Hekim değilim ve herhangi bir tıp eğitimi de almadım. Ne var ki kişisel (ve ailevî) sebeplerden dolayı tıp tarihine çocukluk yıllarımdan beridir ilgi duyarım.
Salgın hastalıklar tarihini amatör bir ruhla da olsa birçok kez ayrıntılarıyla mercek altına alma fırsatım oldu.
Bahsi geçen levhaya dair okumalarımı siyaset bilimci kimliğimde harmanlamaya çalıştım ve insanlığın çeşitli dönemlerde duçar olduğu salgınların siyasî tarihimizi nasıl şekillendirdiğini anlamaya gayret ettim.
Gerçekten de virütik-bakteryel salgınların şeceresi en az insanlık tarihi kadar eskidir hatta bazen insanlık tarihinden de öncelerine dayanmaktadır.
Örneğin veba neredeyse 50 bin yıllık bir olgudur. Cüzzamın 100 bin yıllık, veremin ise bazı varsayımlara göre 3 milyon yıllık bir geçmişi mevcuttur.
Sıtma ile çiçek hastalığının 55 bin yıl öncesinde tespit edilebilen kalıntıları olduğu bugün bilinen bir gerçek.
Dahası, her kış mevsiminde birçoğumuzu yatağa düşüren ancak pek çok insanın önemsemediği gribin dahi 5 bin yıldır doğrudan veya dolaylı ölümlerden sabıkalı olduğu not edilmelidir.
Ancak tarihteki salgınlar yalnızca medikal sınırlar dahilinde sonuçlar meydana getirmedi. Bilakis, pek çok salgın sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasî işlevler gördü ve halihazırda görmeye de devam ediyor.
Neolitik çağlardan bu yana kaydedilen irili-ufaklı salgınlar kimi devletlere savaşlar kazandırırken, kimilerine de ağır bozgunların kapılarını aralamıştır.
Yine muhtelif romanlara (burada Giovanni Boccaccio’nun 14'ncü yüzyılda Avrupa’yı kasıp kavuran Kara Veba esnasında kaleme aldığı Decameron adlı başyapıtı mutlaka tavsiye ederim), sanat eserlerine, keşiflere, ekonomik paradigma dönüşümlerine, kültürel tepetaklak oluşlara, yeni toplumsal organizasyon şablonlarına ve topyekûn rejim değişikliklerine doğrudan etki etmiştir.
Nasıl mı?
Evvela tarihten kısa ve çarpıcı örnekler üzerinden ilerleyelim.
Sonrasında 1300’lü yılların ortalarından itibaren dünyayı ama özellikle de Avrupa’yı kasıp kavuran Kara Veba’nın tetiklediği radikal değişikliklere hususen değinmek istiyorum.
Peloponez Savaşı, Roma’nın çöküşü, Amerika’nın “keşfi” ve Haiti’nin bağımsızlığı: Salgınlardan devşirilen zafer ve yenilgilerin kısa tarihi
Ünlü Atinalı tarihçi Tukididis MÖ. 431 ile 404 yılları arasında Atina ile Sparta arasındaki “Peloponez Savaşı”nda yaşanan muharebeleri tasvir ederken, savaşın henüz birinci yıldönümünde gelişen bir nevî “veba”dan konu açar.
Ünlü tarihçi “kötülük” olarak adlandırdığı hastalığı şöyle tarif eder:
Kötülük aniden Atina’da belirdi. Yoluna çıkan her şeyi silip süpürdü.
Tukididis’e göre toplamda 5 bin savaşçı hastalık sebebiyle telef olmuştur.
2001 yılında İngiltere’de epidemiyolojist Susan Scott ve Christopher J. Duncan’ın imzalarıyla yayınlanan araştırmaya göre ise 13 bin civarındaki Atina ordusunun yaklaşık üçte biri veba salgınından dolayı hayatını kaybetmiştir.
Atina’nın yenilgisini salt vebaya bağlamak şüphesiz ki eksik bir tahlil olacaktır. Fakat her şeye rağmen ciddi ve menfi bir ağırlığı olduğunu yadsımamak gerekir.
Dahası, askerî plandaki bozgununun yanı sıra Atina bir de siyasî bedel ödemiştir.
Deneyimlenen yenilgi ve salgınla birlikte azalan nüfus, Atina yöneticilerini “vatandaşlık” yasalarında radikal değişikliklere gitmeye zorlamıştır ki, bu Atina açısından aslında yıllar boyunca bilfiil tükürdüğünü yalamakla eşanlamlıdır.
Savaştan önce Atina vatandaşlığı için koşulan şartlardan en önemlisi ve belki de en sembol yüklü olanı Atina vatandaşı olabilmek için kişinin ebeveynlerin her ikisinin de Atina vatandaşı olmaları şartıydı.
Oysa savaştan sonra ama özellikle de salgının kırıcı niteliğinin gerçekçi bir temelde ve bütünüyle anlaşılmasıyla birlikte vatandaşlık politikası alabildiğine esnetilmiş ve bu şart kaldırılmıştır.
Salgınların belini büktüğü ve türlü siyasî bedeller (buna çöküş dâhildir) ödemeye maruz bıraktığı bir başka devlet de Roma İmparatorluğu’dur (bundan sonra “Roma”).
165 yılında Romalılar tam 15 yıl boyunca çiçek hastalığıyla mücadele etmek zorunda kaldılar.
Fransız tarihçi Patrice Bourdelais’ye göre söz konusu salgın daha sonraları Marcus Aurelius’un Germenlere karşı başlattığı savaşın seyrini de tayin etmiştir.
Bilindiği üzere, Aurelius’un orduları savaştan muzaffer ayrılmıştır ancak ilk bakışta nispeten “zahmetsiz” görünen bir sefer, hastalık sebebiyle beklentilerin aksine epeyce meşakkatli geçmiştir.
250 yılında bu defa bir kızamık salgını Roma’yı istila ediyor. Tıpkı çiçek hastalığı gibi, kızamık salgını da yaklaşık olarak 15-20 yıl boyunca kesintisiz olarak sürüyor.
Modern hesaplama tekniklerinden hareketle o günlerde Roma’da her gün binlerce kişinin öldüğü paylaşılıyor. Yetmiyor, salgın iki imparatorun (Hostilianus ve Claudius) da canına mal oluyor.
Çoğunlukla taşra bölgelerinde saptanan kızamık vakaları, insanların kitlesel bir tarzda şehirlere göç etmesine neden oluyor. Boşalan taşralar tarım üretimini sıfırlıyor ve böylelikle kıtlığa davetiye çıkarılıyor.
“Her kriz beraberinde fırsatlar da getirir” klişesi Roma örneğinde fevkalade isabetlidir. Zira 250-270 yılları arasındaki cümbüşten bir grup ziyadesiyle istifade etmiştir ki, o da Hristiyan misyonerlerdir.
Gerçekten de Pagan çoğunluk olayları “anlamlandırmak” noktasında eksik kalmış, hasta bakımı noktasında adeta felce uğramıştır.
Öte yandan Hristiyanlar gerek salgına “aşkın” bir mana kazandırmak babında, gerekse de hastalığa yakalananların bakımıyla ilintili faaliyetlerde öncü bir rol üstlenmişlerdir.
Hristiyanî akaitte geniş bir yer tutan Caritas (iyilikseverlik) kavramının ilk yaygın ve somut çınlamaları da, ne tesadüftür ki, işte bu zaman aralığına tekabül eder.
Hâl böyle olunca, salgın esnasında ve dahi sonrasında Hristiyanlığı seçenlerde istatistiksel bir artış olmuştur.
Unutulmamalıdır ki, Roma İmparatorluğu o dönemlerde eşzamanlı olarak Hun İmparatorluğu’nun, Ostrogotların ve Vizigotların da yayılmacı politikalarına karşı bir set teşkil etmek amacındaydı.
Bu politika istikametinde artık kuruluşundan beri alışageldiği gibi “taarruz” mantığıyla değil, “direniş” refleksleriyle manevra yapmaktaydı ve bu bağlamda her zamankinden daha kalabalık bir insan gücüne ve daha sağlam değerlere ihtiyaç duyuyordu.
Oysa bir taraftan yayılan korku ve eriyen nüfus, diğer taraftan ise kadim Roma düzeninin mihenk taşı addedilebilecek paganizmin kademeli güç kaybı idrâk edilen çöküşü daha da berraklaştırmış ve nihayetinde Roma’yı tarihe karıştırmıştır.
“Jüstinyen Vebası”, diğer muhtelif salgınlar ve “Kara Veba” derken (ki bu başlığı ileride ayrıca irdeleyeceğiz) 15'nci yüzyılda Amerika’nın “keşfi” sırasında işgalcilerin Avrupa’dan kendileriyle birlikte getirdikleri mikroplar yığını yerli halkların kırılmasında sergilenen vahşi şiddete eşlik etmiş ve korkunç sonuçlara vesile olmuştur.
Gerçekten de 15'nci yüzyıl itibariyle Avrupalıların bünyesi çeşitli mikroplara alışmıştır. Ancak söz konusu organizmalar yerlilerin bünyesi için bambaşka bir ölçektedir.
Kristof Kolombus 1492 yılında Amerika kıtasındaki Hispaniola adasına ayak bastığında beraberindeki “kâşifler” adanın Portekiz yüzölçümü kadar büyük olduğunu ancak nüfusun Portekiz’in iki katı kadar kalabalık olduğunu yazıyorlar.
Son tahlilde “kâşifler” olağanüstü gaddarlıklarının yanı sıra adaya kızamığı, gribi ve çiçek hastalığını da getiriyorlar.
Kabul gören genel tahminlere göre 1508 yılında 60 bin nüfuslu olan adada 35 yıl sonra yalnızca 2 bin kişi kalıyor.
1518 yılında başlayan geniş çaplı çiçek hastalığı ise sırasıyla Karayipler’deki bütün beldeleri deyim yerindeyse adeta rendeliyor.
Öte yandan yerlilerin de “kâşiflere” bir “hediyesi” olmuştur. Toplu tecavüzlerin bir bedeli vardır. Bu anlamda özellikle 1920’li ve 1930’lu yıllarda Avrupa’yı kemirecek olan frengi hastalığını Avrupa’ya ilk elden taşıyanlar Kolombus’un yol arkadaşlarıdır.
Öyle ki, daha 1503 yılında Joseph Grunpeck adındaki bir Alman hekim gözlerini, ellerini, burnunu ve ayaklarını yitiren hastaların hâlini resmederken şöyle diyor:
Frengi öylesine yabanî, öylesine kahredici, öylesine bulaşıcı bir hastalıktır ki, daha önce yeryüzünde bir benzerine rastlanılmamıştır.
Aynı frengi hastalığı 19'ncu yüzyılda meşhur Fransız şair Charles Baudelaire’e “Kötülüğün Çiçekleri” adlı muazzam şiir eserini yazdıracak ve 1867 yılında ise onun canını alacaktı.
Ne var ki salgınlar – Roma’daki Hristiyanî gruplar örneğinde olduğu gibi – herkes için her zaman gerileme, yılma yahut yıkılma anlamı taşımıyor.
Karayipler’deki Haiti adası da bu bağlamda fevkalade özgün bir örnek teşkil ediyor.
Günümüz Haiti’sinde 18'nci yüzyılda başlayan sarı humma salgını pek çok insanı yerinden yurdundan ediyor ve öldürüyor.
Ancak Haiti’nin yerlileri zamanla hastalığa karşı bağışıklık kazanıyorlar ve süreci iyi-kötü atlatabiliyorlar.
1794 yılında adaya çıkartma yapan İngiliz askerleri açısından ise sarı humma yepyeni bir kapalı kutudur.
Takvimler 1795 yılını işaret ettiğinde İngilizler sayıları onlar ve yüzlerle ifade edilebilecek bir tarzca birer birer hastalığın pençesine düşüyorlar.
Salgının ve aynı yılda patlak veren köle isyanının da rüzgârlarıyla İngilizler geri çekilmek zorunda kalıyorlar.
Bitmiyor. 1802 yılında bu defa Napolyon 35 bin askerden müteşekkil bir orduyu Haiti’ye gönderiyor. Oysa aynı dönemde adanın üstünü örten sarı humma salgını hâlâ diridir.
1804 yılına gelindiğinde Napolyon’un görkemli ordusunun üçte ikisi imha olmuş, toprağın altına girmiştir. Aynı yıl Napolyon adada kalan askerlerinin tamamını geri çekme kararı alıyor.
Hülasa; İngilizlerin ve Fransızların tabiat ana karşısındaki aczi ve cereyan eden isyanların da verdiği ilhamla birlikte Haitililer Karayipler’de bağımsızlığını elde ve ilan eden ilk ulus olmuştur.
Kara Veba: Tarihi baştan yazan salgın
Kara Veba belki de 1918 yılında İspanyol Gribi’yle birlikte insanlık tarihinin en ölümcül salgınıdır.
Ne var ki veba, diğer salgınların aksine, siyasî, sosyal, ekonomik ve kültürel izdüşümleri bağlamında diğer salgınlara oranla çok daha “devrimci” bir dizi vasıfla donanmıştır.
Bu anlamda örneğin bir cüzzam hastalığı gibi insanların merhamet duygularını kışkırtmamıştır. Gerçekten de cüzzama bakış çok farklıydı. İnsanlar, özellikle Avrupa’da, cüzzama bir yandan “günahkârlığın karşılığı” şeklinde yaklaşırlarken, diğer yandan ise Hz. İsa’nın (as) çilesine ayna tuttuğu gerekçesiyle daha insancıl ve dahi “ulvî” bir nazarla yönelmişlerdir.
Keza verem hastalığına nispetle de benzer bir ayrımdan bahis açılabilir. Sanayi devrimiyle birlikte ivme kazanan verem salgını çoğunlukla “kaçılan” bir olguyu mühürlemişse de edebî yankıları dikkate değerdir.
Örneğin George Sand verem için “benim kıymetli kadavram” nitelemesini uygun görmüştür.
Pek çok romantik edebiyatçı veremin insan bedeni üzerinde yarattığı acıklı izleri bir esin kaynağı telakki etmiştir.
Öyle ki, veremlilerin yavaş hareketleri, ateşli hâlleri, solgunluğu ve genel zayıflığı dönemin eserlerindeki romantik kahramanların fiziğinin ve dahi hâlet-i ruhiyesinin betimlemesinde bir “pınar” fonksiyonu mahiyetinde olmuştur.
1330’lu yıllarda – bugünkü “Kovid-19” misâli – yine Çin’de başlayan ve 1346-1347 aralığında Avrupa kıyılarına ulaşan veba örneğinde ise durum çok farklıdır.
Kara Veba’nın diğer salgınlarla mukayese edildiğinde birinci ayırıcı hususiyeti müthiş ölüm oranında gizlidir.
1347-1351 yılları arasında veba Avrupa’da 24 milyon insanı öldürmüştür ki, bu, dönemin Avrupa nüfusu dikkate alındığında genel toplamın tamı tamına yarısını simgelemektedir.
Dünyada ise bu sayının 150 milyon civarında gezdiği paylaşılıyor. Dolayısıyla söz konusu salgından yalnızca Avrupa değil, Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Asya devletleri de payını almıştır.
Bir “büyük eşitleyici” olarak Kara Veba, önüne çıkan bütün engelleri aşmıştır. Zengin-fakir, genç-yaşlı, inanan-inanmayan ve kadın-erkek hiçbir ayrım gözetmemiştir.
Dahası, o çağda insanlar kurtulup kurtulamayacaklarını değil, daha ziyade ne zaman öleceklerini sorgulamaktadırlar.
İrlandalı bir tarihçi ve kronikçi olan John Clyn’in, zamanın ruhunu özetlerken kişisel defterine düştüğü şu dramatik satırlar fevkalade aydınlatıcıdır:
Ölüler ortasında ölümü beklerken yazıyorum.
Hâkim demografiyi alt-üst eden söz konusu salgın, sosyolojiyi ve kültürel referans noktalarını da içeriden çökertmiştir. Bilhassa Avrupa tarihi bu açıdan son derece kritik veriler sunuyor.
Kara Veba’nın ilk etkisi toplumun “çekirdeği” kabul edilen aile kurumunu tahrip etmesi olmuştur.
Salgın, aileleri dağıtmış ve parçalamıştır. Çocuklar ebeveynlerine, ebeveynler çocuklarına karşı tavır aldılar, hatta düşmanlaştılar.
Bazıları evlerini ve dolayısıyla da ailelerini terk etmek suretiyle yaşadıkları şehirden iltica ettiler ve bambaşka şehirlere, köylere ve kasabalara doğru yolculuğa çıktılar.
Hoş, çoğu bu vesileyle ölümden kaçarken ölüme doğru koştular ancak şüphesiz ki bunu bilmelerine imkan-ihtimal yoktu.
Aynı dönemde hane içi şiddet vakalarında ve dahi cinayetlerde de ciddi bir tırmanış saptanıyor. Bu şaşırtıcı değildir zira salgının boyutları yerel ve “ulusal” yönetimler tarafından idrak edildikten sonra önleyici bir tedbir olarak hasta kişiler “ev hapsine” alınmaya başladılar.
Oysa hasta kişi bu vesileyle hane içindeki diğer bireyleri de enfekte ediyordu ve bu toplu ölüm riskini büyütüyordu. Hâl böyle olunca, hastalıktan kaçış yolu olarak cinayetler de sayıca arttı.
Bazı aileler kendiliğinden bir şekilde kendilerini evlerine hapsediyorlardı. Kapıyı kendi üzerlerine kapatmadan evvel ise dış kapının üzerine kırmızı renkli boyayla bir haç işareti koyuyor, altına da “Tanrı bize merhamet etsin” diye yazarak kendilerini ölümün soğuk kollarına bırakıyorlardı.
Aile kurumu içten topyekûn iflas ederken, aileler de bir bir buharlaşmaya başlamıştı ki, bu durum Avrupa’daki yerleşik ekonomik hayatın da savrulmasına ve kendi içinde dönüşmesine neden oldu.
Yukarıda da vurguladığım üzere, vebadan saklanmanın bir yöntemi bulunmuyordu. Dolayısıyla salgın aileleri yok ederken herhangi bir kategorizasyona meyletmedi.
Soylulara ve soyluluğa bir ağıt yakarmışçasına, Kara Veba Avrupa’daki büyük aileleri ve bu vesileyle ekonominin dizginlerini ellerinde tutanları da, tıpkı fukara halka reva gördüğü davranış gibi, ezip geçti.
Veba, Avrupa’nın üretim gücünü toza dumana karıştırdı. Talep yükselirken, yokluk sebebiyle fiyatlar artıyor ve nihayetinde ortaya başa çıkılamaz bir tablo oluşuyordu.
Dahası, sermaye/mülk dağılımı hayatta kalanların lehine olacak şekilde yeniden şekilleniyordu.
Aslına bakarsanız veba sırasında ve dahi sonrasında vücuda gelen burjuvazinin oluşum tarihi çok açıkça bir “gasp” tarihidir.
Nasıl mı? Açıklayalım.
Orta Çağ’da soyluları, derebeyleri ve büyük tüccar aileleri kapsayan klasik ekonomik seçkinler sınıfına mensup olan fertlerin büyük bir bölümü hayatta kalmakta muvaffak olamadılar.
Bu sınıf mensuplarıyla kan bağı bulunan ve bir şekilde hayatta kalmayı başaranlar ise miras haklarından istifade edemediler.
Mirasları uçup gitti. Nedeni ise basittir. O devirde noterlik vazifesini ifa edenler yalnızca din adamlarıydı.
Oysa aynı salgına muhatap olan din adamları da ölümle burun buruna gelmişler, sonunda yitip gitmişlerdi. Hâl böyle olunca miras devrini yapacak/yapabilecek insan kaynağı da kurumuştu.
Doğan bu otorite boşluğu ışığında ise miras koşulları çoğu zaman bilerek yahut bilmeyerek görmezden gelinmiş, dikkate alınmamıştır.
Boşluk aynı zamanda fırsatçılar için paha biçilemez bir avantaja dönüşmüştür. Bazı aileler ama esasen de tarikatlar mevzubahis vakumdan istifade ederek tabiri caizse muhtelif mal ve mülklerin “üzerine konmuştur”.
Başka bir deyişle, servet el değiştirmiştir. Öyle ki, Floransa’da daha sonraları Rönesans dönemine damgasını vuracak olan meşhur Medici ailesi işte böylesi bir ortamda güçlenmiş ve egemenliğini ilmek ilmek örerek inşa edebilmiştir.
Metanın önemsizliği ve değersizliği işte bu kadar sarihtir.
Orta Çağ’da yüzyıllara dayanan bir birikim ve bu birikimi idare eden aileler göz açıp kapayana dek yeryüzüne veda ettiler.
Ardından yeni bir aristokrasi ve yeni bir burjuvazi meşaleyi çok şüpheli bir biçimde devraldı.
Gelin görün ki onlar da neticede ceplerinde bir kuruş dahi kalmadan bu dünyadan göç ettiler ve bugün esamileri okunmuyor.
Stanley Kubrick’in yönettiği “Barry Lyndon” filminin epilog bölümünde ifade edildiği gibi:
İyi ya da kötü, alımlı ya da çirkin, zengin ya da fakir, şimdi hepsi eşitler.
Muktedirlerin tahtlarını hırpalayan Kara Veba’nın Avrupa ekonomik elitini tasfiye edip dinî kurumlara dokunmaması elbette beklenemezdi.
O yıllara değin Avrupa’da neredeyse totaliter bir güce erişmiş olan Katolik Kilisesi, salgının yayılmasıyla birlikte büyük bir istikrarsızlığa düşüyor.
Normal şartlar altında böylesi bir felaketin önünde inancın daha da katılaşması beklenirken tam tersi oluyor. Şüphesiz ki bu tenakuzun da haklı sebepleri var.
Birincisi, Kilise inananlara bir umut ışığı vaat edemiyor. Vaat etse bile, her köşe başında hazır bekleyen ölüm gerçeği bu vaatleri boşa çıkarıyor.
İnananlar Kilise’ye ve din adamlarına nispetle bir güven bunalımına giriyorlar. Bu bunalım, bir ara öylesine şiddetleniyor ki Papa VI. Clemens bazıları tarafından Deccal olarak tanımlanıyor.
İkincisi, din adamları hastaların başuçlarına çağrıldıklarından salgına kolayca kurban gidebiliyorlardı.
Bu anlamda belirtilmelidir ki, Kara Veba sırasında din adamları hekimlerin ardından hastalığa en çok yakalanan ikinci meslek grubuydu.
Din adamları sayıca azalınca iki senaryo hızla ete kemiğe büründü: İlk olarak Latince günlük hayattan (dolayısıyla da din dairesinden) çekildi.
İkinci olarak ise Kilise yeni din adamlarını hiçbir teolojik eğitim vermeksizin alelacele göreve getirdi.
Cahil din adamları ne hastaların ne de hasta yakınlarının dertlerine bir nebze de olsa derman olacak doğru sözleri, doğru metotlarla iletemediler.
Hâl böyle olunca, insanlar inançtan daha çok ve daha süratli bir biçimde uzaklaştılar.
Tam bu noktada başta Flagellant’lar (“kırbaçlayan”/“kırbaçlayanlar” demek) olmak üzere pek çok alternatif inanç grubunun zuhur ettiğini görüyoruz.
Flagellant’lar Katolik Kilisesi’ne karşı bulundukları şehirlerde küçük ayaklanmalar başlatıyorlar ve kendi ritüellerini pratiğe dökmeye başlıyorlar.
Caddelerde ve sokaklarda kendisini kırbaçlayan insanlar bir ayin yönetirmişçesine yürüyüşler düzenliyorlar.
Oto-kırbaçlama eyleminin işlenen günahlara kefaret sayılacağına inanan Flagellant’lar cüsseli bir dinî akım olarak sahneye çıkmış, çok uzun yıllar bu sahada varlık belirtmişlerdir.
Dahası, Flagellant hareketinin ileride Martin Luther öncülüğünde örgütlenecek olan “reform” atılımının da işaret fişeğini attığı çeşitli araştırmacıların tezlerinde sabittir.
Dolayısıyla Protestanlığın aslında veba kabusunun bir nevî “çocuğu” olduğu bile söylenebilir.
Üçüncü ve son olarak ise, insanlar Kara Veba’yla birlikte muazzam bir haz düşkünlüğüne rağbet etmeye başladılar.
Ölümün her an gelebileceği varsayımından hareketle insanların bir kısmı kendilerini içkiye, kumara ve serbest sekse verdiler.
Yaşam ihtimali düştükçe dünyevî zevkler coştu. Ahlâkî değerlerde erozyon ve yozlaşma vuku buldu. Korkuya kapılanlarda intiharlar, şarlatanlara, sapkınlara ve hatiplere ilgi arttı.
Son kertede Kara Veba ırkçı ve cinsiyet-kırımcı davranışları da körüklemiştir.
Örneğin salgında Yahudilere karşı yürütülen saldırılar sıklaşmış ve antisemitizm çok yakıcı bir biçimde su yüzüne çıkmıştır.
Çaresiz bir uçuruma doğru sürüklenen kitleler salgının duyurulmasının üzerinden çok fazla zaman geçmeden bir günah keçisi arayışına girdiler.
Yahudiler o yıllarda eczacılığa, fırıncılığa ve tıbba hükmediyorlardı. Hâl böyle olunca, umumî kuyuları zehirledikleri ve bu vesileyle rant devşirmek istedikleri kulaktan kulağa dolaşır olmuştu.
Yahudilerin büyücülük yaptıkları, özel zehirler üzerinde çalıştıkları ve dahi Hristiyan ahaliye kendilerine mahkûm etmeyi hedefledikleri her yerde konuşuluyordu.
Derken bütün Avrupa sathında Yahudilere karşı pogromlar, ayaklanmalar başladı. Yahudiler cayır cayır yakılıyorlar, infaz ediliyorlardı.
Öyle ki, bazı Yahudiler öfkeli bir linçe uğramamak adına intiharı göze alabiliyorlardı.
Yahudilerle birlikte kadınlar üzerinden de bir dizi manipülasyon gerçekleşmiştir.
Gerçekten de 15'nci yüzyılda zirve noktasına tırmanan “cadı avlarının” fideliklerini Kara Veba’nın oluşturduğunu söylersek yanılmış olmayız.
Salgınla birlikte özellikle köylerde cadılık dedikoduları aniden filizlenmiş ve bu dedikodular hem kadınların şeytanlaştırılarak mahvedilmelerine hem de toplu tecavüzlere uğramalarına zemin hazırlamıştır.
“Kovid-19”: Ne beklemeliyiz?
1300’lü yıllardaki “Kara Veba” salgını milyonlarca insanı öldürmenin ötesinde onlarca toplumu atomize etmiş, topyekûn bir iktisadî düzeni bütün kalıntılarıyla birlikte radikal bir değişime tabi tutmuş ve büyük bir kültürel geçiş döneminin “kuluçka evresi” işlevini görmüştür.
Kara Veba örneği zannımca önemlidir zira bugün itibariyle Kovid-19 virüsü yürekleri hoplatan bir yayılma hızı ve ölüm oranıyla hayat buluyor, hayat alıyor.
Elbette durum henüz 1300’lü yıllardaki seviyelerde değildir. Umar ve dua ederiz ki asla olmasın.
Ne var ki Dünya Sağlık Örgütü yetkililerinin de altını çizdikleri gibi, “küresel bir salgın” ihtimalini göz ardı etmemek gerekiyor.
Şayet bir aşısı bulunmaz ve devletler gerekli tedbirler ivedilikle uygulamaya koymazsa, virüsün canımızı çokça acıtabileceği gerçeğiyle de yüzleşmek zorundayız.
Aslında şimdilik her şey Çin’in virüsü sınırlandırma kapasitesine bağlıdır. Şayet sınırlandırabilirse, ne âlâ.
Ancak eğer bunu başaramazsa Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde (SSCB) Mihail Gorbaçov’un Çernobil’de yaşadığını evvelâ Çin’de Şi Cinping misliyle deneyimler.
Uluslararası ticaret ağır bir yara alır ve dünya ekonomisi onarılması çok güç bir gerileme safhasına girer.
Siyasî dengeler altüst olur ve çok keskin kültürel büzülmelere, bambaşka ideolojilerin doğuşuna tanıklık edebiliriz.
Mevcut devletler yıkılabilir, yenileri sahneye çıkabilir. Dünyadaki servet dağılımı el değiştirebilir ve güncellenmiş sosyal teşkilâtlanma şemaları pekişebilir.
Salgınlar tarihi yukarıda arz ettiğim üzere bu planda bize fevkalâde zengin ipuçları sunuyor.
Ancak en önemlisi, böylesi bir senaryoda 1300’lü yılların Kara Veba salgını ve dahi 1918 yılının İspanyol Gribi yaşayacaklarımıza kıyasla ancak devede kulak kalır.
Bu değişimlerin eninde sonunda bir şekilde gerçekleşeceğini söylemek aceleci çıkarımlar yapmakla eşanlamlı olmayacaktır. Zira en başta da değindiğimiz üzere, salgınlar insanlık tarihi kadar eskidir.
Dolayısıyla bunu bugün Kovid-19 yapmasa bile, yarın bambaşka bir salgın yapacaktır.
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish