AKP-MHP-Derin Muktedirler iktidar bloku ve Erdoğan, ülke içinde ‘beka’, ‘kuşatılmışlık’, ‘iç ve dış düşmanlar’ retoriğini sürdürülebilir kılmak için, dışarıda, daha çok da güney sınırlarında, Rojava ile ilgili ‘Bu bir beka sorunudur, Güvenli Bölge kurarak engelleyeceğiz’ tutumunu iç ve dış kamuoyuna sistematik olarak pompaladılar.
Bunda amaçları neydi acaba?
Fırat'ın batısında kendisine açılan alanlarda geri çekilme zorunluluklarını görüyor, Suriye masasından kopmamak, ellerinde ağır bir yük olarak kalan mülteciler üzerinden son hareket sahalarını kaybetmemek için Fırat’ın doğusunu, yani Rojava’yı kademeli bir programla işgal etmenin fırsatını arıyorlardı.
Buldular! Bu fırsatı onlara Trump verdi.
Bir süre önce ABD yetkililerinin, Suriye Demokratik Güçleri (SDG) yetkilileri ile Türk yetkililer arasında bir tür aracılık yaptığı görüşmelerde,Türkiye’nin görüşü Güvenli Bölge'nin 480 km. uzunluğunda, 30 km., SDG’nin görüşü ise 5 km. derinliğinde olması idi.
Görüşmeler orada kalmıştı. Erdoğan’ı ikna olmamıştı ki Türkiye’nin güvenlik problemini yakıcı bir şekilde sistematik olarak iç ve dış kamuoyuna açıklıyordu.
Anlaşılan Erdoğan geçen süre zarfında kademedeki amacı için kendine has baskın üslubu ile Trump ile anlaştı.
Nitekim 10 Ekim tarihinde Saray’dan yapılan açıklama da “Başkan Trump ile Cumhurbaşkanı Erdoğan operasyonun kapsamı konusunda tam olarak anlaştılar” deniyordu.1
Peki, “operasyonun kapsamı” neydi?
Pazar gecesi ABD Başkanı Trump ile Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında yapılan telefon görüşmesinde, Cumhurbaşkanı Erdoğan kararını vermiş şekilde konuştu;
Türkiye’nin gösterdiği sabra dikkat çekti, ekim ayı olmasına rağmen hâlâ somut adım atılmadığını belirtti ve Türkiye’nin Güvenli Bölge oluşturacağını söyledi.
Bunun üzerine ABD Başkanı Trump, “Madem girmek, bunu yapmak istiyorsunuz, o halde IŞİD'liler meselesini de siz çözün. Gerisini hallederiz” yanıtını verdi.
Cumhurbaşkanına yakınlığı tartışma götürmez kaynaklardan biri olan Hande Fırat’ın Hürriyet’teki 11 Ekim tarihli O gece adlı makalesi bunu bir ölçüde aydınlatıyordu.
Akabinde Cumhurbaşkanı Erdoğan, partisinin Genişletilmiş İl Başkanları toplantısındaki şu sözleriyle meseleyi faş ediyordu:
DEAŞ'lılara ne yapılması gerekiyorsa onu yapacağız.
Cezaevinde tutulması gerekenleri cezaevinde tutacağız, uyruğu belli olanları geri göndereceğiz.
Kadın ve çocukları da kendi toplumlarına kazandırma gayretinde olacağız.
Anlaşılan Trump, Suriye’nin doğusunda, yani SDG’nin kontrolündeki bölgelerde cezaevlerinde ve kamplarda olan DEAŞ’lıların sorumluluğunu Erdoğan Türkiye’sine bırakıyor.
Ancak SDG buna ne diyecek, cevabı yok.
Erdoğan’ın zihin dünyası hala Şam’da Cuma namazı modunda da, Trump’a ne demeli?..
Güvenli Bölge’nin daha güneyinde kalacak kamplar ve hapishanelerden sorumlu olmadıklarını açıklayan Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu bunun nedenini şöyle açıklıyor;
Biz oraya ulaşamayız. ABD ve diğerleri güneyde kalacaklarını net olarak söylediler.
Bizim oluşturacağımız Güvenli Bölge'nin güneyinde kalanlardan Amerikalılar ve diğerleri sorumludur.
Bu kamplar veya hapishaneler rejim bölgesinde kalıyorsa bundan rejim sorumludur.
Kamplar ya da hapishaneler güvenli bölge içinde kalırsa biz gerekeni yaparız.
Çavuşoğlu, Güvenli Bölge içinde "Derinlik 30 kilometre olacak. Bazı bölgelerde biraz daha fazla, bazı yerlerde biraz daha az olabilir" diyor.
Ortaya çıkan sonuç; Trump ile Erdoğan operasyon konusunda, operasyonun 480 km’lik sınır boylarında 30 km. derinliğinde olmasında, sayıları 100 bine yakın cezaevlerindeki ve kamplardaki IŞİD’linin sorumluluğunun Türkiye’de olması konusunda da anlaşmış.
Daha güneye çekilmiş, oradaki IŞİD kamplarından ve hapishanelerinden ABD ve ötekiler sorumlu.
‘Rejimin sorumluluğunu’ konuya dahil ediyor. Türkiye Suriye rejimini tanımıyordu, yeni bir durum mu var, sorusu cevap bekliyor.
“Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygılıyız”; ama...
Ancak ABD Suriye’den tamamen çekilmiyor da. Sadece askeri güçlerini operasyon bölgelerinde daha güneye çekiyor.
SDG’nin sınır boylarında ve çevrelerinde ABD ile ilişki ve işbirliği yok.
Zaten ABD oralardan güneye çekilmiş; yok. İlişkinin düzeyini bilemiyoruz, ama güneyde ise bir ilişki var.
Türkiye için 480 km. eninde, 30 km. derinliğinde olan bütün sınır boyları ve çevreleri operasyon alanı.
Operasyonda Türkiye kademeli bir program uyguluyor.
İlk aşamada daha önce açıkladığı gibi Grê Sipî (Tel Abyad) ve Serêkanîyê’ye (Rasulayn) girmeye çalışıyor.
ABD’nin artık yüklenmek istemediği IŞİD'in sorumluluğunu üzerine alan Türkiye’nin bunu nasıl yapacağı belirsiz.
Her şey bir yana IŞİD elemanlarının tutulduğu cezaevleri ve kamplar, Türkiye’nin Güvenli Bölge için öngördüğü 30 kilometrelik alanın ötesinde.
30 km’ye kadar girebilen bir Türkiye, ondan sonra herhalde buralara girmekten de imtina etmeyecektir.
Bu ihtimalin varlığı bile SDG’nin bütün toplumsallığı ile Rojava’dan tasfiye edilmesi ajandasının el altında tutulduğu demektir.
Erdoğan, bu gelişmelerden önce Birleşmiş Milletler'de yaptığı konuşmada, Fırat’ın doğusunda 30 kilometre derinliğinde ve 480 kilometre uzunluğunda bir Güvenli Bölge oluşturulacağını ve 140 köy ile 10 ilçenin inşa edileceği bu bölgede 2 milyon Suriyelinin istihdamını planladıklarını söylemişti...
SDG’li Kürt ve Arap toplumsallığının ağırlıkta olduğu bölge burası.
Getirilecek Suriyeli mülteciler çoğunlukla Arap olsa bile bölgeye yabancılar.
Kürtlerin arındırılmasına dayalı bir demografik değişim sürecinin kalıcı çatışmalara ve istikrarsızlıklara yol açması kaçınılmaz.
Buradan doğru bakıldığında Türkiye’nin güvenlik politikalarını, sadece Güvenli Bölge ile açıklamak eksik ve yanılgılı bir değerlendirme olur.
Kürtlerin özgün barış ve demokrasi arayışı, Türk devlet sistemi için “kırmızı çizgi” oldu hep.
Son tahlilde tasfiye edilmek istenen bu çizgi ve buna tekabül eden mücadele anlayışı, siyasi kadrolaşma ve toplumsallık.
Tehdit bu! Dolayısıyla mesele sadece sınır boylarında “Güvenli Bölge” oluşturma ile çözülmüyor.
Böyle bir bölge SDG’yi Türkiye Cumhuriyeti'nin sınırlarında uzak tutardı.
Ancak onu yok etmezdi. Bölgenin ardında varlığını sürdürürdü.
Bölge taraflarca kabul edileceğinden SDG’yi operasyonlardan da korurdu.
Erdoğan için bu bir “tuzak!” Bunu böyle de açıkladı zaten.
Bu bağlamda Erdoğan'ın Güvenli Gölge kavramına her zaman hesaplı bir temkinlilik içinde yaklaştığını, güç ilişkileri nedeniyle kabul etmek zorunda kaldığını, ilişkiler değişince tavrının değişeceğini anlayalım.
Son gelişmelerle ilgili elimizde sağlam tahliller yapmak için yeterli bilgi olmamakla birlikte, derin muktedirlerin ve Erdoğan’ın asıl amacının SDG’ye müdahale etme, “kolunu bacağını” kırma, gerek sayısal, gerekse alan hakimiyeti bakımından daraltma, hareket kabiliyetini sınırlama olanağına kavuşma olduğunu söyleyebiliriz.
Osmanlı-Türk yönelimleri çerçevesinde Misak-ı Milli hayalleri de var.
Uygulamalara bakıldığında bu eğilimlerini görmemek mümkün olmuyor.
Zaman kazanarak saldırıyı ilerletmeyi ve fiili bir durum yaratarak bölgeye yerleşmeyi amaçlıyor.
Böylesi bir girişim karşısından dünyanın Türkiye’nin oradaki varlığını kabul edeceğini düşünüyor.
Bu dünyada devletlerin kendi çıkarının 'beka’sına göre davrandığını en kötücül şekliyle öğrendi, ama öğrendi işte...
Afrin’e kaymakam atamak, üniversiteler kurmak, El Bab’da, Azez’de yerel yönetimler kurmanın manası nedir; yerleşmek ve kalıcı olmak eğilimi değilse...
Böyle olunca amacın 'SDG’yi sınırlamakla' kalmayacağı da aşikar değil mi?
Erdoğan “Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygılıyız. Kimsenin toprağında gözümüz yok” diyor, ama bunların da bir açıklaması olmalı.
“Yanlış hesap Bağdat’dan döner”
Trump ve Erdoğan operasyonda ve operasyonun kapsamında anlaştılar, ama bir de hayat var.
‘Yanlış hesap Bağdat’dan döner” sonra. Bu da var.
Tamam, Trump operasyona kapsamı da dahil onay verdi, ama başta kendi partisisinden olmak üzere, Demokrat Parti'den, Senato’dan, Kongre’den, politika yapıcılardan vd. alanlardan Amerikan iktidar elitleri dahi öfke kusuyorlar.
Azil süreci buna eşlik ediyor. Bunun sonucu değil mi ki Trump iki kez “limitlerin aşılmaması” uyarısı yapıyor.
Buradan çıkarılacak sonuç, gelişmelere göre Amerikan tarafı anlaşmayı her an bozabilir.
Ölçünün “limitlerin aşılmaması” olması hassas bir durum.
Erdoğan 30 km. derinlik diyor ama anlaşma acaba o kadar geniş bir alanı mı kapsıyor mu?
O kadar geniş bir alanın ikide bir tekrarlanması toplumsal zihni koşullandırma amacını taşıyor olmasın...
Sadece ABD’de değil, birkaç devlet dışında neredeyse dünyada tepki göstermeyen devlet yok gibi.
Toplumsal tepkiler artan ölçüde buna paralel büyümeye aday görünüyor.
Rusya operasyona onay verdi.
Bunda silah alışverişi ve bunun siyasal etkileri olduğu gibi Erdoğan’ın İdlib’i bırakma noktasına gelmesinin de önemli bir etkisi var.
Rusya’nın, Rusya üzerinden Suriye’nin ve İran’ın, Türkiye’nin Fırat’ın doğusuna, Rojava’ya yönelmesinde önemli çıkarları var.
Birbirleriyle çatışarak yıpranmaları, zayıf düşmeleri, kendileriyle ittifak ve iş birliği arayışlarının kaçınılmaz olması ilk akla gelenler.
Bu üç devletinde temel amacı SGD’nin ABD ittifakından kopması ve Suriye ile ilişkilenmesi, Türkiye’nin Suriye’den çekilmesini sağlamaktır.
Her üçü de Türkiye’nin Suriye’de kalıcı olmak istediğinin çok farkında.
ABD-Türkiye ittifakı şayet çok zorlarsa -belki geri koşullarda- ittifak olacak ama SDG’nin girebileceği ittifak ve işbirliği olanakları var.
Bu gerçekleşirse ABD ve Türkiye kendi açılarından kısa ve uzun erimli amaçlarını ve operasyon kapsamını masaya yatırmak zorundalar.
Direniş de var. On binlerce SGD’li asker ve halk direniyor.
Grê Sipî ve Serêkanîyê’ye girememişlerken, direniş 480 km’lik sınır boylarına yayılıyor.
Kan can bedeliyle direnişi sürdürme mesajı veriliyor.
Havasıyla, sularıyla, aileleriyle, akrabalarıyla, dostlarıyla,işleriyle, yiyecek ve içecekleriyle yaşadıkları topraklar, vatan toprakları savunuluyor.
Sonuç olarak,
Operasyon ‘kademeli’ ve ‘limitli’, dolayısıyla sınırları da var.
Direniş ve tüm bu destek güçlerinin rolünü oynama düzeyi, operasyonun sonuç almadan kısa sürede bitmesi yada derece derece uzaması koşullarını belirleyecektir...
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish