"Zenci" sözcüğü tüm olumsuz çağrışımlarına rağmen, bugün siyahlara referans verirken ya da Afrikalıları konuşurken sıkça kullanılan bir tabir.
Bu ifadeyi kullananlar Afrika söyleminin içinden konuştuklarının farkındalar mı acaba?..
Şüphesiz siyahları ötekileştiren, onları tarih sahnesinin ve hatta insanlığın dışına iten bu söylemin gerekçelerini daha önceki yazılarımda ifade etmiştim.
Bugün Türk edebiyatında olsun, medyada olsun "zenci" ifadesinin rahatlıkla kullanılmasında bir aymazlığın ya da bilinçsizliğin etkili olduğu söylemem gerek.
Bugün siyahları anlatırken onları "zenci" olarak anlatmak, sosyal teoriden yoksun, toplumbilim terminolojisine yabancı olmak demektir.
Burada bu aşağılayan ifadeyi kullananların niyetlerinden ziyade nasıl Afrika söylemine nasıl eklemlendiklerini göstermek isterim.
"Zencilik", Osmanlı'dan bu yana üretilen, Avrupa merkezci sömürgeci gramerin yansımasıdır.
Geçenlerde bir gazetenin kitap ekinde siyahi yazarları "zenci" şairler diye tanıtan sayfa editörü/yazarı, acaba bundan neredeyse yüzyıl önce Nigger Heaven [Zenci Cenneti] diye bir roman çıktığında Harlem'in siyah entelektüellerinin romanın yazarı Carl Van Vechten'iı ırkçı diye nitelediğini biliyor muydu?
Yine konu Harlem Rönesansı'ndan açılmışken, günümüz şairlerinden Cahit Koytak, Cazın Irmakları kitabını Afro-Amerikan caz sanatçılara adarken bir şiirini Vechten'a ithaf etmesi ne anlama geliyor acaba?
Ya Melih Cevdet Anday'ın Harlem'in şair-i azamı Langston Hughes'un "Song For A Dark Girl" şiirini "Zenci Kızın Türküsü" diye çevirmesini neye yormalı?
Ya da Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Amerikan edebiyatının önemli romancılarından James Baldwin'i anarken bir mektubunda, "zenci ama sevimli" demesinden ne anlam çıkarmamız gerek?
Türk edebiyatında bu örnekler çoğaltılabilir. Anday'ın Aylaklar romanından alıntıladığım şu pasaj şairin Afrika'ya bakışının çarpıklığını, niyetini ve nasıl cinsel bir fanteziye malzeme ürettiğini yeterince gösterir:
Konuşan kızın karşısında oturan atlet fanilalı bir delikanlı gülerek, 'Seni ben alacağım, alıp eve kapatacağım' dedi.
Kız, 'Ben seni alırım, ilk gece de başkası ile yatarım' dedi ona. Hep birden 'Kiminle yatarsın' diye sordular. On sekiz yaşlarında görünen kız, 'Bir zenci bulurum' dedi. 'Zenci ile yatmamış kadın eksik bir kadındır.'
Bu sırada dans eden bir çift onların yanlarına gelmişti; erkek dans ettiği kızı fırlatarak yere attı. Sonra da zenci ile yatmak istediğini söyleyen kızı kolundan tuttuğu gibi kaldırdı.
'Gel' dedi. 'Ben zenciyim.'
Görüldüğü gibi, Anday "zenciliği" cinsel fantezi üzerinden yeniden inşa eder.
"Zenci grameri", ilginçtir, 1500'lü yıllardan beri, yani Avrupa merkezci söylemin doğuşundan itibaren, Osmanlı'dan bugüne devam ederek tekrar tekrar inşa edilir.
Osmanlı'da "zencilik" kölelikle eşdeğerdi ve dahası sömürgeci söylemin tüm ötekileştirici, yok sayıcı sıfatlarını içinde barındırıyordu.
Buna en çarpıcı örnek ise Kınalizâde Ali Efendi'nin 1560'lı yıllarda kaleme aldığı Ahlak-ı Alai kitabındaki Afrikalıları betimlerken takındığı ırkçı yaklaşımıdır:
Zenciler:
Akıl ve edepleri az, oyun ve eğlenceleri çoktur. Onlarda akl-ı selim ve güzel ahlâkın bulunması son derece şaşılacak bir husustur.
Eğlenceye düşkünlüklerinin sebebi akıl noksanlığıdır. Bazı memleketlerde ağır işlerde kullanılırlar.
Kınalizâde'ye göre siyahların "akılları noksan", dolayısıyla insanlığı tamamlanmamıştır, insan ile hayvan arasında bir kategoride, ağır işlerde kullanılan bir eşyadan ibarettirler.
Şu ifadeler de ibretlik doğrusu:
Kasîde-i Firasette:
-Zenciler kaba yaradılışlı ve cinsi alâkalara çok meyillidirler, denilmektedir.
Aradan koskoca dört yüzyıl geçse de Kınalizâde ile Melih Cevdet Anday'ı aynı noktada buluşturan nedir?
Ya şu benzerliğe ne demeli? Kınalizâde ile G. A. Henty'i de bir araya getiren yine Afrika.
Emperyalizmin neredeyse tüm dogmalarını içselleştiren, Victoria Çağı değerlerine sıkı sıkıya bağlı İngiliz macera romancısı G. A. Henty, 1883 yılında yayımladığı ve Asanti ulusunu anlattığı By Sheer Pluck romanında siyahları şu sözlerle anar:
Onlar (siyahlar) tıpkı çocuk gibidirler. Ya kahkaha atarlar ya da didişirler. İyi huylu, tembel ve hırslıdırlar, fakat bir süre çok çalışırlar; belli bir noktaya odaklanmada zekidirler, ötesinde çok aptalca. Kesinlikle orijinaliteleri, özgün buluşları yoktur.
Yazıyı sömürgeci bakışın sürekliliğini göstermek için Türk gazeteci Abdi İpekçi'in Afrika'ya dair değerlendirmelerini de burada anmak isterim.
İpekçi, 1959 yılında Milliyet gazetesinde tefrika ettiği Afrika izlenimlerinde Batılıların kıtaya getirdiği medeniyete övgüler dize dize bitiremez.
Tıpkı Ahmet Mithat'ın hayranlığı gibi, İpekçi de Batı'dan gelen modernleşmenin medeniyetle eşdeğer olduğu fikrindedir.
Afrika'yı "babası vahşi kendisi medeni" diyerek ötekileştiren İpekçi, "Beyaz adam gelmemiş olsaydı, Afrika hâlâ uykusunda horlamaya devam edecek, el'an taş devrini yaşayacaktı" der.
İpekçi bu değerlendirmeleriyle "Afrika'nın emperyal gözü" diyebileceğim Joyce Cary'i aratmaz kuşkusuz.
Bu sözleri Cary'nın Mister Johnson romanında Fada kasabasında yaşayan siyahlar için vaaz ettiği şu ifadeleri anımsatır:
Eğer zaman elli bin yıl geriye gitseydi (Fada) halkı değişimi anlamayacaktı. Sarayın zemininde fare ve sıçanlar gibi yaşarlar, sanatın bütün yüceliği ve çeşitliliği, fikirler, öğrenme, medeniyet savaşları kafalarının üzerinden geçer de tahayyül bile edemezler.
Bununla da yetinmez İpekçi, sömürgeci patronlara derin saygısını da sunar:
Stanley'lerin, Livingstone'ların, Speke'lerin devrinde muazzam kıt'a, belki sadece balta girmemiş ormanlar, vahşi hayvanlar ve taş devrini yaşayan insanlar diyarıydı.
Çünkü İpekçi de diğer sömürgeciler gibi düşünür, ona göre Afrika'nın medenileşmesi ancak ve katiyen Batı sayesindedir.
Afrika'nın geçmişi yoktur çünkü, Afrika'yı taş devrine kadar götürerek tarihsizleştirmiştir, kıta İpekçi'ye göre primitif olarak kalacaktı eğer beyazlar uğramasaydı.
Gülten Dayıoğlu, Kenya'ya Yolculuk kitabında, Afrika'ya yolculuğu eski çağlara seyahat gibi anlatır.
1993 yılında Kenya'yı vahşi bir ormanlık, insanlarını "zenci" ve "yamyam" olarak anan Dayıoğlu bu bakışıyla sömürgeci öncüllerini aratmaz.
Bir zamanlar, bu yörelerde Mau Maular vardı. Onların yamyam olduğu söyleniyordu.
Mau Mau isyanı, Kenya'nın bağımsızlık tarihinde en önemli sıçramadır, Afrika tarihinin en parlak sayfalarındandır.
"Mau Mauları", yani Kikuyu halkını demek istiyor yazar, "yamyam" görecek kadar ırkçı, dahası anti-sömürgeci mücadeleyi omuzlayan bu halkı bu derece küçümseyen/vahşileştiren bakış açısı herhalde ancak Dayıoğlu'nda olabilirdi.
Daha Kenya'da bağımsızlığın önünü açan ve adı Mau Mau olan isyanı bir ulus adı sanan bilinç, elbette ki Afrika'dan bihaberdir.
Afrika'ya gidip Afrika'yı ötekileştirerek siyahları horlayan bakış açısını nasıl yorumlamak lazım peki?
Ondokuzuncu yüzyılın antropologları gibi Dayıoğlu için de Afrika, insanlığı gelişmemiş, uygarlaşmamış bir topluluktur.
Hatta katıldığı bir turistik turda şunu bile düşünür Mesailer hakkında:
Acaba insan kanı içerler mi?
Dayıoğlu'nun zihninde gerçek Kenya, "safari" alanıdır, vahşettir ve Tarzan'ın ormanlarıdır. Çünkü başka bir Afrika tahayyül edemiyor, siyahlar şehirlerde yaşamıyor, onların asıl mekânı çağlar öncesinin "ilkel yaşamı"dır ona göre.
Doğanın kusursuz güzellikleri ve vahşi hayatta yaşayan siyahların ritüelleri dışında şehir ve kültür Afrika'ya yakıştırılmaz.
Kenya'ya Yolculuk, Kenya'yı ötekileştiren bir diğer sömürgeci yazar Isak Dinesen'in Out Of Africa kitabını hatırlatır çoğu zaman.
Son olarak "zenci retoriği"nin devam ettiğini göstermek için Achille Mbembe'nin geçtiğimiz yıl İletişim Yayınları'nda çıkan Zenci Aklın Eleştirisi kitabına bakmak yeterlidir.
Eser, Fransızca'dan çevrildiği için ve literatür taramasının eksikliğinden olsa gerek yanlış çevrilmiştir.
İngilizcesi The Critique of Black Reason olan kitabı çevirirken, çevirmenlerin başlıktan itibaren "siyah" yerine "zenci" kullanması şüphesiz Afrika söylemine angaje olmalarından kaynaklanmaktadır.
İkincisi, Fransızca'da son zamanlara kadar "siyah" ve "zenci" ayrımının olmaması, çevirmenlere bu şekilde anlamlandırma özgürlüğü vermez elbette.
Biraz sosyal teoriyle iletişime geçen, sosyal bilimlerin mantığını kavrayan birisi elbette bu farkı gözetirdi. Kitabın doğru çevirisi "Siyah Aklın Tenkidi" olacaktır, bugün "zenci", "nigger" tabirinin karşılığıdır.
Kaldı ki yukarıda gösterdiğim gibi Türkçe'de de Avrupa merkezci, otoriter ve muhkem bir Afrika söylemi yüzyıllardır eşzamanlı olarak üretilmektedir. Dünyada bu kavramın gelişim süreci çok netamelidir.
Kültürel bağlam açısından bakıldığında kavramın toplum bilimlerindeki sürekli dönüşen anlamı dikkate alınmalıydı. "Zenci" ifadesi söz konusu kitabın özünü, ana tezini zedelemiştir ne yazık ki.
Yine Mbembe'nin bakışına ve diline aşina olmadan yapılan bu çeviriler ancak zenci gramerine bir katkı sağlar.
Kaldı ki On The Postcolony kitabına şöyle bir göz atan sıradan bir okur bile bu çevirinin Mbembe'nin meramını sunmak yerine Afrika söylemine hizmet ettiğini görecektir.
Kitapta Mbembe, Avrupa merkezciliğin, özellikle de Hegel'in zenci gramerini nasıl bir insandışı kategoride inşa ettiğini detaylıca gösterir.
Maalesef Türkçe çevirilerde bu hatalar sıkça yapılmaktadır, zira Afrika söylemi Achille Mbembe gibi dünya çapında bir düşünürün eserini bile etkilemekle kalmıyor, tezini, argümanlarını zayıflayarak ötekileştirebiliyor.
Bir başka örnek vermek gerekirse; Güney Afrikalı Andre Brink'in A Chain of Voices romanı, Altın Kitaplar tarafından "Vahşi Afrika'nın Ezilen İnsanlarının Öyküsü" alt başlığıyla sunulur.
Yayınevinin bu ırkçı ifadeyi bir pazar kaygısıyla ileri sürerken amacı herhalde Afrika'daki siyahları savunmak olmasa gerek, ki roman zaten Apartheid rejimin siyahlara zulmünü tarihsel köklerini anlatır.
Bu kocaman çelişki yumağının tek adresi yine "zenci grameri"dir, dolayısıyla Afrika söyleminin ta kendisidir.
Şimdi esas soru şudur: Neden Afrika?
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish