Türkiye'nin, iç ve dış politikaları bağlamında Kürt politikasındaki geçmişi, sürekli gülme-ağlama, aşk-nefret, barış-savaş, kardeş-terörist ilişkisi yaşayan bir toplumsal alan içinde devamlılık-kesinti yaklaşımı süreçleri içinde değişimlere uğruyor.
Osmanlı parantezi içinde Türk resmi ideolojisi, karanlık dönemleriyle hep var olarak geldi. 1940 yıllarından sonra resmi ideoloji tezi yumuşatılarak Osmanlı politikası resmi ideoloji içinde yer almaya başladı.
1940 senesinde yayımlanan Tanzimat Kitabı, Tanzimat’ın, Cumhuriyet'in doğuşuna neden olan gelişmeler zincirinin önemli halkalarından birisi olarak kabul etmekle birlikte eserin konuya yaklaşımı “Neden Tanzimat, Cumhuriyet’in başardığı büyük(!) dönüşümü gerçekleştiremedi?” sorunsalı çerçevesinde olmuştur.
1946 çok partili siyasi sistem geçirilmesi ve bilhassa 1950 senesinde gerçekleşen iktidar değişikliği sonrasında devr-i sabık, Mütareke Dönemi ve II. Abdulhamid rejimi ile sınırlandırılmış, yakın tarih tartışma dışı tutulmuş, geri kalan Osmanlı tarihi ise yeniden sahiplenilmiştir.
(Şükrü Hanioğlu)
İstanbul’un fethi kutlamalarında belirgin bir yorum bulan bu yaklaşımlar, eğitim müfredatlarının bir parçası olan mehterler, toplumun parlak geçmişini Hattusilis çağında Fatih Sultan Mehmed dönemine getirerek tarihin kara delik tezine bütünüyle bir kenara atmıştır.
Daha sonra süreç içinde bir yandan Cumhuriyet sonrası resmi ideolojnin (“Kürt Otonomisi ve Kırmızı Gül’ün adı” makalelerimizde kısada olsa değinmiştir) tarih tezi ve onunla bağlantılı yorumlar bir kenara bırakılırken, bir yandan da devr-i sabık olarak yorumlanan dönemler ve yakın tarih tartışmaya açılmıştır.
Türk dış politikasında Kürdistan sorunsalı, Osmanlı bağlamında adeta bir rehabilitasyon olarak tavsifi mümkün bu yaklaşımla bir anlamda topluma, hafıza da kazandırmaya başlanılmaktadır.
Osmanlı politikalarını yeniden günümüz siyasetine eklemlemek, toplumsal hafızanın yeniden oluşturulması, bu konuda birçok misaller getirilmesidir;
Mesela “serbest ticaret” ilkesini Prens Sabahaddin’in “Teşebbüs-i Şahsi” tezinden üretmeleri, 1960 Türk solunun kendisini iştirakçi Hilmi Bey’e kadar dayandırması...
Yakın dönem ve günümüzde “ulusalcılar” olarak tavsif edenler, Kürt sorununun, Osmanlı/Türkiye-İran bağlamında, uluslararası ilişkilerin de Rusya-İngiltere ile anlam bulduklarına inanmaktadırlar.
Bu alanda Osmanlı siyasetinin temel alınmasını destekleyerek neo-Osmanlı bir yapı tahayyül edenlerin, tıpkı geçmişlerine, günümüz Türk devleti değerlerine bakarak konuya açıklık getirmek istenmektedirler.
Günümüz Türkiyesi’nin ABD’nin neo-liberal ekonomisin bir parçası olduğu, hatta daha da ileri gidersek Türkiye neo-liberal ekonominin bir alıcısı tüketicisi olduğu unutulmamalıdır.
Tüm bu geçmiş ve "Gelecek" arasında önümüzde ne var bir bakalım.
Sayın Ahmet Davutoğlu ve Sayın Ali Babacan’ın Türk siyasetine yeni bir yön verebilme noktasında donanımlı kadro ve ekonomik güç kapasiteleri şurada dursun, yeni Türkiye’nin prensipleri olan;
- Türkiye’nin değerlerini tartışmaya açmama (Örneğin Mustafa Kemal)
- Parlamenter sistem vaadi
- Yeni anayasa
- Osmanlı ve Türkiye değerlerini çatıştırmama, bir başka ifadeyle dine karşı tutum almama.
- Batı ile ilişkilerde normalleşme.
- En nihayetinde ekonomik krizin çözümü vb. prensiplerde anlaşıldığı gözlemleniyor.
Bu prensipler etrafında önemli bir genç siyaset portresi sunuluyor.
Sayın Ekrem İmamoğlu, Sayın Ali Babacan, Sayın Selahattin Demirtaş, ve MHP’nin başına gelecek genç bir isim?..
Sayın Ahmet Davutoğlu bu genç kadro ile nasıl mücadele edecek, ileriki günler gösterecek.
Bu şartlarda "erken seçim kapıda" demek mümkün. 2023'e kalacak bir seçim AKP için cazip değil, zira dört milyon genç yeni bir seçmen kitlesi var ve bu seçmen kitlesi AKP oy vermeyecek.
Dolayısıyla sosyolojik olarak erken seçim AKP için kaçınılmaz.
Günümüz dünyasında, bölgesel güçlerin çöküşünden ve bu çöküşün ardından nasıl bir dengesel politika üretileceği, merkezi devlet yapısının çok güçlü ve Misak-ı Milli duygularının hayli yüksek olduğu bir Türkiye’nin, yeni dünyanın savunma konseptine kendisini nasıl hazırlayacağı ortada duran önemli bir sorudur.
Eğer Türkiye bu soruya doğru yanıt veremezse dış politikası bir macera olduğunu gösterecektir.
Türkiye, çağın gereklerine uygun olarak adım attığı dönemde doğru sonuçlar almıştır. Örneğin Kosova krizi bunun bir örneğidir.
Türkiye bunu kendi siyaset sahnesinde de gerçekleştirirse tarihsel rolünü oynamış olarak yeni yüzyıla adımını atabilir. Ancak bunun için eski değer yargılarının yerini yenilerine terk etmesi kaçınılmazdır.
Bu tür uygulamalar ise yeni konseptleri akılcı bir stratejiye bağlayan yeni bir politik sınıf tarafından gerçekleştirilebilir. Osmanlı parametreleriyle siyaset üretmek belirgin bir şekilde dile getirildiği alan dış politikadır.
Türkiye’nin dış ilişkilerinde ağırlığını gereğince hissettiremediği, yeteri derece aktif olamadığı şeklinde benzer eleştirilerle ortaya konulan tez, bir anlamda Ankara’nın mirasçı olarak Osmanlı dış politikasını devir alması ne kadar çağdaş?
Nasıl bir dış politika?
Türkiye, çağın gereklerine uygun olarak atacağı adımlar ile kendi siyaset sahnesinde gerçekleştirirse tarihsel rolünü oynar. Ancak bunun için yukarıda bahsettiğimiz aşk-nefret, gülme-ağlama, barış-savaş, kardeş-terörist gibi yargılar yerine, yenilenerek adım atabilir.
Gelecek kavramını geçmişe sıkıştıran bir yaklaşım Kürt sorununda kat edeceği mesafe, yeni bir tekrarın kendisi olacaktır.
Her şeyden önce akılcı bir strateji bağlayan, yeni bir politik sınıf, kadro oluşturup gerçekleştirmek gerekmektedir.
Türkiye’nin Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKBY) konusundaki tavrının da yeni dünya savunma konseptine uymadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bilindiği gibi Türkiye dış politikada IKBY'ye ilişkin politikasının temeli orada bağımsız bir Kürt devletinin kurulmaması için her türlü uygulamanın geçerliliği üzerine kurulmuştur.
Türkiye’nin Osmanlı mirasçısı olma iddiasıyla üreteceği dış siyasetin alıcısı yoktur. Türk dış siyasetinin böyle bir zeminde aktifleşmesi, eğer bunlar iç siyaset alanında istifade edilmesi düşünülmüyorsa,(!) hiçbir anlamlı netice doğurmayacaktır.
Bağdat’ın geleceği hakkındaki tartışmaya bu toprakların eski sahibi tavrıyla yaklaşmak, zannedilenin tersine Türkiye’nin bölgesel güç olarak sağlayabileceği etkinliği azaltır.
Bunun kendinden menkul hakemlik ya da diğer aktörlere rol biçme vazifesine tahvili ise ilişkileri daha çetrefil hale getirmek dışında bir neticesi doğurmaz.
Bu demek değildir ki "Türkiye bu coğrafya ile ilgilenmesin", bu bölge devletlerinin otoriter hegemonik mirasçılığı zemininde yapmamalıdır.
Tek parti döneminden ve Soğuk Savaş yıllarından kalan bu anlayışın globalleşen dünya sisteminin değerleri içinde yeniden ele alınması zorunludur.
Üstelik bu zorunluluk Kürtlerin ve Türklerin birlikteliklerini çok daha ileri düzeye götürecek argümanlarla doludur.
Oysa bugüne kadarki uygulamalarla Türkiye, kelimenin tam anlamıyla ‘siyasal çözümün’ önünü tıkayarak, IKBY'deki Kürtleri Bağdat rejimi karşısında zayıf bir konumda bırakmıştır.
Buysa çözümsüzlüğün bu bölgede bilinmez bir zamana dek sürmesi demektir. Eğer bu strateji değiştirilmezse, buradaki çözümsüzlüğün yükünü Türkiye, bundan sonraki dönemlerde her zaman çekecektir.
Ama neden ve hangi ulusal gerekçelerle çekecektir? İşte bütün sorun buradadır ve tam bu noktada karşımıza yeni dünya düzeninin zorunlulukları çıkmaktadır.
Türkiye eski savunma anlayışıyla hareket ederek bu aşamadan sonra kendisini korumanın değil, hangi rejim altında olursa olsun kendisine tehlike arzeden Irak’ın bir nevi jandarmalığını üstlenmek Türkiye’nin görevi değildir.
Türkiye, bağımsız bir Kürt Devleti’nin kendisi için nasıl bir avantaj ne gibi kazançlar elde edeceğini tartışmış mıdır?
Türkiye’nin sahip olduğu eski ama hâlâ yürürlükte olan savunma anlayışı Sayın Ahmet Davutoğlu ve Sayın Ali Babacan tarafından nasıl çözülecek, nasıl tanımlanacaktır?
Oysa Avrupa Birliği’ne girmeyi önüne hedef olarak koymuş bir Türkiye için sorun, önce kendi Kürtleriyle yasal ve demokratik planda barışmak bunu yasal perspektifte çözüme kavuşturmaktır ve diğer Kürtleri de bu etki alanı içine çekmekten geçmektedir.
Türkiye çok yanlı çok değişkenli bir aktif bir dış siyaset uygulaması Soğuk Savaş sonrası dünya koşullarının dayattığı bir gereklilik olabilir, ama bu alanda Osmanlı merkezinin mirasçılığını dahil her türlü ideolojik saplantılar, sürekli üretimi alanında bu seçenek ile sınırlandırıldığında daha sonra tamiri mümkün olmayacak hataların yapımına neden olacaktır.
Avrupa Birliği’nin federal devletler topluluğu haline gelmesinin kaçınılmaz sonuçları, beni Kürt sorununa duyarlı olan biri olarak böyle düşünmeye itmektedir.
Bu nedenlerle, Bağdat rejimiyle iplerini koparmış bir Kürt devleti'nin, Avrupa ile bütünlüğünü sağlamış bir Türkiye’ye sorun yaratacağını sanmak ise tam bir kuruntudur.
Dahası bu bölgedeki Kürt siyasal yapılarının batıyla olan yakın diyalogları nedeniyle kendilerinin Avrupa ile bütünlüğü sağlamış bir Türkiye’ye sorun oluşturacağını sanmak ta bir kuruntudur.
Dahası bölgedeki Kürt siyasal yapılarının batıyla olan yakın diyalogları nedeniyle kendilerinin Avrupa’ya ulaşmalarının en önemli yolunun Türkiye olacağı da görülecektir.
Bu, Türkiye için önemli bir avantajdır. En nihayetinde Sayın Davutoğlu şahsında Gelecek Partisi ve Ali Babacan Kürt sorununu tartışırken bilinçaltına yerleşen kavramlar ve korkularla hesaplaşmalıdırlar.
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish