"Birleşik Avrupa" idealinin 1945-sonrası dönemde liberal değerlerin itkisiyle pratikleştiği ve dahi kurumsallaştığı inancı, yanlış olsa da çok yaygın.
Hâlbuki söz konusu idealin bir paralel mimârîsini de esasen 1945-öncesi nasyonal-sosyalizmin ve faşizmin himâyesinde örgülendiği, hatta "temellendiği" unutulan bir husus.
Öyle ki, bilhassa İkinci Dünya Savaşı'nın ertesinde, Avrupalı neo-faşist hareketlerin bir nevî "ideolojik pusulası" mertebesine yükselecek olan ve vaktiyle faşizan Fransız yazar Pierre Drieu La Rochelle tarafından kaleme alınmış şu dizeler çok şey anlatır:
Tüm sınıfların alın teri ve kanında,
Görülmemiş bir vatan kurmalı,
Sımsıkı, çelikleşmiş ve mıknatıs kıvamında,
Ki katılsın ona, Avrupa'nın talaşı,
Ya kendiliğinden ya zorla.
Ancak o vakit, Avrupa bloğumuzun karşısında,
Toza karışacaktır Asya, Amerika ve Afrika.
Almanya'dan Fransa'ya, İtalya'dan Birleşik Krallık'a, Belçika'dan Romanya'ya değin tüm Kıta Avrupa'sını bütünüyle ve en önemlisi "eşzamanlı-eşgüdümlü" kavrayan bir idrâkin modern anlamda verdiği ilk filizler bu zaman aralığına aittir.
Pasifizm ile egemenlikçilik arasındaki "Birleşik Avrupa"
Şüphesiz ki, "faşist devir" öncesinde de "Birleşik Avrupa"yı tahayyül edenler olmuştu.
Fakat bu "tarih", iki ayrı damarın net biçimde çatallaştığı bir düzleme ışık tutucu cinsten.
17'nci yüzyılda İngiliz pasifist William Penn "savaş" başlığının kesin halli için bir "Avrupa Parlamentosu" teşkil edilmesini önermişti örneğin.
Aynı pasifist hassasiyet, 18'inci yüzyılda Fransız din adamı Rahip Saint-Pierre tarafından "Avrupa'da barışı ebedî kılmak için" başlığıyla bir eser vermişti.
Keza 18'inci yüzyıldaki "Aydınlanma" düşünürlerinin birçoğu benzer yaklaşımlar serdettiler.
19'uncu yüzyıldan itibaren ise "barış odaklı birleşik Avrupa'nın inşâsı" tasavvurları gitgide "egemenlik odaklı birleşik Avrupa'nın inşâsı" perspektifine doğru evrildi.
Napolyon bu anlamda önemli bir "tarihsel kırılma noktası"nı benliğinde cisimleştirir. "Kuvvete dayalı" bir egemenlik projesi olarak "Birleşik Avrupa"ya, Napolyon'un savaşçı çizmelerin altında ruh üflenir.
Akabinde İtalyan siyâsetçi Giuseppe Mazzini'nin "Genç Avrupa"sı ("Giovine Europa") geldi.
Mazzini, kurduğu "çatı-örgüt" eliyle Avrupa'nın cumhuriyetçi-ulusçu dinamiklerini hâkim monarşik yapılara karşı koordine-federe etmek amacını güttü.
Bu esnada "egemenlik" eksenli süreç baskınlaştı belki ancak "barış" söylevi de varlığını sürdürdü.
Fransız yazar Victor Hugo, 1849 tarihinde Paris'te açılan "Barış Kongresi"nde, "Avrupa Birleşik Devletleri" meselesine kültürel zâviyeden temas eder ve bu konuşması epeyce yankılanır.
Nihayet 20'nci yüzyılın ilk demlerinde Avusturyalı-Japon aristokrat ve siyâsetçi Richard von Coudenhove-Kalergi'nin yayımladığı "Pan-Europa" başlıklı manifestosu yayımlandı.
Kalergi, 1920'li yıllardaki pasifist liberal elitlerin beğenisini toplamıştı.
Ne var ki milliyetçiler Kalergi'nin görüşlerini "tehlikeli" buluyorlardı.
Kalergi'nin "geleceğin insanı melez ırktan olacak" tespitini "Avrupa'ya karşı kurulmuş komplo" telakki eden faşistler, teklif ettiği modeli ise "mekanik" ve Amerika'yı (keza bolşevizmi de) dengelemek için fazlaca "yumuşak" olarak nitelendiriyorlardı.
1930'lara gelindiğinde artık "Birleşik Avrupa" idealini besleyen iki ayrı damar (pasifist ve egemenlikçi) arasındaki çelişkiler en yoğun ânını tecrübe ediyordu.
Faşizan Avrupa veya "birlik" fikrinin kitleselleşmesi
Açıkça ifâde edilmeli ki, "Birleşik Avrupa" fikrinin kitleselleşmesi, yâni dar bir "entelektüel-entelektüalist kalıp"tan çıkıp tabanda demokratikleşmesi hâdisesi, çoğunlukla 1930'lu yıllardan 1945'e değin "kesintisiz olarak" faşizan Avrupa'nın aynasında gerçekleşti.
Hatta belli düzeydeki "merkezî kurumlaşma" silsilesi de böyle değerlendirilebilir.
Faşizan Avrupa, gerek kendi "egemenlikçi" yorumuyla gerekse karşısında kristalize olan "pasifist" yorumla, "Birleşik Avrupa"ya giden yolda bir nevî "katalizör" işlevi gördü.
Egemenlikçi damar Birleşik Avrupa'nın kaderini Alman nasyonal-sosyalizminin zaferine bağlarken, pasifist damar tam tersine onun yenilgisine endeksledi.
1936 yılında İngiliz faşist siyâsetçi Oswald Mosley şöyle yazıyordu:
1918 savaş neslini canlandıran Avrupa birliği kurucu-kavramına dönmemiz gerekiyor.
Mosley 1940'larda itibaren bu kanaatini Britanya Faşistleri Birliği partisinin "ana Avrupa politikası" yapacak, söz konusu politikanın adına da "Bir Ulus olarak Avrupa" ("Europe a Nation") diyecekti.
Yine 1940 yılında İtalyan yazar Gino Cucchetti'nin mürekkebinden dökülen sözler çok manidardır:
Yaklaşan zaferle birlikte İtalya ve Almanya ikilisi Avrupa'ya yeni bir sosyal adalet ve politika çehresi kazandıracak ve 20 yıldır uğrunda mücadele verilen devrimlerini taçlandıracaktır.
Fransa'da dönemin Almanya yanlısı Vichy rejiminin Başbakanı Pierre Laval'ın 22 Haziran1942'deki meşhur radyo konuşmasında da benzer vurgulara rastlamak mümkün:
1939'da savaşa girmekte haksızdık. 1918'de, zaferin ertesinde, Almanya'yla barışı inşâ etmemekte haksızdık. Bugün Almanya'yla kesin bir barışmanın zeminini aramalıyız. Almanya'nın zaferini istiyorum zira o olmazsa, bolşevizm yarın her yere yerleşir.
Laval bu anlamda çok özgün ve acayip bir örnektir. Laval, siyâsî hayatı boyunca -ki, esasında sosyalisttir- çok inançlı bir pasifist idi.
Ve Laval'ı Vichy şematiğinde sorumluluk üstlenmeye iten (ve iknâ eden) bizzat bu pasifizmiydi.
Pasifizmi onu iş birliğine sürükledi ve nihayet 1945'te idamıyla sonuçlandı.
Aynı 1942'de Almanlar "Europaische Wirtschafts Gemeinschaft" ("Avrupa Ekonomik Topluluğu") raporunu dolaşıma sokmuşlardı.
Raporda Avrupa ekonomisinin muhtelif sektörlerinin kimlerce (teknokratlar bağlamında) ve hangi metotlarla idâre edileceğinden tutun, ulusal para birimlerinin birbiriyle nasıl uyumlandırılacağına kadar teferruatlı incelemeler bulunuyordu.
Keza 1943 yılında dönemin Alman dışişleri Bakanı Joachim von Ribbentrop Almanya'nın zaferini müteakip yapılacak "siyasal dizayn" için "Avrupa Konfederasyonu" projesini Batı Avrupa'dan Balkanlar'a tüm devletlere (veya kalıntılarına) çıtlatmış, bu doğrultuda bir taslak dahi hazırlamıştı.
Aynı aralıkta Heinrich Himmler'in liderliğindeki SS birliklerinde (ve sonraları bizzat Alman ordusunda) 1940-1941'den itibaren Avrupa'nın tamamından (30'u aşkın farklı milliyetten) gelen savaşçılar boy gösteriyordu.
Bu anlamda SS'in savaş-sonrası Avrupa'sına dair geliştirdiği "ırkî re-organizasyonun hücre çekirdeği olma" gâyesi sır sayılmazdı.
Belçikalı Léon Degrelle'lerden Norveçli Vidkun Quisling'lere ve dahi Hırvat Ante Pavelic'lere değin "Birleşik Avrupa için Almanya'yla saf tutma" reflekslerine dair sayısız (dolayısıyla da bu makaleyi aşan) örnek var.
Özetle, Hitler'in 31 Aralık 1939 tarihinde -savaşın henüz en başlarında- sarf ettiği "Yeni bir Avrupa'nın inşâsı için savaşıyoruz" sözü ile Nisan 1945'te -yakın çevresiyle sığınaktayken- kullandığı "Ben Avrupa'nın son şansıydım" cümlesi, aradaki 6 yılda "Birleşik Avrupa" vurgusunun ne denli bariz bir rol oynadığının ispatlanması bakımından belirleyicidir.
Avrupa Birliği için "Büyük İş Birliği" ve bugüne izdüşümleri
1945'te "Birleşik Avrupa"nın tarihsel inşâ momentumunda ibre madden ve mânen yeniden "pasifist"lere döndü.
Döndü dönmesine belki ama bu, "egemenlikçi" tarafın topyekûn dışlanması yahut tasfiye edilmesiyle olmadı.
En "uç"takiler törpülendi fakat geriye yadsınamaz bir "gövde" kaldı. Bu gövde, bir şekilde yeni nizâma "entegre" edilmeliydi.
Gerçekten de İkinci Dünya Savaşı'nın sebebiyet verdiği büyük ve mutlak "yıkım", beraberinde "Birleşik Avrupa" şuurunun eylemsellik gereksinimini de kışkırttı.
Ve mevzubahis eylemsellik, yeni bir sayfanın açılabilmesi nâmına, pasifistlerin çoğunlukta olduğu ve fakat egemenlikçilere de yer ayrıldığı – egemenlikçilerin "barışçıl dönüşümü"nün kolaylaştırıldığı bir çizgide tasarlandı-uygulandı.
Bu anlamda Fransız siyâsetçi Philippe de Villiers'nin 2019 tarihli "J'ai tiré sur le fil du mensonge et tout est venu" ("Yalanın ipini çektim ve her şey çorap söküğü gibi geldi") kitabı muhakkak okunmalı.
Villiers bu kitapta Avrupa Birliği'nin (AB) "üç büyük kurucu figürü" addedilen Jean Monnet, Robert Schuman ve Walter Hallstein'in (sırasıyla) eski CIA, Vichy ve Nazi bağlantılarını irdeliyor ve "AB'nin gizli tarihi" üzerine bir polemik yoğuruyor.
2025 yılı itibarıyla ise Avrupa yeni bir statükonun arifesinde.
Ukrayna Savaşı'nın seyri ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD) liderliğinin yeni tutumu ışığında Avrupa'da yeni bir "rol değişimi" gözlemleniyor.
1945-sonrasının pasifistleri şahinleşirken, savaşkan egemenlikçileri pasifistleşiyorlar.
Başka bir deyişle, liberaller Birleşik Avrupa'yı yeniden silâhlanma-ordulaşma zemininde muhafaza etme eğilimindeyken, milliyetçiler/ulusçular (sağ ve sol varyantlarıyla) Avrupa'nın artık yalnızca pasifizmin yol ve yöntemiyle birleştirilebileceğine kâniler.
Biri Rusya'ya karşı seferber olmak ve ABD'den "medet ummamak" adına tonunu yükseltirken, diğeri ABD ile Rusya arasında bir doğal-barışçıl bağlantı tesis etmek ve "Batı'nın jeopolitik ve medeniyet sürekliliğini-birlikteliğini" bozmamak adına tonunu alçaltıyor.
Şüphesiz ki, "eskiler yeni, yeniler eski oldu" demek bir düşünsel tembellik olur ve fakat kaydedilmiş "normal"i bozucu nitelikte bir metamorfozun yürüdüğü de aşikâr.
Velhâsıl, "Birleşik Avrupa" idealini yaşatıcı kadim "iki damar" (pasifizm ve egemenlikçilik) hâlâ var ve hâlâ cevval.
Meselenin püf noktası ise bu iki damarın ileriye dönük olarak takınacağı tavırla ilgili.
Aradaki çelişkiyi "uzlaşmaz" seviyeye mi taşıyacaklar, yoksa bir yeni ve güncellenmiş "büyük iş birliği"ne (mutabakata) mı gidecekler?
Bu soruya verilecek cevap, Eski Kıta'nın 21'inci yüzyıldaki kaderini de tâyin edecektir.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish