Selamunaleykum
Güre'de kaldığımız devre mülkte sabah namazlarını cemaatle kılıp Akçay'a yürüyüşler yapardık.
Yazın serin sabahlarında tabi ki sadece sabah namazı cemaatinden serpilenler sahil ritminin çoğunluğunu teşkil etmiyorlardı.
Belki birkaç katı daha fazla büyük şehirlerden gelmiş orta yaş üzeri emekli aristokrat ve beyaz yakalılar da çiftler halinde sahil yürüyüşlerinde onlarla birlikteydiler.
Yürüyüş arkadaşım ve büyüğüm emekli hâkim albay haşemasıyla kararlı ve ısrarlı olarak, karşılaştığı çiftlere ilgili hadise binaen "Selamünaleykum" diye, benim muhalefet şerhime rağmen, günaydın selamını sürdürüyordu.
Aldığımız cevaplardan bir kısmı "Günaydın" şeklinde oluyorsa da "Aleykumselam" tarzında pek olmuyordu. Sıkça da soğuk bir sessiz bakış ile de karşılık buluyorduk.
Bunlar bana merhum Mümtaz Soysal Hoca'nın yıllar önce Milliyet'teki bir köşe yazısını hatırlatmıştı. Yazıda Mümtaz Hoca, "Ben ve eşim yürüyüşümde sakallı cübbeli beyefendi ve yanında çarşaflı eşi ile karşılaşsak neden sıcak bir günaydın ile selamlaşmayalım" diyordu.
1980'lerin sonuna doğru şimdi de gündemde olan İslami cemaatler, arzı endam etmeye başlamışlardı. Şimdinin dostum olan sol kökenli değerli bir gazeteci/yazar o dönemde İslamcıların toplandığı mekanları tanımlarken, buralara "Selamünaleykum" diyerek giriliyor diye yazdığını hatırlıyorum.
Turgay Yıldız bugünlerin Türkiye'sinde hiciv konusunda dindarlar dahil herkesin ilgi ve takdirle kısa videolarını takip ettiği, sol kökenli cesur bir politik mizah/hiciv ustası.
Odaklandığı tiplemelerde, bu dönemin İslamcı kökenli, taşralı ve kurnazlıkları ile iş çeviren politik ve bürokrat figürleri.
Turgay Yıldız, İslami ritüelleri ile bezenmiş halkın yoksul kesimlerinin politik bilincini de kavramaya ve eleştirmeye çalışıyor.
Turgay Yıldız'ın video skeçleri çoğunlukla bu kesimi sembolize eden ve tiye aldığı "Selamünaleykum" ile başlıyor.
Ancak daha ramazan ayının ilk gününde gündüz vakti yaptığı skeçte de bir tepsi yemek ve onu şapırdatarak yiyen dindar karakter örneğiyle ayın saygısını eleştirdiği kesime göstermekten de ihmal veya imtina ediyor.
Müstehzilik sorunu
Bir Başkadır, Türk solunun muhafazakâr mahalleye duygusal bir dokunuşu güzel becerebildiği bu yüzden de toplumsal karşılığı görebildiği yegâne bir diziydi.
Ancak bu dizi de bile başörtülü ve mütedeyyin insanlar, alt bir sosyal tabakadan rollendirilmişlerdi. Bugün dahil dizilerde başörtülü karakterlere pek rastlanmaz, rastlansa da temizlikçi veya bakıcı olarak onlara rol biçilir.
1970'li yıllar ülkemizin siyasi tarihinin en anlaşılması gereken kritik yıllarıydı. Sağ ve sol çatışması adı altında üstü örtülü karartılmış bir iç savaş yaşanıyordu.
Bu dönemin yasının ve olaylarının yeni kuşaklara kültür-sanat ile aktarılması yeteneği ancak Türk solunun aydın kesiminde vardı.
Çağan Irmak ve birkaç yönetmenin o döneme ait yapımları ilgiyle izlenmişti. Ne yazık ki o yapımlarda sağcı gençler kıyafetlerini bile düzeltmekten aciz hep kötü adam rolünde gösterildiler.
Çok eleştirilen malum sağ mahallenin anakronik dizileri gibi bu değerli yapımlarda da gri alanlar hiç yoktu.
Çoğunluğu liberal sol aydınların oluşturduğu 60 civarında konuşmacının katıldığı kutuplaşma sorunlarına daha çok odaklanan bir sosyal medya platformuna davet edilmiştim.
Konuşmanın sonunda maruf ve değerli bir hocamız, "İleriki toplantılara birkaç adet 'şeriatçı' da çağıralım" deyiverdi.
Hayatta kendime hiç bu lakabı yakıştırmama rağmen, ben ve protest kimliği ile tanınan ilahiyatçı akademisyen dostum rahatsız olmuştuk. Bu ifade tarzını doğru bulmadığımızı da nazikçe ifade etmiştik.
Yağmur duası
Bugünlerde Türkiye'de kış aylarında hepimizin kayıtsız kaldığı acımasız bir kuraklık hüküm sürüyor. Bunda maalesef atmosferdeki sera gazı emilimi ve yağmur ormanlarının katli, ülkemizdeki betonlaşma başrolü oynamakta.
Bu kuraklığın manevi bir diğer sebebinin haksızlık ve adaletsizliklerin tavan yaptığı ülkemizde sessiz kalan yığınların tutumunu ilahi vicdanı zedelediğine dair olduğu inancını taşıyanlar da aramızda var.
Son zamanlarda siyasi tartışmalara konu olan Diyanet, 4 hafta önce cumadan sonra yağmur duası organize etmişti. Fakat bazı çevrelerin acımasız eleştirileri sonucundan mıdır bilinmez artık yağmur duası yapılmıyor.
Diyanet'in meteorolojiden önceden tahmin aldığından tutun da müstehziliğin boyutları nerelere kadar gidiyor ve çeşitleniyordu.
Aklıma hep şu takılıyordu bu çevreler izlenim olarak akıl üstü/metafizik alana kayıtsız kalabilirdi ama inkâr veya alay etme zorunluluğu olabilir miydi?
Türk solunun belleği
Sağ mahallenin belleğinde genelde sol halkın değerlerine yabancılaşmayı, milli olmaya karşı evrenselliği temsil ediyor.
Sol ne kadar bu çizgiyi pek zorlamazsa sağ siyasetçiler de soldan o kadar memnun oluyorlar ve kendi beka sorunlarını çözmüş oluyorlar.
Bilindiği üzere bizdeki sağ ve sol tanımlamaları batı literatürüne tam uymamakta. Veya Batının kendi toplumsal evrimini tanımlayan akademik terminolojisinde sağ ve sol için tam karşılık bulamamakta.
Türk sağı çok geniş bir yelpazedir. Bu çatının altındaki birtakım gruplar da böyle bir aidiyetten rahatsız da olurlar. Ama siyasi çıkar birliklerinin ortak paydaları vardır.
Türk solunun ise birleşenlerinin uyumu pek Türk sağı gibi değildir.
Türk solu, sağa karşı bilinç üstü süreçlerde veya açıktan, kendisini aydınlık-karanlık, bilim-hurafe dikotomisiyle tanımlamakta.
Sol özellikle 1970'lerin sonuna kadar ise kendisini "ilerici"; Türk sağını da "gerici" diye tanımlardı. Kendi açılarından da bir bakıma haklılardı.
Türk solu her türlü şekilde Cumhuriyetin kurulmasını ve devrimleri bir başlangıç olarak görüyor ve hep ileriye doğru devrimlerin eksiklerinin kapatılarak tamamlanmasını savunuyordu.
Türk sağı da muasır dünyadaki gerçek yerimizin Osmanlı'nın haşmetli günlerini çağın enstrümanlarıyla yakalamak olduğunu öngörüyordu.
Türk solu ağacının tarihsel kökleri
Osmanlı devleti çöküşünü görmüştü. Reformlar sadece devletin ömrünü uzatabilmek amacıyla yapılabildi. 1812 senedi ittifak, 1839 Tanzimat, 1876 ve 1908 Anayasa reformları bunlardan sadece birkaçıydı.
Tarımsal-taşra ekonomisi ve toplumsal yapı, geleneği ve dış dünyayı anlamaktan aciz entelektüel ve orta sınıf yetersizliği, bürokrasinin yolsuzluk ve kayırmacılıktan soyutlanamaması gibi nedenlerle, Osmanlı reformları aynı dönemdeki Japonya'nın meji reformları kadar başarılı olamadı.
Ancak bu reformlar da bugünkü Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasına ve kurumlarının oluşmasına bir şekilde öncülük edebildi.
Devlet-i Aliyye hiç çekinmeden Atatürk dönemi dahil birçok yetenekli gencin yurt dışına gönderilmesine öncelik etmişti.
Gençlerin 19-20'nci yüzyıl dönem Avrupası ve Kazan Rusya'sından ideolojik cereyanlardan etkilenmemeleri mümkün de değildi. Örneğin Almanya'da Spartakist Komünist hareketi Mustafa Suphileri etkilemişti.
Kendi özgün bir paradigma zemini oluşturmaktan yetersiz Osmanlı entelijansiyasının yerli, milli veya evrensel bocalama geçirmesi anlaşılabilir ve normal bir durumdu da.
Bu süreç 1970'lere kadar sürdü. Ancak ne yazık ki 2000'li yıllarda bunları dahi aramaktayız.
Pozitivist miyiz?
Bu anlamda Türk solunun, Türk sağı gibi İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) havuzundan neşvünemalandığını ifade edebiliriz.
Türk solunu burada ayıran en önemli husus siyaseti ve bilgiyi laikleştirmesi/sekülerleştirmesidir.
Newton'un evren mekaniği, Dekart'ın bilgi yaklaşımı ve Auguste Comte'un toplum tasarımı bu cereyanın ana rahmini teşkil etmiştir.
Türk solu antiemperyalist karakterde gördüğü Kemalist hareketi çoğunlukla referans kabul etmiştir.
Koalisyon dağılırken
Bu yapıda Prens Sabahattin gibi liberal ve enternasyonalist, Ethem Nejat, Mustafa Suphi, Şefik Hüsnü ve Hikmet Kıvılcımlı gibi Marksist Leninist çizgide olup sonradan tasfiye olan grupları da zikredebiliriz.
Ancak ne dersek diyelim İTC'nin ana gövdesinin ikincil kadroları Cumhuriyetimizin kuruluşunu gerçekleştirdiler ve CHP ile siyaseten kurumlaştılar.
İnönü'nün ve sonradan Ecevit'in değimiyle, devletçi CHP ortanın solu ve halkçıydı. 1968 Dünya öğrenci olaylarının etkisiyle de devletçi CHP geleneğinin aksine, Türkiye'de devrimci-ihtilalci farklı nüanslarda sol hareketler zuhur etti.
Doğan Avcıoğlu gibi TSK üzerinden devrimi düşleyen aydınlar da oldu. Bu gruplardan Dev-Genç gibi bazıları, ülkücü gençliğin AP'nin gençlik teşkilatlarında etkisi gibi CHP'nin gençlik teşkilatlarında etkin olmaya çalıştılar ama CHP yönetimi onlara hep soğuk yaklaştı.
Devrimci sol grupların toplumsal tabanı ikna etmekte başarılı oldukları söylenemezdi. Fatsa'da ya da şehirlerdeki kurtarılmış bölge girişimleri ve bazı sendikalardaki örgütlenme modelleri dikkat çekiciydi.
12 Eylül müdahalesinin ardından bunlardan bir kısmı yeraltına girdi. Şimdi de marjinal anlamda bir takım gençlik örgütleriyle kanunlar çerçevesinde izleri devam etmekte.
Bu arada Tunceli'de 1 adet Komünist başkanımızın olduğunu da hatırlayalım.
Devrimci ihtilalci solun etkisi
İhtilalci sol gruplar ancak mezhep ve etnik tabanlı örgütlenmede konjonktüre göre zaman zaman karşılık bulabildiler.
Etnik bazda da terörü kullanarak o yıllardaki örgütlenme modellerini bugünlere PKK ve YPG ile taşıdılar.
Ayrıca bugün, YPG ve PKK'ya o zamanki Filistin yerine, Karadeniz'de illegal örgütlenen Türk sol örgütlerinden az da olsa katılım olduğu bilinmektedir.
Devrimci Türk sol örgüt romantizminin o günlerden bu yana Öcalan ve HDP'yi sürekli etkilediği gözlemlenmektedir.
Kulağı kesik eski devrimciler yeni liberaller
70'li yılların devrimci Türk solundan, Türk düşünce ve basın hayatına, uluslararası çapta, artık liberal ve yerli çizgide olan Özal'ın ve ilk Erdoğan döneminin gözde gazeteci ve yazarların bugünlere tebarüz ettiğine şahit olmuştuk.
İlaveten, bugünün sert Kemalist ulusalcılarının bir kısmının geçmişte nasıl enternasyonalist sosyalizmden, nasyonal sosyalizme dönüştükleri de başka bir konudur.
18 yaşımdayken İran İslam Devrimi olmuştu. Hepimiz geleneksel İslam'dan öte İslam medeniyetinin bugüne yansımalarını anlamak istiyorduk.
Sağ mahalle bu konuya karşı yetersiz ve ilgisizdi. Hicretin 1400'ncü yıl dönümü münasebetiyle 1979'da solcu Cumhuriyet gazetesi bilimsel İslam eki yayımlamıştı.
O kadar nitelikli bir eki okumak üniversitede okuyan bir Müslüman öğrenci olarak beni gururlandırmıştı. Eki de hazırlayanlar eski devrimciler yeni liberal aydın adaylarımızdı.
Kemalist ve ulusalcılarımız
ITC ve Kemalist devrimin tamamen pozitivist ve aydınlanmacı bakışı savunmaya çalıştığı açıktır. Bonapartist karakterdeki halk ile iletişim yapısıyla da bu bakışı bütünleştirmeye çalışmıştır.
Bunun, nüfusu 10 milyonu anca bulan o zamanki taşra-tarım toplumunda bir hoşnutsuzluk yaratacağı belirgindi.
2000'li yıllarda ilerlerken artık birkaç sol karşımızda duruyordu. Devletçi, Kemalist ve ulusalcı nitelikte olan sol, nasyonal-sosyalist pragmatizminin ve ideallerinin yol göstericiliği ile iktidara ortak oluyordu.
Liberal ve batıya açık olan sol ise insan hakları ve vicdanın yanında olmaya çalışıyordu. Ancak taşra merkez tarafından batı ile işbirlikçilikle suçlanıyorlardı.
CHP ise Kılıçdaroğlu çizgisiyle parti içinde ulusalcı çizgi ve diğer dengeler eşliğinde, sağın orta sınıf tabanıyla makul bir ilişki kurma çabasındaydı.
Devletçi ve ulusalcı sol, sağ mahallenin beka ve Sevr sendromu ile ortak füzyona girerek muhafazakârlar ile iletişim sorunlarını kısmen çözmüştü.
Peki, kendi arayışları eşliğinde CHP ve liberal aydınlar, ülkemizin toplumsal tabanının çoğunu oluşturan sağ tabanla güven ve duygusal paylaşıma dayalı iletişimi nasıl sağlayabilecekti?
Halkçılık ve son travma
CHP tarihsel mirasıyla, aristokratik karakteri ile yeni tüccarlar ve taşra için açılım ve çıkar alanını teşkil edemedi.
CHP, Ecevit ve son belediye seçimlerindeki başarılarındaki örneklerde olduğu gibi halkçılaşabildiği ölçüde bu kısır döngüyü zorlayabildi.
Ancak Ecevit'in ilk başörtülü milletvekili Merve Kavakçı'nın meclise girdiğinde üstte locada askerlerin bakışları eşliğinde takındığı tavır tarihsel bir travma olarak muhafazakar mahallenin vicdanlarına kazındı.
Yeni dönem sol liberalleri, dışarıya zihin dünyalarını açabildikleri ölçüde katı pozitivizmden sıyrılabildiler. Ancak Türkiye'de artık merkez de taşraydı. İnsanlar kendilerine benzeyenlere güven duyuyorlardı.
Solun tabiriyle, göbeğini kaşıyanın veya türbanlının sol iktidar denkleminde anlaşılmaya ihtiyacı vardı.
CHP şimdi başarabilecek mi?
CHP kendi içinde tamamen seküler karakterde olan ulusalcı, Kemalist, sağ demokrat ve liberal bir koalisyonun yükünü taşımakta.
Kılıçdaroğlu çizgisi, bu dengeyi Alevi-Bektaşi tasavvufi meşreple muhafazakâr mahallenin duyarlılıklarına uygun bir dille götürebilmekte.
Ayasofya, başörtülü milletvekilleri ve benzer konularda bunların örnekleri yaşandı. Hatta son kutuplaşma araştırmasında, seçmenin "kesinlikle oy vermeyeceğim parti" sıralamasında CHP sıra düşerken AK Parti'nin yükselişe geçtiği yazıldı.
Tüm bu iyi niyetli sabırlı çabalar kısmi başarılar getirmiş olsa da CHP sağ mahalleyi henüz ikna edememiş gözükmekte.
Bir ironi yaparsak nasıl genel seçmen tabanı, Davutoğlu ve Babacan'ın kısa öz eleştirilerinden ikna olmuyor, yapısal ve sosyal içerikli bir yüzleşme bekliyorsa; CHP'nin de muhafazakâr tabanla ilişkilerinde CHP'nin onur duyduğu konularda geçmişini inkâr etmeden, yapısal ve tarihsel içerikte bir öz eleştiriye ihtiyacı gözükmektedir.
Muhtemeldir ki Kılıçdaroğlu çizgisi dışında düşünen diğer gruplar böyle bir tarihsel özeleştiriye ideolojik olarak soğuk bakacaklar ve içten tasvip edemeyeceklerdir.
Bu da muhafazakâr seçmenin söz konusu kaygılarını izale edemeyecektir. İnandırıcılık için önce inanmak gerekmektedir.
Türk sağı ve solunun simetrisi
Geçenlerde eski ODTÜ'lü sağlam bir Marksist dostumla ortak tarih anlayışımız üzerine latifeleştik.
Bana; "Hatalarına rağmen biz Abdülhamid'i seviyoruz. Verin bize Abdülhamid'i biz de karşılığında size Stalin'i verip bu yükten kurtulalım" dedi.
Tabi ki bunu kabul edemezdim.
Şu bir gerçekti; Türk sağı gibi, Türk solu ve Kemalist devrimin taşıyıcıları da memleketimizin çoğunluk taşra çocuklarıydı.
Öğrenciyken hep şunu fark ediyordum; taşradan gelen yetenekli çocuklar, sağ grupların içine girdikleri zaman pek sosyalleşemiyorlardı; ancak sol gruplara dahil olanlar için bu geçerli değildi. Bu da ayrı bir gerçekti.
Sonuçta bireyselleşememiş toplum için ideolojiler hep birer aşılamayan fetiştir. Tarih ve hakikat arayışına bunlar ayırt etmeksizin hep kapalı ve sabit kalıyor.
Türk solunun bir bölümü, Türk sağının kısmı azamı gibi komplo ile olayları açıklama kolaylığını tercih ediyor. Türk sağı ve Türk solu aynı toplumsal tabandan zuhur ettikleri için özde bir simetri arz ederler desek, yanıltmamış oluruz.
Aslan sosyal demokratlar ve liberallerimiz
Trajikomik ideolojik kalıplar ve ilkelerden arınmış, evrensel felsefe ve değişime açık neo-Marksist ve liberal Türk solu, İslamcı mahalle dahil düşünce hayatını taşıdı.
Düşünmeyi ve yüzleşmeyi biliyorlardı. Vicdanı temsil ettiler. Sağ mahalle, belki kendi özgüvensizliği ile kendilerine istisnalar dışında mesafe koydu.
Liberal sol, muhafazakâr mahalle ile simbiyotik ilişki kuramadı. İlişki tek yönlü faydacılık şeklinde gelişti. Solun tabiriyle "halka inilemedi".
Kürt sorunu ve AB ile ilişkiler hususunda hep yapıcı rol oynadılar. Ancak Türk sağının mahallesi ile iletişim konusunu gereklilik olarak pek görmediler.
Entelektüel üstünlük, diyalog gerekliliğinden ziyade monoloğu yeterli kabul ettirdi. Sosyal yaşam tarzı aidiyetlerini iletişim için vazgeçilmez bir tutkal olarak varsaydılar.
Halbuki Kürt ve kutuplaşma sorununun çözümünün anahtarı Türk sağı aydınları ve mahallesinde bulunmaktaydı.
Sol liberaller Kürt sorununda muhatabı demokratik Kürt solu, kutuplaşmada da AK Parti^'den siyaseten umudu kalmamış sağ aydın ve eski siyasetçiler üzerine odaklandılar.
Hakikatin peşinde olabilmek
Post-modern bilimdeki gelişmeler de müphemliği ve göreceliği teyit ediyor. Artık evren Newton mekaniği ile tanımlanmıyor.
Einstein modeli aşıldı. Heisenberg'in belirsizlik prensibi atom altı parçacıklarının dalga boylarını tartıştırıyor. Kuantum mekaniği üzerinden fiziğin ötesinde insan davranışları ve sosyoloji tanımlanıyor.
Bugün artık Frederico Campagna veya Carlo Rovelli gibi genç kuşak filozoflar zaman, fizik, felsefe ve metafizik arasındaki ilişkiyi modellendirmeye çalışıyorlar. Ezberleri bozuyorlar.
Üniversitedeyken modern fizikte Ömür Hocamız Bohr'un atom altı modelini Plank sabitiyle anlatırken mucize tanımını kullanmıştı. Devrimci arkadaşların bu mucize tanımına tepkisi hala gözlerimin önündedir.
Statükocu solun, sezgici filozof Bergson veya Descartes'i bile doğru anlamak diye dertlerinin olduğuna dair emareler gözükmemekte.
Artık tüm fenomenlerin değişmez sabit yasalara tabi olduğuna dair görüşler müphem alanlarla tartışılır hale gelmişlerdir.
Sonuç yerine
Tüm Türk solu için ifade etmek gerekirse; artık Türk solunun, ilerici-gerici, hurafe-bilim, fizik-metafizik, karanlık-aydınlık diyalektiğinden müphemliğe geçmeye ihtiyacı vardır.
Müphemlik ile yaratılan ara alanlar, yapıcı ve yaratıcı esnekliği, hoşgörüyü sağlayacaktır. Toplumsal kutuplaşmanın esnemesine katkı sağlayacaktır.
Türk solu 19'ncu yüzyıl pozitivist kalıplarının fetişizmini aşmak 21'nci yüzyıl bilim ve felsefe dünyasına yolculuk yapmak zorundadır.
Metafizik, hikmet ve irfan gibi aşkın alanlara kayıtsız kalmak tercihidir ancak inkâr zorunluluğun da olamayacağını artık fark etmelidir.
Türk solu, Türk sağı ile mutabık olarak farklı olanın karşıt olmadığının idrakini tesis edebilmelidir. Bunun ilk adımı ortak bir geçmişin tarihin nasıl anlaşılması gerektiğine dair bir yaklaşım olabilir.
Solun entelektüel alt yapısında bu yeterlilik lokomotif görevini görebilir.
Ülkemizde yaşayan hepimizin, üretilmiş kaygılardan ve hurafelerden arındırılmış ortak güvenli bir geleceği birlikte inşa etmemize ihtiyacımız kaçınılmazdır.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish