Geçirdiğimiz büyük facia bizi bir noktadan ikaz etmiş olsa gerek. Modern yapının temeli olan betonarme şüphesiz ki en sağlam inşa sistemidir.
Fakat pek ince fenni hesaplara istinat eden bu sistemi tatbik ederken küçük bir yanlışlığa düşmek yahut tamahkarlık göstermek en sağlam görünen binayı bir çardak kadar çürütebilir.
Betonun demirinden yapılan iktisat harcından çalınan malzeme binlerce liraya mal olan bir binayı yerle yeksan edebilir. İşte son zelzele bu tehlikeyi de bütün fecaati ile bize göstermiş oldu.
Yeni yapılan betonarme binaların akıbeti gösterdi ki götürü olarak yapılan yeni binaların mukavemet kudretleri tahmin edilen salabette değildir.
Eğer bu binalar fenni şartlara göre yapılmış olsalardı San Francisco ve Nagazaki zelzelelerinde görüldüğü gibi en müthiş sarsıntıları ancak sallanmakla atlatabilirlerdi.
Betonarme, fenni kaidelerine riayet edilmezse kuru duvarla örülmüş binadan daha tehlikelidir.
Halbuki değil, götürü yapı alan müteahhitler, kalfalar hatta yapı sahipleri arasında bile malzemeden tasarruf gayretiyle bu fenni şartları ihmal edenler mevcuttur.
Bu acı ders, bütün böyle ihale suretiyle bina yaptıran belediyelerimizi ve hatta vekâletleri ikaz etmiş olsa gerektir.
Bu satırlar, her ne kadar geçtiğimiz günlerde Elazığ’da yaşanan deprem sonrasında kaleme alınmış gibi görünüyorsa da aslında günümüzden tam olarak 80 yıl 1 Ay 1 gün önce yayınlanan Son Posta gazetesinde yayınlanmıştı.
Tıpkı dönemin diğer gazeteleri gibi, Ocak ayı boyunca, 27 Aralık’ta Erzincan’da gerçekleşmiş olan 7,9 şiddetindeki depremin neden olduğu büyük yıkıma dair haberleri sayfalarına taşıyacak olan Son Posta gazetesinin 1940 yılının ilk gününe ait bu nüshasında, “Milli Şef Zelzele Mıntıkasında” manşeti atılmış, yaşanan felaketi tasvir eden şu satırlara yer verilmişti;
Varlığımızın, sevgilerimizin, gayelerimizin mukaddes mabedi Anadolu, bu millet ve memleket için malını, canını, her çeşit varını hiç esirgemeyen, hep harcayan, hep veren Anadolu tabiatın zulmüne uğradı.
Karlı, buzlu, fırtınalı bir gece yarısı çoluk, çocuk, genç, ihtiyar tatlı uykularından, sıcak yataklarından çırılçıplak sokaklara döküldüler.
Sayısı bilinmeyen kardeşlerimiz zelzelenin hışmı ile bir lahzada toprak oldu. Sayısı imkânsız hanümanlar yıkıldı, mamureler harap oldu. Anadolu tutuştu.
Aşina depremler...
O sıralarda muhtemelen henüz bilinmiyorsa da aynı zamanda Anadolu coğrafyasında yaşanmış en şiddetli ve yıkıcı depremlerden biri olan 1939 Erzincan Depremi, oldukça geniş bir alanda etkili olmuş, onu aşkın şehirde on binlerce can kaybı ve büyük bir yıkımla sonuçlanmıştı.
Son Posta gazetesinde, dünya ekonomisinin küresel ve topyekûn bir savaşa sürüklendiği bir dönemde meydana gelen depremin tasvir edildiği aynı satırlar, Anadolu insanını, yaşanan maddi ve manevi yıkımın kaldırılması için birlik olmaya ve “yarınlara” inanmaya çağırarak, şöyle devam ediyordu;
Milli büyük felaketler milletlerin büyüklüğünü ilan eden imtihanlardır. Bu imtihanlar millet birliğini, millet beraberliğini, millet kudretini belirtmeye vesile olur.
Bütün dünya önünde her dersini hep muvaffakiyet ve şerefle vermiş olan Türk milleti bu yarasını da el birliği ile saracak, tedavi edecek, -her kaybolan Türk için ömrü boyunca yanarken- yangınlar içinden göz kamaştıracak dünyalar yükseltecektir.
Felaketin duyulduğu günden beri her Türk, kalbi yaralı, gözü yaşlı – fakat şuurlu ve imanlı olarak- yaşayan soğukta titreşen kardeşlerimizin yardımına koşmak için can atıyor. Vazifemiz matemimiz kadar büyüktür.
Yangınların, karanlıkların, zulmetin, yoksulluğun içinden yepyeni bir dünya yaratan Türk milleti bu zelzele felaketi önünde de birdir, beraberdir.
Bugün hepimiz için en asil, en temiz sevinci yaratacak tek teselli Anadolu’ya koşmak, Anadolu’ya vermek, Anadolu’ya yardım etmektir.
1940 yılı Ocak ayına ait gazetelerin hemen hepsinde, Erzincan Depremi’yle ortaya çıkan büyük felakete sebep olarak gösterilen ihmaller, yaşanan yıkıma ve içinde bulunduğu ekonomik sıkıntılara rağmen “birlik olup yardımlaşmayı bilen” milletin fedakarlıklarına ve nihayet yarınlar için bu felaketten çıkarılacak derslere yer verilmişti.
Aynı haberlerde, Anadolu’nun diğer şehirlerinden gönderilenlerin yanı sıra, depremin dünya gündemine oturmasını takiben farklı ülkelerden gönderilen yardımlardan bahsediliyor, dünya kamuoyunun büyük desteği ve dönemin siyasetçilerinin Türkiye’nin yanında olduklarını belirten demeçlerine yer veriliyordu.
Söz konusu haberler, bu haberlere atılan başlıklar, kullanılan dil, haberlere konu edilen siyasetçi ve bürokratların eylem ve açıklamaları, resmî kurumların uygulamaları ve felaket sonrası yaşanan diğer gelişmelerin anlatıldığı haberler, ironik bir şekilde 2020 yılının Ocak ayı sonunda gerçekleşen Elazığ Depremi’ne dair gazete haberlerini çağrıştırıyordu.
1939 Erzincan Depremi’ne dair haberlerde bahsedilen yerler, adı geçen kişiler ve bunların yansıdığı gazete haberlerinin tarihleri dışında hemen her şey, daha sonra Anadolu’da gerçekleşecek olan herhangi bir depreme dair, üzerinden geçen 80 yılda aşina hale gelinen haberlerden farksız şekilde anlatılmıştı.
Erzincan Depremi’ne dair haberlerin yansıdığı gazetelerin hemen hepsi; “gelecekten kopya edilmiş” gibi duran ihmaller, suiistimaller, siyasi hesaplar, hamasi söylemler, israfa yönelik vaatler, yapay korkular, sunî gerginlikler, asılsız tehditler ve bir türlü gelmeyen yarınlardan bahsediyordu.
Günümüzde Elazığ Depremi’ne dair haberlere yer veren herhangi bir gazetede bahsi geçen; siyasi, ekonomik, sosyal sorunların birebir kopyası gibi duran haberleri, 80 yıl önce Erzincan Depremi’ni duyuran sayfalarında neredeyse aynı cümlelerle tekrar etmekte olan dönemin gazeteleri, artık aşina olunsa da kolektif ömürle düşünüldüğünde fecaat arz eden sosyolojik bir kâbustan bahsediyor, kuşaklardır kemirmekte olduğu Anadolu coğrafyasının yarınlarını da çürütecek olan bir “virüsün” ilk izlerini taşıyordu.
Erzincan Depremi’ni, dönemin en meşhur kadın hatiplerinden biri olan Meliha Avni [Sözen] tarafından yazılmış ve yukarıda alıntılanan sözlerle haberleştirmiş olan Son Posta gazetesi, sayfalarında deprem nedeniyle yerle bir olmuş çeşitli yapılara ait fotoğraflara da yer vermişti.
Belki sadece bir tesadüften ibaretti ama gazetenin depreme dair fotoğraf seçimlerinden bazıları Anadolu’yu mukaddes bir mabede benzeten Sözen’in metaforuyla uyumlu bir şekilde, deprem nedeniyle hasara uğrayan birkaç mabetten yana olmuştu.
Son Posta gazetesinin manşetinde bulunan ve deprem nedeniyle hasar görmüş bazı yapıları gösteren bu fotoğrafların altında, şu spot cümleler bulunuyordu;
Yeni yıla büyük bir matem ve onun kadar büyük bir vazife ile giriyoruz. Hepimizin kalbi yaralı, hepimizin gözü yaşlı fakat hepimiz şuurlu ve imanlıyız. Orta Anadolu’da kaybettiğimiz her Türk için ömrümüz boyunca yanarken, harabe içinden gözleri kamaştıracak dünyalar yükselteceğiz.
Son Posta gazetesi, yaşanan felaketten alınan derslerle, “harabe içerisinde gözleri kamaştıracak dünyaların yükseltileceği” gelecek “yarınları” müjdeleyen diğer gazeteler gibi, memlekette hayatın her şeye rağmen bir şekilde devam ettiği mesajını veren haberler de yapıyordu.
“Birçok beton köprüler, yollar yapılıyor, yeniden mektepler inşa ediliyor” haberini, Erzincan Depremi’ne dair haberlerle aynı sayfalarda veren gazete, “pek yakında” gösterime girecek olan ve başrollerinde dönemin ünlü Fransız aktrislerinden Edwige Feuillere’in oynadığı bir filmin reklamına da yer vermişti.
“Sans Lendemain” adlı filmin, birkaç gün önce gerçekleşen depremle binlerce vatandaşını kaybetmiş olan ve kutsal bir “mabed”e benzetilen Anadolu’da “Yıkılan Mabet” adıyla gösterime girmiş olması, “krizi fırsata çeviren algı yönetimi” anlamında oldukça ironik ve ibretlik bir seçimdi.
Zira aslında bir zamanlar saygın bir kadınken, çeşitli sebeplerle gece kulüplerinde çalışmak zorunda kalan bir dansçının anlatıldığı bu romantik trajedinin, -muhtemelen ülkedeki yıkımları fırsata çevirmek için- ucuz hesaplarla ziyan edilmiş olan adı, “Yıkılan Mabet” olarak değil, aslına sadık kalınıp, “Yarın Yok” olarak çevrilmeliydi.
Çile çekmiş hainler...
Olmayan Yarın’ın, tıpkı bahsi geçen filmin konusundaki gibi çeşitli sebeplerle “Yıkılan Mabet” olarak duyurulduğu Son Posta gazetesi, dönemin diğer gazeteleri arasında bir zamanlar sahip olduğu yayın çizgisi nedeniyle farklılaşıyordu.
Gazetenin yazarları arasında bulunan ve “muhalif” duruşu nedeniyle sürekli takîbata uğradığı için, artık “Ayhan” müstear adını kullanmakta olan Arif Oruç, Erken Cumhuriyet Dönemi basın hayatına damga vurmuş “inatçı” bir gazeteciydi.
Aynı zamanda 2020 yılının Ocak ayında gerçekleşen deprem felaketinin yaşandığı Elazığ’da dünya gelmiş olan Arif Oruç, Takrir-i Sükûn Kanunu'nun yürürlükten kalkmasını takiben Yarın adlı bir gazete çıkarmaya başlamıştı.
Yarın gazetesi, rejimin etrafında yeni bir sınıf olarak ortaya çıkan askeri-sivil bürokrasi ve siyaset elitlerinin içinde bulunduğu yozlaşmaya dair haberleriyle adından söz ettiriyor, yüksek tirajlara ulaşıyordu.
Yarın gazetesi, Takrir-i Sükûn atmosferinin devam ettiği, dönemin siyasetçi ve bürokratlarının bu kanunun uygulamada olduğu yılların alışkanlıklarıyla hareket ettiği sıralarda, dönemin bir diğer “muhalif” gazetesi olan Son Posta ile birlikte hükümeti açıkça eleştiriyordu.
Sık sık, hayat pahalılığı, yoksulluk, yolsuzluk, israf, ihmal, suiistimal, rüşvet, fırsatçılık, ahlaksızlık, kaçakçılık ve vergi kaçakçılığı gibi konularda haberler yapan gazete, “Ahdettik: memleket uğrundaki cidalden kalemlerimiz kırılıncaya kadar dönmeyeceğiz” ifadesini taşıyan manşetiyle dönemin diğer gazetelerine meydan okumuştu.
Yarın’ın manşetindeki bu ifadenin altında, memleketin herkese ait olduğu, nesillerdir memleket için kanı dökülmüş olan vatandaşların, uğruna can verdikleri memlekette olan biten işlerle ilgilenmesinden daha doğal bir “hak” olamayacağı söyleniyordu.
Söz konusu manşetin devamındaki, “Memleketin afakına çöktüğü söylenen sis tabakası, üç beş aylık zamanın getirdiği sis değildir. O, son iki senin ağır basan dumanlı havasıdır” ifadeleri, Takrir-i Sükûn’la ortaya çıkan siyasi ve sosyo-kültürel atmosferin yakın tarihin tüm zamanlarına sinecek olan distopik etkisini tarif ediyor gibiydi.
Cemiyeti kemiren virüsler...
Arif Oruç, Yarın gazetesindeki bir başka makalesinde, Türkiye coğrafyası üzerinde yaşayan vatandaşlar arasında, “cemiyetin iliklerini, damarlarını kemire kemire hasta ve malul eden birtakım bedbahtlar olduğunu” söylüyordu.
Oruç’a göre, “vatana mideleri ve keselerinden başka bir kayıt ile bağlılıkları bulunmayan bu biçareler, cemiyetin en tehlikeli düşmanlarıydı”.
Oruç’un aynı zamanda “her devirde” benzerleri görülebilecek olan bir “yandaş” tipolojisinin eleştirildiği bir “manifesto” olarak da okunabilecek olan ve bir nevi Yarın gazetesi aracılığıyla icra ettiği “gazetecilik” faaliyetini, “kendince” nasıl bir atmosferde, “kimlere karşı”, “kimlerle birlikte” ve “hangi amaçlarla” yaptığını da açıkladığı makalesi, gazetenin çıkarıldığı yıllarda ülkedeki siyasi, sosyal, ekonomik ve manevi ufku saran “tehlikeli bir virüsten” bahsederek, şöyle devam ediyordu;
Kendi istirahatleri, kendi menfaatleri için saniyede bir kalıba girmekten haya etmeyen bu ‘Cemiyet Veremi Mikroplar’ ile Türk milletinin şiddetli mücadele etmesi icap ediyor. Ancak bu mücadele neticesinde vatandaşlar biraz kendilerine gelebilecekler, biraz huzur ve sükûna kavuştuklarını his edeceklerdir.
Her siyasi teşekkülün her canlı bir hareketin içine girmeğe muvaffak olan bu bedbahtların, muhitlerine ve dolayısıyla de memlekete verdikleri vehim ve vesvese, bütün bir dünya ile çarpışmaktan gözleri yılmayan Türk milletini zaafa, tereddüde, evhama boğmuştur.
Bugün iki vatandaş bir araya gelmeye, hasbihal etmeye, samimi surette dertleşmeye muvaffak olamıyor. Bunun sebebini, saikını camiayı zehirleyen mikropların üremelerinde aramak ve bulmak zaruretindeyiz.
Cemiyeti bu derece zehirleyerek hasta ve dermansız düşüren, onu bu rütbe zebun bırakan amillerin mahiyetleri nedir?
Kendilerinde içtimai nizam havariliği tevehhüm eden bu seciyesiz vatandaşların hakiki vazife ve vaziyetleri nedir?
Nihayet bu fazilet düşkünleri ne yapıyor ve nereye girmek istiyorlar?
Bu adamlar hakikatte asırlık çınar ağaçlarını için için kemiren, oyan ve çürüten zararlı kurtların benzerleri. Öyle hissettirmeden, yavaş yavaş cemiyeti kemirmekte, çürütmekte ve göçürmektedirler.
Her devre, her inkılaba, her içtimai ve siyasi harekete uymanın yolunu bilen ve bulan bu vatansızlarla, bundan sonra için de olsa şiddetli bir mücadeleye girişmek farzdır.
Mide ve menfaatleri için bizzat milli vahdetin bozulmasına sebep olan iki yüzlü adamlardır ki memlekette ve millet arasında bir emniyetsizlik fırtınası belirtmişlerdir.
Mefkure, millî vahdet, milli şiar namına en güçlü taassupları göstermek suretiyle bar bar bağıranların bu feryatları arkasında en hasis, en kirli menfaatler saklı bulunduğunu anlamayan bir vatandaş kalmamıştır.
Hülasa; Türk milleti bundan sonrası için de olsa, gözlerini dört açmalı, sureti haktan görünerek ihtiras ve menfaat sırıtan vaazlara, nasihatlere yüzünü çevirmeli, arkasını dönemlidir.
Cemiyeti kemiren muzur mikroplar için bundan büyük intibah ve ibret dersi olmaz.
“Uzun süreli olan bir kabine yıpranıp, mevcudiyetinden başka bir şey düşünemez hale gelir!” dediği “Kavi Hükümet” ve benzeri eleştirel üsluptaki pek çok makalesinden dolayı yargılanacak olan Arif Oruç’un “gazetecilik faaliyetleri” ülke çapında ses getiriyordu.
1929 Dünya Ekonomik Buhranının da etkisiyle giderek büyümekte olan hayat pahalılığını, ülkedeki gelir adaletsizliğini haberleştirirken, iktidar çevresinde imtiyaz sahibi olmuş sivil ve bürokratları eleştirmekten geri durmayan gazetesinde, örneğin “demir yolu” yatırımları yapmakta olan devletin asıl önceliğinin, yoksullukla mücadele olması gerektiğini savunmuştu.
“Parasız ve tohumluğa muhtaç halde harmanlığını kaldıramamış olan köylünün sorunlarıyla ilgilenmek yerine milyonluk asfalt ihaleleri yapmakta olan hükümetin” yatırım öncelikleri ve ekonomi politikalarını açık bir dille eleştirme “cesareti” gösteren Yarın gazetesinde, yolsuzluk yapan ya da yozlaşmış durumda olan kurum, kuruluş, bürokrat, siyasetçi ve çıkar çevrelerine dair çarpıcı haberlere yer veriyordu.
Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın kuruluşundan evvel herhangi bir koğuşturmaya uğramamış olan gazetesini hedef alan davalar, ülkedeki iktidar mücadelesine taraf olduğu gerekçesiyle hedefe konulduğu iddialarını doğrulayacak şekilde, söz konusu fırkanın kuruluşundan hemen sonra başlamıştı.
Yarın gazetesinin, Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın yayın organı gibi hareket etmesiyle başlayan ve farklı şehirlerde gerçekleştirilen duruşmalarla devam eden adli kuşatma, dönemin gazetelerinde farklı şekillerde karşılık bulmuş, örneğin Son Posta gazetesinin naklettiğine göre, hükümetin politikalarını koşulsuz savunmasıyla bilinen İnkılâp gazetesi, “İzmit’e sevk edilen vatan hainlerinin, tesadüfen sokaklarda paramparça edilmekten kurtulduklarını” yazmıştı.
Ziyan edilmiş yarınlar...
Arif Oruç, mesnetli ya da mesnetsiz bir şekilde sürekli takibat, tutukluluk ve mahkûmiyetle geçen siyasi gazetecilik serüvende, sık sık “hain” ve “casus” ilan edilmişti.
Çeşitli suçlardan yargılandığı sıralarda, iktidarın tüm politikalarını destekleyen gazete ve gazetecilerle şiddetli bir polemiğe de girmiş olan Arif Oruç, Yunus Nadi [Abalıoğlu] ve Ali Naci [Karacan] tarafından “vatan hainliği” yapmakla itham edilmişti.
Benzer şekilde, Mustafa Kemal’e yakınlığıyla da bilinen ve o sırada Hâkimiyet-i Millîye gazetesinde yazmakta olan Bolu Milletvekili Falih Rıfkı [Atay], Arif Oruç’a ağır itham ve hakaretlerde bulunarak “hürriyetin, sokak köpekleri tarafından kemirilmek için kaldırım üstüne atılmış kemik parçası olmadığını herkes bilir” dediği makalesinde, bütün “muhalif” gazetecilerin tek kelime ile “alçak” olduğunu söylemişti.
Takrir-i Sükûn’un gölgesinde hükümeti eleştiren yahut kamu yararına bir dilin kullanıldığı herhangi bir gazetecilik faaliyetinin, iktidar çevresinin “hışmına” uğrayarak “linç” edildiği bir süreçte, günah keçisi haline gelen Yarın gazetesi, yeni rejimin “bütün” politikalarını “sorgusuz sualsiz” bir şekilde destekleyen çevrelerce topyekûn hedefe konulmuştu.
Buna rağmen geri adım atmayan Arif Oruç, “Bu dünya koskoca bir çarkı felek” manşetiyle “bu çarkı çevirmek isteyenlerin Halk Fırkasına kayıt olmaktan başka çareleri yok mu” diye sorarak, Millî Mücadele sonrası iktidarı ele geçiren asker-sivil sınıfın, devleti getirdiği noktayı ve neden olduğu sosyo-kültürel yıkımı çarpıcı bir şekilde özetlemişti.
Erzincan Depremi’nin yaşandığı sıralarda idam talebiyle yargılandığı davadan henüz beraat etmiş olan ve Son Posta gazetesinde müstear isimle yazmakta olan Arif Oruç, 1950 yılında vefat edecekti.
Vefatının ardından Arif Oruç için, “Hamuru çile ile yoğrulmuştur. O çile çekmek için yaratılmıştır. Çile içinde doğdu, çile içinde yaşadı, çile ve nisyan içinde ölmüştür” diyen “gazetecinin”, bir zamanlar kendisi için “Vatan Haini Arif Oruç” yazılı bir afiş bastıracak kadar “şuurlu” bir vatansever olması oldukça ironikti.
“Varlığımızın, sevgilerimizin, gayelerimizin mukaddes mabedi Anadolu”da, 1894 yılında yaşanmış bir başka büyük deprem sırasında dünyaya gelip Elazığ’da yetişmiş olan Arif Oruç’un yaşamı, tanıklık ettiği depremlerden sonra ortaya çıkan tahribatlara benzeyen ve sebebi “insan hırsı” olan büyük yıkımlarla geçmişti.
“Millet ve memleket için malını, canını, her çeşit varını hiç esirgemeyen, hep harcayan, hep veren Anadolu”da, hak ve hukukun yerle bir edilişine sessiz kalamadığı için kendisine saldırarak, “cemiyetin iliklerini, damarlarını kemire kemire hasta ve malul eden Cemiyet Mikropları”nın zulmüne uğramıştı.
Her siyasal depremde yerle bir olup yeniden kurulan sunî sosyal coğrafyaya boyun eğip, ayak uydurarak bir sonraki depremin “insafını” beklemek yerine, herhangi bir depremle yerle bir edilemeyecek ilkeleri, ideolojiler üstü sosyal değerleri savunmuştu.
Kutsal bir mabede benzetiliyorsa da bir mabedin vaat ettiği güvenirliliği alt üst edecek şekilde çeyrek asırlık döngülerle kendi felaketinin müsebbibi olan bir sosyolojinin egemen olduğu Anadolu’da, ziyan edilme pahasına zor olanı seçmiş, döneminin değil, Yarın’ın habercisi olmuştu.
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish