" diyor, Celal birkaç satır okudu, şaşırdı, durdu. Kafası duvara dönüktü Esat Oktay Yıldıran vurdu, kafası duvara çarptı, gözlerinden yaşlar aktı. Devletin has adamı. Devlet onu PKK'ye karşı kullanmış... Sonra dedim ki, "İşte Celal gördün mü, devlet budur, bugün bize, yarın size dönecek" dedim. "Evet" dedi... Hala gözlerinden yaş akıyordu…
Esat Oktay Yıldıran'ın, bir de "Co" adlı bir köpeği vardı. Onu bize saldırtırdı. İnsanların işkence yaraları iyileşmedi mi, köpeği saldırtıyordu. Bir tutukluyu işaret mi etti, köpek sizi alıyor yere iteliyor, üzerinize çöküyor. Gece hücrelerde ayağımızı uzatamıyorduk. Uzattığımız zaman köpeği hemen gönderirler, ayağımızdan yakalar, çekerdi. Onun için ayaklarımızı yanaşır şekilde uzatamıyorduk.
Askerleri gerçekten birer 'katile' dönüştürmüşlerdi. En ufak bir insaf gösteren asker kayboluyordu. Sonra öğrendik ki insaf gösteren asker işkenceden geçiriliyor ve gönderiliyor…
Bunu da gördük, öyle bir sistem oluşmuş ki herkese, kendi askerine karşı bile insafsızca davranılıyor. Bir gün bir asker geldi, bize işte komut verdi. İleri, marş… Havalandırmada düzenli bir şekilde talim yapıyoruz. Ama bu çocuk kafasını öne eğdi, hiçbir şey söylemedi. Ne kimseye bir kalas vurdu ne kimseye bir hakaret etti. İki gün sonra bu çocuk kayboldu. Demek ki yapamadı, dayanamadı, kayboldu. Evet, kayboldu…
Sonuç olarak orada büyük zulümler yaşandı. Açlık bir tarafta, işkence bir tarafta.
Mesela bazen yemek getiriyorlardı, yemeğin içinde taş, kum veya bol tuz… Siz bunu bitirmek zorundaydınız, bitiremediğiniz taktirde, işkencelerden işkence beğenin. Ama iyi denebilecek bir yemek olduğunda da ancak bir lokmalık veriyorlardı. Mesela, et mi gönderildi, o eti vermezlerdi. Et tam kokuştuktan sonra onu yemek yaptırırlardı, yemek zorundaydınız. Kantine zaman zaman karpuz gelirdi. Ama karpuzu yemek için kabuğuyla yemek zorundaydınız.
Bir gün bir yemek getirdiler, kokuşmuş bir şey. Midem de rahatsız, bitiremiyorum. Bir er çocuk vardı. Ahmet Demirci, halen ismini unutmadım. Baktı, ben bitirmediğim takdirde ceza verecekler. "Abi, rahat ol" dedi. Kendi yemeğini bitirdi, benim o taşlı kumlu yemeğimi de bitirdi.
Sigaraya yasak konduğu günlerdendi. O çocuk bir gün geldi, "abi, ben biliyorum sigarasızlığa dayanamıyorsun, bir formül buldum" dedi. Dediği gibi battaniyeyi üstüme çektim. Bir hortum getirdi, hortumun ucu battaniyenin altında, ben ağzımdaki sigarayı çekiyor, hortuma, üflüyorum, hortumun bir ucu tuvalette olduğundan, dumanlar tuvalete gidiyordu. Müthiş de bir yaratıcılık vardı.
Öyle şeyler de oldu… Ama inanın ki 80 -90 yaşlarındaki insanlar vardı aramızda. Ben çok iyi hatırlıyorum, birisi 80'in altında değildi. Onun o yaşına bile saygı gösterilmiyordu… Devletin bakanlığını yapmış Mustafa Kılıç bizimle beraberdi. Kocaman bir salon vardı, içine su ve pislik doldurur onu çağırır, eline süpürge verir, "hadi burayı sil temizle" derlerdi. Mustafa Kılıç'ın bunu yapma gücü yoktu ama zaten bunun için yapıyorlardı. Bir gün ben çıktım, coplar kafama indi, "görev ona verilmiş, sen niye?" Tabii geri döndüm hücreme.
Bir gün Celal Baydaş'ı hücreden çıkardılar. 20 asker gece yarısı coplamış, dişleri kırılmıştı. Celal Baydaş içeriye geldi, gözlerinden yaş akıyor. "Beni böyle yaptılar, sen yardıma gelmedin" dedi. Baktım şoka girmiş, "Bak Celal… hücremin kapısı demir, demir kilitli, gelmeme imkân yok. Öyle olsa bile gelemem, açık olsa da gelemem, ne yapabilirim" deyince, "düşünemedim" dedi...
Başından sonuna kadar gecesi gündüz işkence ile zulüm…
Mesela "kontrol yapacağız" diye birdenbire gelirlerdi. Etek kontrolü, koltuk altı kontrolü, sakal kontrolü, temizlik kontrolü… İnsanlar pürtelaş jiletleri ellerine alır, dayak yememek için birbirine bakarak tıraş ve temizliği yaparlardı ama kan içinde de kalırlardı. Tabii ki mesele sadece dayak yemek değildi, daha önemlisi her an ölümle karşı karşıyasınız, kalas kafanıza beyninize geliyor…
O kolonları oyma adına, bazen itirafçı veya düşürülmüş olanları koğuşa gönderirlerdi. Onlar da kendilerini kurtarmak için şikayetlerde bulunur, ardından kalasla, copla işkence yapılır ve bütün koğuş o gün kan gölüne dönerdi.
İnsanların aralarında var olan en küçük dayanışmayı ve birliği yok etmek, insanları itirafçı yapmak, düşürmek, onursuzlaştırmak için her türlü kirli yolu denerlerdi.
Kısacası ne hak hukukun ne insanlığın olduğu bir dönemdi...
(Devamı edecek...)
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish