Geçtiğimiz günlerde İYİ Parti Grup Başkanvekili ve Kocaeli Milletvekili Lütfü Türkkan’ın kişisel sosyal medya hesabında muhafazakar muhitte bir ailenin yeni doğan çocukları için düzenledikleri şatafatlı mevlidin görüntülerini paylaşarak attığı bir tweet tartışmaları da beraberinde getirdi.
Türkkan mesajında, “Haksız kazançla zenginleşerek lüks içinde yaşayan Protestan Müslüman dediğimiz bir kesim var ki; fikri anlamda Yahudileşmişlerdir bunlar” ifadelerini kullandı.
Söz konusu tweete başta Şalom gazetesinin yazarları olmak üzere, Türkiye’deki Musevî cemaatinin önde gelenleri ve diğer bazı Twitter kullanıcıları tepki gösterdiler.
Görebildiğim kadarıyla Lütfü Türkkan’a cevap mahiyetinde yapılan paylaşımların birçoğunda bahsi geçen mesaja nispetle kapsamlı bir “antisemitizm” kritiği yapılırken, elbette artık dillere pelesenk olan klasik “faşist”, “kafatasçı” ve “ırkçı” yaftalamaları da eksik kalmamış.
Bir çığ misali düşen eleştirilerin bazılarında rastladığım ve adeta bir dil birliğiyle dışa vurulduğu intibaı edindiğim ortak kanaat ise şuydu:
Milliyetçi değil mi, söyler/yapar – ne bekliyordun?
Gerçekten de 1945 yılından itibaren, başka bir deyişle İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden hareketle, dünyanın en ücra köşelerinde değin her tür milliyetçilik adeta otomatik olarak, neredeyse bir refleks tadında, doğrudan faşizmle özdeşleştirilir oldu.
Öte yandan bu görüşe göre her faşizm (ve dolayısıyla her milliyetçilik) tabiri caizse “yaradılışından” süzülen özü ve esansı itibariyle antisemittir. Mantık budur.
Faşizm tartışması ve Mussolini’nin Yahudi yoldaşları
Oysa mesela bugün dünyada pek az insan İtalya çıkışlı olan “faşizm” doktrininin 1922-1938 aralığında “antisemit” olmak şöyle dursun, İtalyan Yahudileri kucakladığı ve Ulusal Faşist Konsey’in içlerine değin uzanan hiyerarşik yapının her kademesinde diğer İtalyanlar gibi varlık belirtmelerine olanak tanıdığı gerçeğini bilir.
Gerçekten de İtalya'da pek çok Yahudi 1921 yılından itibaren Ulusal Faşist Parti'ye katıldı.
1929 yılında yaptığı bir konuşma esnasında Mussolini, Yahudilerin "İtalyanlardan daha Romalı" olduklarını bile dillendirmişti.
1932 yılında biyografi yazarı Emil Ludwig'le yaptığı söyleşilerde ise şöyle diyordu:
Artık saf ırklar kalmadı. Yahudiler de başkalarıyla karıştılar. (...) Bir ırkın diğerinden daha üstün yahut daha saf olduğuna dair biyolojik kanıtlar getirilebileceğine inanmıyorum.
(...) Gurur duygusunun salt ırk aidiyetine dayanan bir trans haline tekabül etmesi gerekmez. İtalyan Yahudiler daima birer örnek vatandaş oldular ve asker olarak cesaretle savaştılar. Üniversitelerde, orduda ve bankalarda Yahudiler oldukça saygıdeğer konumlarda bulunuyorlar.
Doğrudur zira Hitlercilik Avrupa’daki irili-ufaklı milliyetçilikleri “yutmadan” evvel, birçok faşist Yahudi İtalya’da bürokraside ve basında müthiş derecede etkili bir konumdaydılar.
Dr. Aldo Finzi (1891-1944) Büyük Faşist Konsey'in (BFK) önemli üyelerindendi ve bir dönem İçişleri Bakanı Yardımcılığı görevini üstlenmişti.
Bankacılık sektöründe oldukça parlak bir kariyer yapan Guido Jung (1876-1949) Mussolini'nin 1932-1935 yılları arasında Maliye Bakanı olmuş, dahası BFK'da yer almıştır.
Bir başka bankacı olan Ettore Ovazza (1892-1943) Roma'ya Yürüyüş'ten başlamak üzere uzun yıllar Ulusal Faşist Parti'de faal görevlerde bulunmuş, "Nostra Bandiera" (Bayrağımız) adıyla Torino kentinde kurduğu gazeteyi de partinin hizmetine sunmuştur.
Unutulmamalıdır ki, burada bahsi geçen ve vaktiyle Ulusal Faşist Parti'ye katılan Yahudilerin önemli bir kısmı Siyonizm'i desteklemiyordu.
Öyle ki Ovazza, "Bayrağımız" adlı gazeteyi kurmasının gerekçesini şöyle açıklıyordu:
Biz bir gözü Roma'da diğer gözü Kudüs'te olan Siyonistleri dışlıyoruz. Siyonizm, ırkçı siyasetin en büyük müttefiklerindendir.
Aynı Ovazza, gazeteyi dönemin "İsrail" adlı Siyonist gazetenin Yahudilerle ilgili yaptığı "gayrı-ulusal" ve "menfi" tezviratın önüne geçmek için kurduğunu da ilave ediyordu.
Devam edelim. Dünyaca ünlü ve Fransız-Alman ortaklığının bir eseri olan ARTE kanalının 2006 yılında yayınladığı ve iki bölümden oluşan bir belgeselinde İtalya'da 1922-1938 yılları arasında İtalya'da yaşayan Yahudi topluluğunun üçte birinin Ulusal Faşist Parti'ye üye olduğu yahut sempati beslediği ifade ediliyor.
Söz konusu istatistikler çeşitli akademik eserler vasıtasıyla da ayrıca doğrulanıyor.
Takvimler 1938 yılını gösterdiğinde ise, Mussolini’nin orijinal faşizmi artık tarihin tozlu sayfalarına karışmıştır.
“Neden 1938 yılında?” diye soracak olursanız cevabı basittir:
Almanya’da 1935 yılında ilan edilen “Nürnberg Irk Yasaları”nın bir benzeri İtalya’da tam olarak o yılda, yani 1938 yılında kabul edilmiştir.
Zor durumdaki Yahudilere sınırlarını açan milliyetçi rejimler
Ya Avrupa’daki diğer milliyetçi formatlar? Örneğin İspanya’da Franco veya Portekiz’de Salazar ne yapmışlardır?
Portekiz’i 1970 yılına değin idare eder milliyetçi Salazar, Portekizli Yahudilerin isimlerini Hitler Almanya’sına vermeyi reddetti.
Dahası, Batı ve Orta Avrupa’da o yıllarda Yahudilere karşı yürütülen cadı avından kaçan Yahudilere Portekiz’e sığınma hakkı tanıdı.
Örneğin resmi rakamlara göre sadece 1940-1942 yılları arasında yaklaşık 50 bin Yahudi Portekiz’e sığındıktan sonra Atlantik Okyanusu’nun karşı kıyılarına seyahat ederek toplu imhadan kurtulabilmiştir.
Gelelim Franco’ya. 1975 yılına kadar iktidarda kalan Franco, her ne kadar Salazar’la mukayese edildiğinde daha ikircikli bir tutum sergilemişse de, o da Hitlerciliğin benimsediği “üstün-aşağı ırk” çelişkisine nispetle mesafeli durmuştur.
1941 yılında İspanyol Yahudilerinin isim listesini dönemin Alman SS Şefi Heinrich Himmler’e vermişse de, Franco 1940 yılında Fransa’nın işgal edilmesiyle birlikte Pirene Dağları’nı aşan on binlerce Yahudi’ye serbest geçiş hakkı tanımış, bu insanların Portekiz’e ulaşmalarına imkan vermiştir.
Hem anakarada hem de İspanya’nın o dönem egemenliği altındaki Fas’ta Yahudilerin Hitler Almanya’sına teslim edilmelerine itiraz eden Franco’nun çifte standartlı bakışının tezahürleri ise çoğunlukla söylemlerinde kendini açık ediyordu.
Örneğin Mayıs 1939 tarihinde yaptığı bir konuşmada Franco, “Yahudi zihniyetinin büyük sermaye ile Marksizmin ittifakına zemin hazırladığını” söylüyordu.
Bu ve buna benzer çeşitli ifadelerine rağmen Franco İspanya’sı, tıpkı Salazar’ın Portekiz’i gibi, ne Almanya ve İtalya’daki – hatta Fransa’daki – gibi bir “ırk yasası” çıkarmış ne de Yahudilere karşı bir “devlet antisemitizmi” uygulamıştır.
Altını çizelim; bunlar da katı milliyetçi niteliklerle donanmış o dönemin iki farklı devletiydi...
Hülasa; her milliyetçi klasik anlamıyla faşist değildir, her antisemit faşist değildir ve tabiatıyla her milliyetçi de antisemit değildir.
Proudhon’dan Bakunin’e ve Marx’a sol ve antisemitizm
Antisemitizme dair milliyetçilerdeki bu bölünmüşlük hali, ne ilginçtir ki, uzunca bir zaman sol hareketler nezdinde ciddi bir “monoblok” kümelenmeyle tercüme edilmiştir.
Yanlış anlaşılmasın! Sol, antisemitizme nispetle “anti” değil, bilakis “pro” bir tavır sergilemiştir.
Nasıl mı? Açıklayalım.
19. yüzyıl klasik antisemitizmin Avrupa’nın her köşesinde hızla filizlendiği bir tarihsel evreyi ete kemiğe büründürür.
Literatürde özellikle Fransa’da 1894 yılında cereyan eden meşhur “Dreyfus Olayı” söz konusu yükselişin kristal berraklığındaki en çarpıcı örnek şeklinde takdim edilir.
Ne var ki, Dreyfus Olayı’nda dahi bütün şimşekler milliyetçiler üzerinde yoğunlaştırılmıştır ki, bu da kasten yapılır.
Halbuki sıkı durun! Dreyfus Olayı’nı Fransa’da o yıllarda antisemitizm zeminine çeken ve kamuoyunda antisemit duyguların kışkırtılmasına olanak sunanlardan ilk safta yer alanlar kimlerdi dersiniz? Fransız “sosyalist” solu!
O yıllarda pek çok “sosyalist” eğilimli gazete ve siyasetçi “anti-Dreyfus” pozisyonlarını gururla afişe ediyorlardı.
Onlara göre “zengin Yahudiler” hukuk sistemini yozlaştırıyorlar ve onu sıradan emekçi kitlelere karşı manipüle ediyorlardı.
Nitekim o yıllarda bu tip iddiaların sahibi çoğu Fransız anarko-sendikalistin, sosyalistin ve komünistin Dreyfus Olayı’ndan sonra Fransız tipi faşizmin nüvesini teşkil edecek kurucu tezleri geliştirdikleri bugün bilinen bir gerçektir.
Bu meselede daha fazla bilgi sahibi olmak isteyenler (ve Fransızca bilenler için zira maalesef Türkçeye çevrilmediler) için Zeev Sternhell’in La droite révolutionnaire, 1885-1914 (“Devrimci sağ 1885-1914”) adlı başyapıtı ile Michel Dreyfus’ün L’antisémitisme à gauche (“Solda antisemitizm”) başlıklı eserini tavsiye ederim.
Tabiatıyla solun (ve bu yalnızca Fransa’da değil) antisemitizme yatkın oluşunun çok önemli ve belirleyici bir sebebi vardır ki, o da sol akımların öncü düşünürlerinin bizzat kendilerinin vaktiyle antisemit formüller kurmuş olmalarıdır.
Sosyalist düşüncenin bayrak taşıyıcılarından biri addedilen Pierre-Joseph Proudhon’un, 1847 yılında kişisel not defterine (ölümünden sonra yayımlanmıştır) yazdığı şu cümlelere bakınız:
Yahudiler. Her şeyi zehirleyen, her yere burnunu sokan ve diğer herhangi bir halkla karışmayı reddeden bu ırkla ilgili bir makale yazmalı.
Yahudilerin Fransa’dan sınırdışı edilmeleri istenmeli – Fransız kadınlarıyla evli olanlar müstesna.
(...) Yahudi insan ırkının düşmanıdır. Bu ırkı Asya’ya göndermeli yahut imha etmeli. (...)
Tüyler ürpertici, değil mi?
Proudhon’un antisemitizmiyle ilgili de bir kitap tavsiyesi yapmak isterim doğrusu: Frédéric Krier’in 2009 yılında yayımlanan Socialism for the Petty Bourgeois: Pierre-Joseph Proudhon – Precursor of the Third Reich (“Küçük Burjuva için Sosyalizm: Pierre-Joseph Proudhon – Üçüncü Reich’ın Öncüsü”) adlı eser ilgililerine fayda sağlayacaktır.
Sol antisemitizm serüveninin keşfini anarşist kuramın “babası” sayılan Mihail Bakunin’le sürdürelim.
Yahudilere “kan emiciler” diyen Bakunin, Komünist Parti Manifestosu’nun yazarlarından Karl Marx için ise şu tespiti yapıyor:
Yahudiler bugün Almanya’da hakiki bir gücü temsil ediyorlar.
Kendisi de bir Yahudi olan Karl Marx hem Londra’da, Fransa’da ama özellikle de Almanya’da nispeten akıllı ve eğitimli küçük Yahudileri peşinden sürüklemek suretiyle onların onun fikirlerini yaymalarını sağlıyor.
Bitti mi? Tabii ki hayır. Bakunin Yahudilere karşı yürüttüğü hücumlara devam ediyor:
Ah şu Yahudi dünyası...
Yahudi dünyası halihazırda bir taraftan Marx’ın, diğer taraftan da Rotshchild’lerin himayesindedir.
Peki, bu esnada kökeni Yahudi olan Karl Marx ne yapıyor dersiniz?
Ait olduğu etnik grubu savunuyor mu? Hayır.
Bilakis Yahudilere en ağır ve belki de en “antisemit” (söz gelimi) taarruzlar bizzat Marx’ın mirasıdır.
Marx’ın kaleme aldığı “Yahudi Sorunu” başlıklı eserinden alıntılayalım:
Yahudiliğin ve Yahudi zihniyetinin kökünde fırsatçılık ve kişisel çıkar vardır.
İsrail’in tanrısı Mammon’dur ki, bu paragözlükte tezahür eder. Yahudilik, anti-sosyal davranışların vücut bulmuş halidir.
Bir başka kesitte Marx ve Engels Polonya Yahudileriyle ilgili ise şu şiddetli ifadelere başvuruyorlar:
Polonyalı tefeci-Yahudi hile yapıyor, kantarın ayarıyla oynuyor, paracıklarını sayıyor ve muntazam olarak dolandırıcılığa tevessül ediyor.
Marx, “Yahudi Sorunu”nda gerçekte Yahudiliği bir “imge” şeklinde kurguluyor.
Dahası Marx, kendisi de Yahudi kökenli olmasına karşın, kendisini bu imgenin dışında pozisyonlandırarak onu eleştiriyor.
Marx kitabında hususi tarihsel koşulların Yahudileri para işlerine yönlendirdiğini ve Yahudilerin özgürleşme sorunsalının “finans” tahakkümüyle kol kola ilerlediğini söylüyor.
İlaveten Marx’a göre “burjuva toplumu mütemadiyen Yahudi’yi yeniden üretmektedir”.
Nitekim Marx tam da bu yüzden şu kanıya varır:
Yahudilerin sosyal kurtuluşu, toplumun Yahudilikten kurtulmasıdır.
Tahmin edilebileceği üzere, Marx burada Yahudi “etnisitesini” değil, kapitalist toplumun Yahudileri nasıl karikatürize ettiğini ve aynı şekilde Yahudilerin kapitalist toplumlarda karikatürlerinin oluşmasına kendi elleriyle nasıl mahal verdiklerini kast ediyor.
Yukarıdaki örnekleri sol cenaha mahsus farklı isim ve anekdotlarla/notlarla onlarla, hatta yüzlerle çoğaltmak mümkündür.
İkinci Dünya Savaşı’nda Fransa’da Hitler Almanya’sıyla “işbirliği” siyaseti icra edenlerin kahir ekseriyeti savaş öncesi solda mevzilenmişti mesela.
Pierre Laval’lar, Marcel Déat’lar, Jacques Doriot’lar, Jean Luchaire’ler – hepsi Vichy rejiminde eski “sosyalist” kimlikleriyle yer ve sorumluluk aldılar.
1900’lü yılların henüz başlarında Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi bünyesinde Yahudi sosyalistlerden müteşekkil Bund’un tanınmaması ve bastırılmasından, Stalin’in 1930’larda Yahudi Rusları Çin sınırının yakınlarına sürmesinden ve “Büyük Temizlik” esnasında tecrübe edilen toplu katliamlarından bahsetmiyorum bile.
O dönem çoğu Yahudi olan Troçkistlere karşı yürütülen kanlı mücadele de işin cabası.
Yukarıdaki sözleri sarf edip fiilleri işleyenler bugün Batı’da ama aynı zamanda bir kısmıyla Türkiye’de ilelebet “cüzzamlı” statüsüne mahkûm edilen “kötü” milliyetçiler değil!
Ya kimler peki? “Cici” denilen solun, “uslu” denilen solun, “melek” denilen solun temsilcileri...
Bu sol; samimi olarak anti-emperyalist, anti-kapitalist ve anti-Siyonist vasıfları benliğinde cisimleştiren sol değil tahmin edeceğiniz üzere.
Hatta samimi Marksistlerin dahi solu değil! Bu başka bir solun varyantı.
Gerçekte var olmayan, var olduğu tarihlerde de en ağır mağlubiyetleri idrak eden, hayal ürünü, fanteziye dayalı bir sol.
Örneğin Marksizm yıllarca vatansızlık fikrini köpürttüğü iddiasıyla kötülendi, çarmıha gerildi. Fantasmalarla el ele giren bu sözde “sol” da söz konusu görüşe yıllarca bilerek ve isteyerek çanak tuttu.
Bunların hareket noktaları Marx’a atfedilen – ki doğrudur – onun “işçilerin vatanı yoktur” saptamasıydı.
Çoğu kişinin bilmediği veya kasten hasıraltı ettiği çarpıcı bölüm ise Marx’ın bu saptamanın hemen ardından yazdıklarıdır:
İşçilerin vatanı yoktur. Sahip olmadıkları bir şeyi onlardan almak mümkün değildir.
Proletarya, her şeyden önce siyasal hakimiyeti fethetmek, ulusal sınıf durumuna yükselmek, kendisi ulusu oluşturmak zorunda olduğundan zaten ulusaldır; ama kesinlikle sözcüğün burjuva anlamında değil.
Başka bir deyişle, üzerinde “tasarruf” hakkına sahip olmadığı, idaresi noktasında sözlerinin dikkate alınmadığı bir vatanın ve o vatan nezdinde “ayaktakımı” şeklinde tarif edilen bir işçi sınıfında “vatan” kavramının nasıl bir aidiyet hissi uyandırdığını veya uyandırabileceğini siz düşünün.
Bu anlamda Marx’ın tahlili doğru, sözüm ona Marksistlerin, illüzyonist solcuların yorumlaması ise yanlıştır.
Antisemitizm ile anti-Siyonizm aynı şeyler mi?
Antisemitizm, dünya genelinde dönem dönem yeniden hortlayan ve aptallıklarla bezenmiş umumî ırkçılığın yalnızca bir kolu, bir versiyonudur.
Bu anlamda diğer bütün ırkçılıklar gibi lanetlenmeli, ayaklar altında buharlaşana değin görüldüğü her yer ve zamanda kararlılıkla ezilmelidir.
Ne var ki antisemitizm gibi vahim bir bakış, zamanla (özellikle de İkinci Dünya Savaşı’nın korkunç tasfiye kamplarını müteakip zuhur eden İsrail oluşumuyla birlikte) çok sakıncalı bir “koruma kalkanına” ve bütün eleştirilere karşı bir “sığınak” kalıbına doğru evirilmeye yüz tuttu.
Bugün dünyada bir ahtapot misali dünya milletlerini boğmaya, susturmaya ve baskılamaya çalışan bir Siyonizm gerçeği var.
Ben Siyonizm’in başta Yahudiler olmak üzere eksiksiz ve istisnasız bütün dünya milletlerine düşmanlık besleyen bir ideoloji olduğuna inanıyorum.
Aslına bakarsanız, “anti-Siyonizm” olgusu daha başlangıç safhasında halis muhlis bir Yahudi olgusudur.
Anti-Siyonist hareketi dünyada başlatan bizatihi Yahudilerin kendileridir. Bu anlamda dünyanın en büyük şemsiye anti-Siyonist teşkilatı olan Neturei Karta’nın (“Şehrin Bekçileri”) tarihinin okunmasını hararetle öneririm.
Oysa bugün anti-Siyonizm, Marx’ın da gerisinde konumlanan Marksistler ile “demokratik barış” yalanını uyduran liberallerin ortaklaşa çabalarıyla antisemitizmle eşitlenmek istenmektedir.
Bu teşebbüse de en büyük ve en cüsseli tepkiyi yine anti-Siyonist Yahudiler vermektedirler.
Hal böyle olunca, “Nasıl olur da bugün Yahudi olmayan bir anti-Siyonist, bizzat Yahudilerin ürettikleri anti-Siyonizm’in penceresinden antisemitizm yapabilir?” diye sormak elzemdir.
Diyorlar ki, “Efendim onlar Yahudilere saldıramıyorlar, dolayısıyla anti-Siyonizm kisvesine bürünüyorlar!”
Bu, bazı ırkçılar için geçerli olsa da, ezici çoğunluk için kati suretle gerçeği yansıtmamaktadır.
Beynelmilel Siyonizm son olarak İsrail’de yasalaşan “Yahudi halkının ulus devleti yasası” aracılığıyla aslında tam da bu istikamette bir adım atmış, İsrail’i “dünya Yahudiliğinin ulusal devleti” ilan ederek İsrail’e yapılacak muhtemel bütün eleştirileri böylelikle antisemitizmle eşdeğer tutmak fırsatına erişmiştir.
İsrail bir yandan anti-Siyonist akımı antisemitizmle aynı mertebeye indirgemeye çalışırken, diğer bir yandan da kendi ırkçılığını alabildiğine ve arsızca sistemleştiriyor.
Bugün “faşizm” çalışmalarıyla dünya çapında üne kavuşmuş olan ve benim de olağanüstü çalışmalarından çokça istifade ettiğim büyük Yahudi siyaset bilimci Zeev Sternhell, boşuna “İsrail’de olup bitenler bana nasyonal-sosyalizmin ilk dönemlerini hatırlatıyor” demiyor.
Türk Yahudileri ve Lütfü Türkkan’ın karikatür eleştirisi
Gelelim Türkiye’ye ve Lütfü Türkkan’ın ortalığı bir anda ateşe veren meşhur tweetine...
Türkiye’de antisemitizm, diğer pek çok ülkede olduğu gibi, muhtelif evrelerde kendisini belli etmiş, hissettirmiştir. Cevat Rıfat Atilhan’la birlikte belki de en mücessem halini almıştır bile denilebilir.
Kimileri – ki Yahudi tarihçiler bile halihazırda üzerinde tam bir mutabakat sağlayamamışlardır – 1934 Trakya Olayları’nı ve dahi Varlık Vergisi’ni, hatta Struma gemisinde tecrübe edilenleri bir nevî antisemitizm şeklinde algılıyor ve sunuyorlar.
Ben hiçbir acının bir diğeriyle kıyaslanmaması gerektiğine sonuna kadar inanıyorum.
Bu ülkede vaktiyle milliyetçisi de, sosyalisti de, Sünni’si de, Alevi’si de, Hristiyan’ı da, Musevî’si de farklı farklı acılara muhatap olmuş, kötü günler yaşamıştır – doğrudur.
Ne var ki Türkiye tarihinde krematoryumlar, gaz odaları, ırk yasaları yahut Türk Yahudilerine karşı pogromlar olmamıştır.
“Devlet antisemitizmi” de olmamış, “sivil antisemitizm” ise bir dönem marjinal çevrelerde başını kaldırıyor gibi görünmüşse de asla kitleselleşmemiştir.
Dahası, Türkiye’de her siyasetçi, ister sağda olsun isterse de solda, şimdiye kadar Türk Yahudilerine hak ettikleri saygıyı ve güveni göstermiş, onları ötekileştirmemiş ve rencide etmekten özellikle kaçınmıştır.
Türk Yahudilerinin büyük çoğunluğu da – bazı Batı ülkelerindeki örneklerinin aksine – bu vatanı kendi vatanları bellemiş, ülkede iş ve istihdam yaratmış, vergi ödemiş, yeri geldiğinde Çanakkale’de bayrak uğruna can vermiş ve hatta milletvekili seçilip kamuya hizmet etmişlerdir.
Bu anlamda Türk Yahudilerinin dışlanmasına bu ülkede aklı başında hiç kimsenin rıza göstereceğine ihtimal dahi vermiyorum doğrusu.
Hele ki Türk milliyetçilerinin!
Merhum Alparslan Türkeş’ten bu yana Türk milliyetçilerinin Türk Yahudileriyle münasebetleri hep muhabbete ve sevgiye dayanmıştır, hala da dayanmaktadır.
Hal böyleyken Lütfü Türkkan’ın attığı tweette yaptığı “Yahudileşmişlerdir” göndermesini ben daha ziyade – tıpkı Marx’ta olduğu gibi – asırlar içinde şu veya bu sebeplerden ötürü şekillenmiş bir karikatürün eleştirisi şeklinde anlıyorum.
Bu anlamda Türk Yahudilerine karşı bir nefret söylemine taviz vermek veya böylesi bir söylemi hoş görmek amacı güttüğüne inanmıyorum.
Eminim ki geçtiğimiz günlerde Konya’da Anadolu Gençlik Derneği (AGD) imzasıyla asılan ve üzerinde Mâide Sûresi’nin “Ey iman edenler! Yahudileri ve Hristiyanları veli edinmeyin. Onlar birbirlerinin velileridir. Sizden kim onları dost edinirse şüphesiz o da onlardandır. Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez” mealindeki 51. Âyetin daha tefsirine, açıklamasına dahi bakmadan – haşa – “antisemitizm “ yani “ırkçılık” etiketinin vurulması da pek çok Müslümanı incitmiştir.
Gelin görün ki, “parçacı” yaklaşımlar bu tip fevri reaksiyonlara, yanlış anlaşılmalara ve kalp kırıklıklarına uygun bir zemin hazırlıyor.
Örneğin buna göre Eski Ahit’te geçen bazı(!) ifadelere nispetle Yahudilerin “Yahudilik” dairesi dışında kalan insanlık mensuplarına topyekun ve radikal (terminolojik planda “helak edici”!) bir ırkçılık beslemeleri gerekir ki, öyle zannediyorum böylesi aceleci/parçacı bir çıkarım da doğru olmazdı – değil mi ama? (!)
Velhasıl, “parçacı” değerlendirmeler yerine “bütüncül” değerlendirmelerin herkes için daha sağlıklı olacağı kanaatindeyim.
Türkkan’ın çıkışına da “parçacı” değil, “bütüncül” bakılırsa eğer, ben oluşan sunî kırgınlıkların hemen dağılacağına eminim.
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish