Bir cisim yaklaşıyor: Türkiye-ABD ilişkilerinin mektup sonrası müzakere haritası

Prof. Dr. Ahmet Kasım Han Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Reuters

Doğrusu ya Independent Türkçe’de yazma teklifi ilk yapıldığında, uzun sayılabilecek bir aradan sonra köşe yazısı yazma fikri, beni mutlu etti.

Her ne kadar, muhtemelen gereğinden ve yeterinden daha kalabalık bir programa sahip olsam da, düşüncelerimi organize biçimde ifade etmek ve daha geniş kitlelere ulaştırmak fırsatı vermesi bakımından bu harika bir öneriydi.

Üstelik benim gibi “söz uçar yazı kalır” ifadesine inancı tam olduğu halde, çoğunlukla düşüncelerini belagat yoluyla ifade etmek durumunda kalan birisiyseniz bu, emin olun, önemlidir.

Bu nedenle bana bu teklifi getiren Independent Türkçe ailesine teşekkürlerimle başlamak sanırım uygun olacak.

Belirtmek gerekir ki, sevgili dostum Nevzat Çiçek’in bu önemli mecranın yönetiminde olması da ayrıca bir emanet ve güven kaynağı. 

El sıkıştığımızda bir tek meselemiz var gibiydi: İlk yazı. Ne zaman, hangi konuda, nasıl bir merhaba, nasıl bir üslup…

Hele benim kadar mükemmeliyetçi takıntılarınız varsa hepsi olduklarından da yaman sorular haline geliyordu…

Aslında kabul etmek gerekir ki, Türkiye’nin kalabalık gündemi okuryazar takımını, normal koşullar altında, asla işsiz bırakmayacak kadar mümbittir.

Sorun konu sıkıntısı değildir hiçbir vakit. Esas mesele, genellikle, gündemin hızıdır. Ortalama bir dünya ülkesinde on senelik gündem, bu topraklarda iki günde tüketilir. Bizim de üslü, ilk konu vs. noktasındaki kaygılarımızın hızla kaybolduğu bir gerçek.

Malum dokuz günden bu yana Türkiye “Barış Pınarı Harekatı” ile ve harekatın Türkiye’nin uluslararası ilişkilerinde, özellikle de ABD ile yarattığı gerginliğe odaklı.

Kalplerimiz ve gözlerimiz Suriye’nin kuzeyinde YPG/PKK ile boğuşan Mehmetçikle, gözümüz ise dışarıda.

Kriz tırmanırken ilk tepkiyi Twitter’dan vermiş ve konunun değerlendirmesinin 280 karaktere sığmayacağı yönündeki düşüncemi ifade etmiştim.

Meselenin, sadece “hamaset yapılarak”, salt eleştiri için, “yürüyün beyler iktidarı sıkıştırıyoruz” tavrıyla konuşulmaması gerektiğini söylemiş, ve bunun bir “dönüm noktası” olduğu yönünde de bir saptamada bulunmuştum.

Ardından da şu anda okuduğunuz yazıyı yazmaya söz vermiştim. 

Ancak, samimiyetle ifade etmeliyim ki bu yazı, yazmaya söz verdiğim o yazı değil, zira köprünün altından akan suyun debisi baş edilebilir gibi değil.

Üstelik de akıp, yıkayıp gitmiyor, devri daim kanalında sürekli de kirlenerek aynı meseleleri üzerinden geçiyor bu akıntı.

Dolayısıyla o yazıyı ben bitiremeden gündem çoktan başka, ve pek tatlı olmayan, ufukları menzil yaptı. Ve neticede dün oldu.

Ben üsluptu, konuydu düşüneyim derken açıkça görülüyor ki insani, siyasi ve diplomatik nezaket, üslup, adap hiç umurunda olmayan Amerika Birleşik Devletleri Başkanı, 1964’de Başkan Johnson’ın zamanın Başbakanı İsmet İnönü’ye yazdığı mektubun üslup ve içeriğine rahmet okutacak bir rezilliğe imza attığını, marifetimdir diyerek göstere göstere kendi basınına sızdırdı.

Açıkça, azil sürecinden yanan başını, Türkiye-ABD ilişkilerini ve bölgemizin istikrarını tarumar ederek kurtarmayı seçti.

Diplomasi tarihimizde “gece gelen mektup” olarak bilinen Johnson mektubunun Türkiye-ABD ilişkilerinde açtığı yara, sebep olduğu, belli unsurlarıyla kalıcı, güven buhranını, terbiyesizce kaleme alınmış bin beteri ile tarihe gömdü.

 

Peki, şimdi ne olacak? 

Özellikle de ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence – ki Trump azledilirse ABD sistemi gereği o Başkan olacak – içlerinde Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun da bulunduğu, buralarda kimilerinin, anlaşılan mektubun etkisini yumuşatmak için düşünülmüş bir algı dönüştürücü ifade olarak “A Takımı” tabir ettiği bir ekiple buraya geliyor.

Malum Amerikan yönetimi, belli ki öncü olarak, Ulusal Güvenlik Danışmanı Robert O’Brien’ı ana ekipte önce buraya yolladı.

O’Brien’ın fonksiyonu müzakere çıkartması için plajın başını yoklamaktır. Durum tam uzay boşluğunda yaşanan maceralardan popüler kültürümüze giren ve genellikle pek hayırlı sonuçlara işaret etmeyen, şu sözü hatırlatıyor: Bir cisim yaklaşıyor…

O halde yaklaşan bu cisim hangi açıyla nereye vurur bunu bir müzakere dinamiği olarak formüle edip, analizini yapalım.

Bunları yaparken de hatırlanması gerekenin şu olduğunu da gözden kaçırmayalım: Bu krizi birileri yönetecek ve yöneten kazanacak. O nedenle analizimiz soğukkanlı, haklı öfkemizle aramıza mesafe koymayı becererek, muhatabımızın çamuruna düşmeyerek yapılmak durumunda.

Zira, vaveylaya kapılmanın ne yeri, ne zamanı. Kimilerinin attığı “Haçlı İttifakı” sloganlarının analitik bir anlamı varsa bile marifet o ittifakı müzakere masasında dağıtmaktır. İş ve marifet budur.

İlkin durum tespitinden başlayalım.

‪Mektup Barış Pınarı Harekatı gününde yazıldığı için neticede Türkiye’nin davranış biçimini değiştirmediği ortada‬.

Böyle olduğunu kabul ettiğimizde şu ana kadar olup biten her şeyin de bu mektuba rağmen olduğunu kabul etmeliyiz‬.

Bu “hali olduğu gibi kabul etme” durumu Türkiye’nin harekatı yürütme biçimi için olduğu kadar, ABD ile yürüttüğü müzakere için de geçerlidir‬. Netice itibariyle her ikisi de, belli yoğunlukta, sürüyor.

Dolayısıyla bugünkü ziyaret mektuba rağmen iki tarafın da arzu ettiği bir müzakere zemini ifade ediyor diye düşünmek güvenli bir varsayım.‬

Bunun anlamı bu ziyaretten 13 Kasım’a planlana Trump ile Cumhurbaşkanı Erdoğan arasındaki görüşmenin gerçekleşmesini sağlayacak bir anlayışın çıkabileceği yönünde iki tarafta da umut olduğu, dahası tarafların bunu arzu ettiğidir.‬‬‬


‪Durum tespitinden şimdi gelelim “ancak”lara, yani sürevcin üzerindeki soru işaretleri ve zorlayıcı etkilere.‬‬

‪Trump’ın mektubu kasten ve şimdi sızdırması Türkiye’nin ABD iç siyasetine malzeme olma halinin tavana vurduğunu gösterir nitelikte okunmalı.

Malum, içerisinde kavga olan eve sorunun parçası olarak girmek durumunda kalmak iyi bir şey değildir.

ABD siyaseti şu anda bir soğuk iç savaş yaşıyor.‬ Sızan mektup üslubu nedeniyle Türkiye’nin müzakere tavrını sertleştirecektir. Trump yönetimi bakımından da manevra alanını kısıtlayıcıdır.

Kısacası mektuba rağmen sürdürüldüğü anlaşılan “kol kırılır yen içinde kalır” tavrı çerçevesinde hareket etmek ve çözüme varmak her tür iyi niyet olsa da zorlaşmıştır.

Belirtmeye gerek var mı bilmiyorum, ama görüntüye bakarsak sözünü ettiğim iyi niyetin varlığı da şüphelidir.

Trump Türkiye için iç siyasette daha fazla darbe almak, bedel ödemek, arzusunda değil.

Bunun böyle olacağını, veya böyle bir halin sürdürülebilir olduğunu düşünmemek daha sağlıklı olacaktır.

Trump’ın ABD kongresinden yana hissettiği baskı, niyetlense bile, bu türden bir bedelin altına girme imkanını kısıtlamış görünüyor.

Halihazırda mektubu da bu nedenle sızdırmış olduğu anlaşılıyor. Gelen heyetin profiline bakınca, heyetin çok üst düzey bir heyet olduğuna şüphe yok.

Bu da konuya atfedilen önemi gösterir niteliktedir şeklinde okunabilir. Bu noktadan yapılacak üç tespit var: ‬‬‬


İlkin, ABD Başkanı bu işi çözmek istiyor görünüyor. Ancak, yukarıdaki tespitler tahtında tahmin edilebilir ki‬ bu “ne olursa olsun” kaydıyla koruyacağına güvenilebilecek bir tutum değil – Hoş Trump’ın neyine “ne olursa olsun”, kim güvenebilir en azından ben bilmiyorum! İkincisi, izahtan vareste olmalı ki, ABD Başkanı bu işi muhakkak kendi istediğine en yakın noktada çözmek istiyor‬.

Son olarak, Trump 13 Kasım’a bir çözümle, veya en azından çözümün taslağıyla, gitmek istiyor. Muhtemel Pence’in temaslarında ABD tarafı bu koşullarının hepsini karşılayan bir çözümden bahsediyor olacak.‬

Buna mukabil Türkiye’nin de, hele mektuptan sonra, bir beka sorunu olarak kabul ettiği bu konuda “aza karar” etmesi mümkün değil‬.


Buradan “ancak listemize” kaldığımız yerden devam edersek şunu eklemek gerekir: Bu işi ön sıradan keyifle seyreden Putin Rusyası’dır.

Rusya Suriye denkleminin önemli parçası ve Türkiye’nin bu noktada mutlak olarak gözetmesi gereken bir aktör ve faktör.‬ Fakat, ABD ile işler her sıkıştığında Rusya ile yakınlaşmak kozunun da etkinliği bakımından bir dozunun olduğu değerlendirilebilir.

Neticede, aşırı kullanım ABD’deki havayı, bu kozun manasının sonuçlarından kaçınmak isteyeceklerin de önünde duramayacağı şekilde, bozmak sonucunu verebilir.‬

Belirtmek gerekir ki bu göze alınmış bir sonuçsa mesele yok. Ama mektuba rağmen yürüyen görüşme trafiği, O’Brien’ın mevkidaşı olmayan Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ile görüşmesi dahil (ki normal zamanlarda bu seviyede bu konu bir mesele olmaz) sanki öyle olmadığını söylüyor.‬


‪O halde gelelim netice ve öngörülere.‬‬‬

‪İlkin belirtelim ki bu süreçte iki ülkenin ilişkileri, bakımından, mektuba rağmen, hala umut var.‬ Ama, iki tarafın da iç siyasetinin tarafları hapsettiği önemli dar kalıplar mevcut.

Son tahlilde mesele en basit haliyle 13 Kasım görüşmesinin olup olmayacağı. Görüşmenin olması bugünlerde sürdürülen müzakerelerde en azından bir taslak ortaya çıkarıldığını gösterir. Bu bir uzlaşma garantisi değildir ama az şey de değildir. ‬‬‬

‪Bence 13 Kasım görüşmesinin gerçekleşmesi halen olasılıklardan daha yüksek ihtimali olanıdır. Eğer böyle olurda zirve gerçekleşirse de bunun bir “Büyük Pazarlık” – iki ülke arasındaki mesele listesinde yer alan birden fazla gündem maddesinin bütüncül ve bütünleşik bir anlayışla, ve dönüştürücü sonuçlarla bir noktaya bağlanacağı bir görüşme –  olacağı, neredeyse, muhakkak.

Zira taraflar arasındaki sorunların listesi uzun, ağır ve kritik. Dolayısıyla eğer bir anlayış birliği, bir anlaşma çıkarsa bu muhtemelen: Birden fazla mesele başlığına dair küçük uzlaşılar şeklinde olmaz.

Zira bu tür bir sistemden iki ülke ilişkilerinin geldiği noktayı taşıyacak bir yapı çıkmaz‬; Bir büyük mesele ile kısıtlı (mesela sadece Suriye’deki cari vaziyet) büyük bir anlaşma olmaz. Zira bu yetmez.

İç politikalar, kamuoyu beklentileri, dış baskılar böyle bir uzlaşıyı sürdürülemez kılacaktır ve nihayet büyük bir mesele üzerine (mesela S-400 ve F-35) varılacak küçük bir uzlaşı da olmaz.

Zira bu türden bir uzlaşı da bu sıkleti çekmez ve ilişkilerde kısa zamanda başlanılan noktaya dönülür.

İşte tüm bu nedenlerle bir anlaşma olacaksa bu kapsamlı, çok yönlü ve birden fazla başlığa dair anlamlı uzlaşıları içeriyor olmalı.

Bu türden bir anlaşma Türkiye-ABD ilişkilerini yeniden tanımlayıcı nitelikte olacaktır.

Bu ise iki tarafın da anlayış, kavrayış, maharet, niyet ve kararlılık, ve ABD tarafı özelinde, terbiye göstermesiyle mümkün.

İzleyip, göreceğiz…‬‬

 

 

* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU