“Sürüden ayrılanı kurt kapar” diye bir atasözümüz vardır. Bu atasözü, sosyal hayatta kurallara uymak toplumun değer yargılarından uzaklaşmamak anlamında kullanıldığında yerli yerine oturur.
Ya iş ve ekonomi dünyasında bu durum böyle mi? Değil elbette...
Modern çağların başlangıcından beri, sanayici iş adamları, tüccarlar ve tacirler, hedef ve amaçlarını farklılaşma ve markalaşma üzerine yoğunlaştırmışlardır.
Ünlü düşünür Voltaire, Londra Kraliyet Borsası’nı incelediği bir yazıda şöyle der:
Burası Kraliyet Borsası’dır. Burası çok mukaddes (kutsal) bir yerdir! Burada; Hıristiyan, Musevi ve Müslümanlar dostça alışveriş yaparlar; fakat iflas edene GAVUR derler.
Bu bir anlamda çağın ve modern üretim ve tüketimin de ruhunun özetidir aslında...
Henry Ford, “Fordizm” adı verilen kendisine has farklılaşmış prensipleriyle başarı elde etti. O, fabrikalarında sadece üretimi yapan işcilerin mensubiyetini de bir nevi istimlâk ederek kazandı.
Bilindiği gibi Ford, fabrikalarını bir kampüs mantığıyla oluşturur, fabrikanın yanı başına; eğlence merkezleri, barlar, oyun salonları vb. tesisler ve donatılar kurarak hem işçileri meşgul eder hem de verdiği ücretin aslan payını geri alırdı.
İşte bir yerde, Ford’u Ford yapan bu farklılaşmasıydı.
Paranın, aşkın ve bilgeliğin dini imanı yoktur, derler. Hac mevsiminde hacılarının Hicaz’dan aldığı takkeler, tespih ve seccadelerin üstünde “Çin’de üretilmiştir” damgası görmek artık kimseyi şaşırtmıyor.
Ya kendileri, Budizm’in Şinto kolundan olan Japonların ilk defa Hıristiyanlar için konuşan İncil icat edip sattıklarına ne demeli?
Cahit Koytak’ın eşsiz dizelerinden dinleyelim:
Yüzüncü kattan inerken İsa
Sahanlıkta Japonlara rastladı
Herifler sıkıştırmışlar
Köşeye Yuhanna’yı
Konuşan İncil pazarlıyor
Bilindiği üzere Yuhanna Hıristiyanlarca makbul kabul edilen dört İncil yazarından biridir. Şairin ironik ifadesinden anlaşılacağı üzere kurduğu hayali pazarlama yolunda kapitalizmin bir kırmızı çizgisi yoktur.
En iyi Ku'ran-ı Kerim nüshalarının Almanya’da basıldığını biliyor musunuz?
Pazarlamayla ilgili bir dilenci hikayesi vardır. İki görme özürlü dilenci aynı duvarın önünde dilenmektedir. Dilencilerden biri sadece el uzatıp sadaka ister; diğeri ise boynuna bir arkadaşına yazdırdığı bir karton pano astırır.
Panoda şöyle yazmaktadır:
Şimdi dışardayız, güneş var, gökyüzü var, kuşlar ağaçlar var; ama ben bunların hiçbirini göremiyorum!
Bu panoyu asan kör, diğer arkadaşının birkaç katı para toplar. Çünkü o, eşitler arası farklılığı yakalamıştır.
Bunun gibi özellikle bizim gibi kalkınmakta olan ve Avrupa Birliği süreci yaşayan bir ülke insanında farklılaşma duygusu yoğunlaşmalıdır.
Bu birliğe girme, girmeme tartışmaları bir yana, Avrupa Birliği’ne girdiğimizde avukat Mehmet’in bürosunun yanı başında John’un, Hans’ın da ofisi yer alacak;
Mehmet’in Hans’ın memleketinde girip orada iş yapması için global oyunun bütün gerekleriyle donanmış olması gerekecektir.
Sadece milli hukuk değil, Avrupa Birliği hukukunu ve bunları dile getirecek bir ya da daha fazla yabancı dili öğrenmesi gerekecek...
“İşini kur, müşteri bekle” dönemi bitmiştir. Artık her meslekte sürüden ayrılamayanı kurt kapacak.
Bir bilgenin deyişiyle;
Ekmek aslanın midesinde; ama suç aslanın değil, fırını ormanda kuranın…
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish