İyi kitaplar nereden bulunur?
Bize sunulanlar, bizim keşfettiklerimiz, rafların arasından bulup çıkardıklarımız ya da sosyal medyada övülenler, sayısı az da olsa edebiyat dergilerinde bahsi geçenler…
Ayfer Tunç'la röportajımızı yayına hazırlarken biraz kendi geçmişime uzandım. Genç bir kızken, kitapları nereden bulduğumu düşündüm.
Neyi sevdiğimi nasıl anladım?
Peki neye ihtiyacım olduğunu bana kim söyledi?
Kendi kendime miydim?
Hani bir söz var ya, "Aramakla bulunmaz lakin bulanlar hep arayanlardır" diye. Belki de bu sözün tezahürüdür kitap tavsiyelerinin olmadığı yıllarda bana göre olan kitapları bulmak.
O vakitler sayısı az bağımsız kitabevleri vardı ve oralarda çalışan harika kitap kurtları; onlar nasıl da hemen anlarlardı ne aradığımızı.
Raftan bir kitap çekersin, incelemeye başlarsın ve yanına kitapçı gelir. Türlerden, yazarlardan, ülke edebiyatlarından bahsedersiniz birlikte, "onu okuduysan bunu mutlaka okumalısın"; "şunu okumadıysan önce bunu okumalısın."
Kadıköy'de, İstiklâl'de, Beşiktaş'ta gezerken ne çok şarkılar dinledik, hatırlarsınız. O yollar, o semtler, oraların dükkanları, mağazaları.
Bir kartelayı andırırdı sokaklar. Bilmediğini bildirir, görmediğini gösterir, duymadığını duyurur.
"Bulanlar arayanlardır" sözündeki gibi, sen o alanın içinde oldukça, alan sana ikramda bulunurdu sanki.
Sonra bir şey oldu. Her şey değişmeye başladı.
Biraz bu ikramlar, biraz sezgilerim biraz da kitaptan kitaba ilmekler atarak ilerleyen kişisel keşif sürecim 10-15 yıl önce görünene odaklanmaya döndü.
Hız, değişim, çeşitlilik, çokluk. Üzerimize kitap yağan günler başladı.
Bu çokluk, bizim dükkanları görünmez kılarken book storeları, zincir mağazaları beraberinde getirdi.
Başlangıçta konforluydu da yeni çıkanlar, çok satanlar, hakkında konuşulanlar, sıkça paylaşılanlar...
Kitap, benim keşfettiğim değil de bana sunulan bir şeye dönüştü.
Şükür çok kısa sürdü bu kolaycılık. Zira kitap sunulan değil bulunan bir şeydi.
Yeni ve iyi kitaplardan haberdar edilmeyi beklememek gerekiyordu, onlarla buluşmayı tıpkı eskiden olduğu gibi kendi merkezimden yola çıkarak kendim tertip etmeliydim.
İyi kitaplar bulmayı, kendime iş edinmeliydim. Öyle de oldu.
Bir kitap yazmak da aynı şekilde benzer bir buluş, keşif süreci.
Okur için kitap bulmak nasıl bir çabaya dönüşüyorsa yazar için de hikâyesini kurmak, onu hayatın içinden çekip çıkarmak aynı şekilde tertiplenmesi gereken bilinçli bir süreç gerektiriyor.
Kitap seçmek gibi kitap yazmak da hayatın dışında konumlanan bir eylem değil, tam aksine, onun içinde, günlük deneyimler, gözlem ve etkileşimle mümkün.
Nitekim bir Ekşi Sözlük kullanıcısı, röportaj konuğumuz Ayfer Tunç hakkında şöyle demiş:
Tanpınar ekolünün vefakâr bir takipçisidir. İnce duyarlıklar, küçük insanların dünyaları, bize özgü bir hissiyat iklimi onun yazı alanının gövdesini oluşturur. Aziz Bey Hadisesi adlı hikayesi, edebiyat tarihine geçecek türdendir.
Gerçekten de Tunç'un edebiyatı, tarihsel kırılmalar, bireysel ve toplumsal hafıza, şehirlerin/mekanların/ortamların ruhu gibi pek çok katmana sahiptir.
Onun kaleminde, günlük hayatın en basit ayrıntıları bile, büyük bir hikâyenin parçasına dönüşür.
Üstelik Ayfer Tunç, yalnızca bir romancı da değildir. Yazdığı senaryolar, yaptığı editörlük çalışmaları ve "Yazmak Atölyesi" adlı platformu, onun üretim alanının genişliğini gösteriyor.
Yeteneğinin ve deneyiminin kapsama alanı içinde kendini çalıştırmayı bilen biri; bu çeşitlilik, onu belli bir alana sıkışmayan, dışa açık bir yazar haline getiriyor.
Ayfer Tunç ile Türkiye'de edebiyat yapmayı ve edebiyat okuru olmayı, edebiyatın sınırlarını, olanaklarını ve meydan okumalarını konuştuk.
Herkesin en az bir favori Ayfer Tunç kitabı var. Benimki biraz ters köşe sanırım çünkü benim favori Ayfer Tunç kitabım "Memleket Hikayeleri". Bir kere muhteşem bir dil var o kitapta, çok rafine, çok berrak. Bununla beraber seçki çok iyi, vakalar yani. "Memleket Hikâyeleri"nde şehirleri, mekânları ve insan hikâyelerini hem bireysel hem de toplumsal bir bağlamda ele alıyorsunuz. Şehirlerin zamanla eskidiğini, ancak bu eskiyişin bir bilgelik ve değer yaratma sürecine dönüşmesi gerektiğini söylüyorsunuz. Sizce, şehirlerin eskiyerek değer kazanabilmesi için yalnızca fiziksel olarak varlıklarını sürdürmeleri yeterli mi? Yoksa bir şehrin hafızası, onu yaşayan insanların hafızasında ve anlatılarında mı korunur? İstanbul gibi büyük dönüşümler geçiren şehirlerde, bu bilgece eskiyebilme yetisini kaybetme riski görüyor musunuz?
Acıyla söylemeliyim ki kaybetti bile. Dünyanın en kadim şehirlerinden biri olan İstanbul bugün bana beceriksiz bir estetik cerrahın elinde suratı tanınmaz hale gelmiş bir kadın gibi görünüyor. Bir şehrin bilgeleşerek eskimesi, şehri olduğu gibi bırakmak, yıkıma terk etmek değildir, şehrin sağlıklı bir şekilde yaşlanmasına izin vermek, bunun için bakımına, korunmasına özen göstermektir.
Dünya nüfusunun bu kadar arttığı, ekonomik çarkların eski zamanlardan çok daha hızlı döndüğü ve daha kötüsü iktidarların açgözlülük ve doymazlıkla sakatlandığı bir çağda şehirlerin bilgeleşerek eskimesine fırsat verilmiyor. Mesela kentsel dönüşüm Hamburg'da da yaşanıyor, Almanların yeşilleri veya duyarlı vatandaşları yıkımlara karşı çıkıyorlar, direniyorlar ve korumak istedikleri yapı eğer gerçekten bir değerse kazanıyorlar da ama kentsel dönüşümden kaçamıyorlar.
Şehir yalnız bir topografya değildir, geleneklerdir, anlayışlardır, hususiyetlerdir. Tümünün eski zamanlarda olduğu gibi korunması gerekmez, bazı geleneklerde, alışkanlıklarda zamana uymak gerekir. Mesela mahalle şeklindeki yapılaşmayı ve mahalle kültürünü sürdürmek bugün çok zor ya da gereksiz olabilir, artan nüfusun iskanı için yeni arazilerin açılması, araziler yataya müsait değilse dikey yapılaşması zorunluluk olabilir ama bu var olan ve geleneğini zamana uydurarak yaşayan mahallelerin yok edilmesi anlamına gelmez.
Resmi bir el uzanıp yıkmazsa veya sakinleri açgözlülük ve rant nedeniyle yıkım peşinde koşmazlarsa zamanın ruhu mahallelerde kendini bulur. Şehirlerin bizdeki hafızalarıyla karşılaşmak da çok sarsıcı bir deneyimdir.
1999 depreminden sonra doğup büyüdüğüm şehir olan Adapazarı'na gitmiştim. Depremden sapasağlam çıkan aile apartmanımızın terasına çıktım ve çok sarsıldım, çünkü çocukluğumun Adapazarı'yla karşılaştım. 1980'den sonra dikilen çok katlı apartmanların hepsi yerle bir olmuş, Adapazarı'na karakterini veren kavak ağaçları, eski camiler, eskinin iki katlı mütevazı kagir evleri görünür hale gelmişti. Bu manzara bende adeta bir zaman tüneli etkisi yarattı.
O yıkımı görünce şehrimin eski ruhunu çoktan unutmuş olduğumu anladım.
"Edebiyatçının sorunu malzeme yetersizliği değil, fazla malzeme sebebiyle zamanın hızına yetişememek"
Yine "Memleket Hikâyeleri"nde Türkiye'yi "akrep", İstanbul'u ise "yelkovan" olarak tanımlıyorsunuz; İstanbul'da hayatın altmış kat hızlı aktığını, herkesin 7/24 çalışıyormuş gibi koştururken aynı zamanda işsiz ve aylak bir doluluğa sahip olduğunu söylüyorsunuz. Romanlarınızda Türkiye'nin sosyolojik katmanlarını çok iyi gözlemlediğinizi görüyoruz. Sizce Türkiye, edebiyat için nasıl bir malzeme sunuyor?
Çok zengin ama hor kullanmamamız gereken bir malzeme sunuyor. Tarihin akışının giderek hızlandığı bir çağın içindeyiz, tarih freni patlamış, yokuş aşağı giden bir kamyon gibi. Bu hız toplumsal sınıfları, grupları çeşitlendiriyor, mesela on yıl önce hayatımızda Suriyeliler diye bir kavram yoktu, bugün var. Yarın hangi kavramlar toplumsal hayatımızda olacak bilmiyoruz.
Öte yandan yaşama biçimleri de büyük bir hızla değişiyor. On yıl önce habersiz olduğumuz sosyal medya hayatı adeta sarsıyor, kişisel gelişim adı altında uydurma bilimler türüyor, herkes mutlu veya başarılı olmanın peşinde koşuyor, huzur eksikliği yoğun hissedilen ama kimsenin adını koymadığı bir kavram haline geliyor.
Bugün televizyon ve üniversite, artık çağı kapanmış kurumlar, 20'nci yüzyıla ait kaldılar, bugün gençler üniversite eğitiminin şart olup olmadığını konuşuyorlar.
Dolayısıyla Türkiye'de bugün bir edebiyatçının sosyolojik açıdan malzeme yetersizliği çekmesi değil, aksine fazla malzemeden mustarip olması, zamanın hızına yetişememesi sorunu var.
Öte yandan Türkiye taşrası hala akrep, İstanbul hala yelkovan ama akrep de yelkovan da bildiğimiz hızının üstüne çıktı.
"Bir ulus-devlete dönüşen büyük imparatorlukların ardında, kaçınılmaz olarak bir 'bakiye toplum' kalıyor" demişsiniz ve siz, bunun yarattığı travmanın çok daha derin olduğunu söylüyorsunuz. "Yok oluşun travmasıyla başlarız" ifadeniz, kolektif hafızada silinmesi zor izler bırakan büyük bir kırılmaya işaret ediyor. Bu travma sizce yalnızca tarihsel bir gerçeklik olarak mı varlığını sürdürüyor, yoksa bireysel ve toplumsal bilinçte, kültürel üretimlerde, hatta edebiyatınızda da kendini tekrar eden bir motif olarak mı karşımıza çıkıyor?
Doğumumuzla birlikte ailemizin ve ailemizi çevreleyen ilk toplumsal halkanın bize kazandırdığı bir toplumsal kimliğimiz ve devraldığımız bir kolektif hafıza vardır. Bu hafıza doğarak kazandığımız DNA'mız gibidir, devralmamamız mümkün değildir ama zaman içinde kendi irademizle az çok değiştirebiliriz.
Öte yandan toplumlar için geçmişin çok geniş bir tanım yelpazesi vardır. Mesela bizim için, bir uçta dost bildiklerimizin ihanetiyle sarsılmış ve bizi yıkmak için birlik olmuş düşmanların dinamitlediği dev bir imparatorluğun 600 yıllık şanlı tarihi, diğer uçta insanı insana kırdırmış, kendi egemenini yaratmış, kötülük sayfalarıyla dolu bir utanç tarihi yer alır.
Ailemizden devraldığımız kolektif hafıza ve toplumsal kimlik bu iki uç arasında bir yerdedir. Yelpazenin neresinde olursak olalım sonuçta ortada travmatik bir kırılma vardır ve yalnız ülkemizin değil, dünyanın ahvaline baktığımızda da toplumsal geçmişin sadece bir geçmiş olmadığını, aksine, kaynağını resmi veya gayri resmi tarihe dayandıran, dünden çok daha keskin bir var olma biçimi olduğunu görürüz.
Sovyetler Birliği'nin yıkılmasıyla birlikte iki kutuplu dünya dengesinin belirlediği siyasetin yerini alan ve adına kimlik siyaseti dediğimiz şey tam da budur. Kimlik siyaseti toplumsal kırılmaların tarihini sürekli sıcak tutarak kimlik ateşinine odun atar ve bu yolla siyaseti ve toplumları etkiler.
Bunun hem bizim toplumumuzda hem gelişmiş Batı toplumlarında gayet açık örneklerini görebiliriz. Ülkemizde siyaset uzun bir süredir, kimliklere dökülen benzinin harlamasıyla yürütülüyor, kimlik siyasetinin bir türü de cumhuriyetin kuruluş ilkelerini tartışmaya açan travmatik bir kırılmadan neşet ediyor.
Tarihin gölgesinde yazmak: Kolektif hafızadan kaçış mümkün mü?
Dünyanın birçok yerinde benzer örneklerle karşılaşmak, bunun insanlığın yeni ve ne yazık ki yanlış ve tehlikeli bir eğilimi olduğunu düşündürüyor.
Mesela Donald Trump'ın başkan seçilmesiyle birlikte Amerikan siyasi hayatı kimlik siyasetine evrildi. Trump Amerikalıları kutuplaştırmak için son derece agresif bir siyaset yürütüyor. Ya da Almanya'da son seçimlerde aşırı sağcı AfD'nin oylarının ikiye katlanarak yüzde 20'nin üstüne çıkması insanca bir gelecek için tehlike çanlarını var gücüyle çaldırıyor.
Hitlerin Nazi partisinin NSDAP'ın sloganı olan Alles für Deutschland'ın (her şey Almanya için) kullanılması ülkenin Nazi geçmişi nedeniyle kesinlikle yasak. Buna rağmen bugün bu sloganı neredeyse tazeleyen bir adla Alternative für Deutschland (Almanya için alternatif) adını taşıyan aşırı sağcı bir parti kurulabiliyor ve ciddi bir oy oranına ulaşabiliyor.
Yalnız Almanya'nın değil bütün Avrupa'nın en büyük travması olan Nazizm'in bugün geçmişte bir sayfa olarak kalmaması ihtimali Avrupa'nın aklı başında insanlarını kara kara düşündürüyor. Özetle hemen hemen tüm toplumlar için tarihsel kırılmaların kendini tekrar eden bir motif olmanın ötesine geçerek bireysel kimliklerde de, edebiyatta, sanatta, kültürde, hatta ekonomide de derin izler bıraktığını ve zaman geçtikçe hafiflemesi beklenirken siyasetin kullanışlı araçları olması nedeniyle ağırlaştığını söylemek mümkün.
Sağlıklı bir şekilde kabullenmedikçe bu kırılmaların etkisi toplumsal bilinçte, kolektif hafızada, hayatımızın her alanında varlığını sürdürmeye devam edecektir.
Edebiyat açısından baktığımızda, Türk edebiyatı tanzimat dönemi yazarlarından beri büyük ölçüde doğuyla batı arasında kalmanın edebiyatıdır, yani zayıflayıp çöken Osmanlı travmasını içerir. Bu tarihten azade kalamayız. Kolektif hafıza ve kırılmaların uzağında bir metin yazmak istesek bile bizi biz yapan bu unsurlar anlatıya sızmanın bir yolunu bulur.
"Nitelikli edebiyat okuru nitelikli yeni kitapları kitapçı raflarında göremiyorsa, ona yol gösterecek yayınlar yoksa, yayınevlerinin hızına yetişemiyorsa okur yeni ve iyi kitaplardan nasıl haberdar olacak?"
Bir röportajınızda, "Beni ben yapan yazarlar listemdeki yazarların büyük çoğunluğu modern klasiklerdir, 20'nci yüzyılda yazmış çağdaş yazarlardır" diyorsunuz. Bu tespit, özellikle Türkiye'deki okuma alışkanlıklarını düşündüğümüzde oldukça önemli. Türkiye'de yayıncılığın en büyük zorluklarından birinin, azımsanmayacak bir okur kitlesi olmasına rağmen, bu kitlenin büyük bir kısmının ağırlıklı olarak güvenli ve tanıdık metinleri tercih etmesi olduğunu düşünüyorum. Çoğu zaman tanımadığımız bir yazarı keşfetme isteği içimizde pek gelişmiyor; bunun yerine popüler olan ya da bize göre güvenilir bir kaynağın önerdiği kitaplara yöneliyoruz. Sizce Türkiye'de okuma kültürünü şekillendiren bu eğilimlerin nedeni nedir? Ve genel iklim, yeni yazarların görünürlüğünü nasıl etkiliyor?
Dünyada da Türkiye'de de akıl durdurucu şekilde artan şey sadece zamanın hızı değil, üretim de aynı şekilde artıyor. Artan üretimle ekonomik çarkın hızına yetişebilmek için yapılan ürün çeşitlendirmesini kastediyorum.
Ben 1981'de üniversiteye başladığımda, bir ayda çıkan kitapların tamamını, şaka yapmıyorum, gerçekten tamamını Say ve Bilgi gibi birkaç büyük dağıtım şirketinin deposunu dolaşarak görebiliyordum. Tam rakam veremem ama sanırım 1980'lerde Türkiye'de her ay yayınlanan başlık sayısı iki yüzü geçmezdi.
Bugün Yayıncılar Birliği'nin raporuna göre 2023 yılında basılan yeni kitap sayısı 57 bin 730. Ayda 4800 gibi bir rakama tekabül ediyor, yani bir ayda basılan yeni başlık sayısı 24 kat artmış. Dolayısıyla herhangi bir kitapçının o ay çıkan tüm kitapları bile raflarına koyması mümkün değil.
Ama yayınevlerinin ayakta kalabilmek için her ay belli bir sayıda kitap basmaları da gerekiyor. Dolayısıyla basılacak kitaplarda kalite çıtasının düşmesi zorunlu çünkü o kadar sayıda nitelikli kitap yazılmıyor. Nitelikli edebiyat okuru nitelikli yeni kitapları kitapçı raflarında göremiyorsa, ona yol gösterecek yayınlar yoksa, yayınevlerinin hızına yetişemiyorsa yeni ve iyi kitaplardan nasıl haberdar olacak?
Bu işin nicelik kısmı, bir de nitelik kısmı var. Eskinin okura yol gösteren, bir tür kerteriz olan nitelikli edebiyat dergileri tarihe karıştı, çok az sayıda kalan derginin hem okuru çok az hem de adeta tükenmişlik sendromu yaşıyor gibi bezgin yüzlüler. Satış kaygısı kalitenin çok önüne geçtiği için bütün kitaplar harika şeylermiş gibi sunuluyor. Bütün bu unsurlar da okurun bu cangılda yolunu kaybetmesine neden oluyor.
Popüler kitaplar, oku at türünden romanlar zaten başka tür bir ürün, onları edebiyat içinde değerlendirmiyorum. Yeni yerli yazarların işi de çok zor. İsim değeri olan ve niteliği kanıtlanmış yayınevlerinden yayınlanırlarsa diğerlerine göre bir parça daha şanslı olabilirler ama çoğu genç yazarın kitabı kitapçı raflarına bile çıkamadan geçip gidiyor.
Bu çok üzücü bir durum. "Tanımadığımız bir yazarı keşfetme isteği içimizde gelişmiyor" diyorsunuz, haklısınız. Çünkü zamanında satış amacıyla size hararetle işaret edilen yeni yazarları okudunuz ve büyük hayal kırıklığı yaşadınız, satış odaklı piyasa herkesi aynı ölçüde övüyor. Siz de yoğurdu üfleyerek yiyorsunuz.
"Yüzleşme kültürü olmayan, günahlarının üstünü örterek hayata devam eden bir toplumdan sosyolojik meseleleri, yapılanmaları edebiyat içinde dürüstçe tartışmasını bekleyemezsiniz"
Birkaç yıl önce bir ITEF etkinliğinde Dag Solstad ile yaptığınız söyleşide, kendisine "Türkiye'de yazacak konu bulmak çok kolay, siz Norveç'te zorlanmıyor musunuz?" diye sormuştunuz. Salondakiler bu soruya kahkahalarla gülerken, Dag Solstad sorunun arka planını tam olarak anlayamamıştı. Bu anekdot, Türkiye'nin edebi malzeme zenginliğine dair önemli bir bakış açısı sunuyor. Peki, günümüz edebiyatının bu zenginliği yeterince işlediğini düşünüyor musunuz? Türkiye'nin toplumsal, siyasi ve kültürel dinamikleriyle edebiyat arasındaki temas sizce yeterli mi, yoksa edebiyat bu malzemenin sunduğu derinliği keşfetmekte zorlanıyor mu?"
Yeterince işlediğini elbette düşünmüyorum ama şunu gözden kaçırmayalım. Ayda en fazla 200 kitabın yayımlandığı yıllarda yeni yazarlar için elek çok daha sıkıydı, bugün eleğin gözleri öyle geniş ki her şey geçebiliyor. Bu da sağlıklı bir değerlendirme yapmamızı engelliyor. Yine de değerlendirmeye çalışalım.
Nitelikli edebiyat açısından bakarsak her türlü toplumsal ve bireysel boyutuyla hayat artık aşırı hızlı, dolayısıyla her şey çok çabuk değişiyor. Siz daha sorunu edebiyatınız için demlendiremeden o sorun ya da sosyolojik durum geçip gitmiş oluyor, gündemimizi yoğun şekilde işgal eden meseleler bir yıl sonra hatırlanması bile zor hale gelebiliyor.
Oysa edebiyat uzun ömürlü olmayı, meselelerinin dibini deşmeyi talep eder, siz daha bir dibi deşemeden yeni bir sorunun enkazı üstünüze çöküyorsa daha evrensel daha ezeli ve ebedi sorunlara yönelirsiniz. Ama bu yeterli bir gerekçe değil.
Bir diğer sebep de bizim toplumsal karakterimizde yatıyor. Yüzleşme kültürü olmayan, günahlarının üstünü örterek hayata devam eden bir toplumdan sosyolojik meseleleri, yapılanmaları edebiyat içinde dürüstçe tartışmasını bekleyemezsiniz.
Buna korku iklimini ve toplumsal hareketlilikten bezmişliği ekleyin, ortaya çıkan tablo olabildiğince içine kapanmış, yaşanan toplumsal hareketliliğe kıyasla dert edinmeye sıra bile gelmeyecek meseleleri konu edinmiş, bezgin, kişisel alanlarda top çeviren bir edebiyattır.
Çok üzücü ama anlaşılabilir bir durum. Mesela Türkiye'de 12 Eylül romanlarının yazılması bence aşırı uzun bir zaman aldı, o kuşak öyle ağır bir travma yaşamıştı ki, muhtemelen edebiyatını yapmaya eli gitmedi, zaten yazanlar da genellikle sonraki kuşaklardan çıktı.
Bu meseleyi yani toplumsal travmalarının edebiyata yansımasını W. G. Sebald Hava Savaşı ve Edebiyat adlı kitabında, II. Dünya Savaşı'nın etkilerinin neden edebiyata dönüşmediği sorusunu sorarak Almanya açısından olağanüstü bir şekilde işlemiştir.
Ben de sizin gibi Erenköy Kız Lisesi (EKL) mezunuyum. Benim için EKL, beni ben yapan yerdir. 96 mezunuyum ve hem arkadaşlarımla hem de hayatta olan öğretmenlerimle bağımı koruyorum. Okulumu çok severim, EKL mezunlarıyla özel bir akrabalık hissiyle bağlı olduğumu hissederim, sizin de mezunlardan biri olduğunuzu öğrendiğimde çok sevinmiştim. Sizin hayatınızda da önemli bir yeri var mı okulumuzun?
Gecikmiş bir şekilde bağ kurmaya çalışıyorum. Kurumsal aidiyetlere mesafeli olmayı tercih ettiğim için Erenköy Kız Lisesi ile pek bağım yoktu. Ancak Erenköy Kız Liseliler Derneği açtıkları bir kütüphaneye benim adımı vermek istediler ve benimle iletişim kurdular. Hem onurlandım hem okuluma bu kadar mesafeli olduğum için çok utandım.
Derneğin özellikle kız öğrencilerin okuması için gösterdiği büyük çabadan da çok etkilendim. Sonrasında dernek aracılığıyla aramızda bir iletişim gelişti, şimdi mümkün olduğunca destek olmaya çalışıyorum. Kütüphane meselesinin sonunu da belirtmeden geçmeyeyim.
Milli eğitim ya da mevcut iktidar diyelim, kütüphaneden benim adımı kaldırdı ve yerine Erenköy Kız Lisesi mezunu olmayan bir kadın yazarın adını verdi. O kadın yazar da bunu kabul etti. Yıllarca uzak durduğum lisem şimdi benim açımdan ülkesinin iyiliği için fedakârca çalışan, bu ülkenin her fırsatta silinmeye çalışılan kültürel tarihine damga vurmuş, mezunu olmaktan gurur duyduğum bir okul.
Biraz da Yazmak Atölyesi'nden söz edelim isterim. Bu atölyeyi kurma fikri nasıl doğdu? Sizi böyle bir oluşuma yönlendiren ihtiyaç ya da motivasyon neydi?
Hayatımızda kültürel alanların giderek azalması, kültür sanat edebiyat anlamında yalnızlaşmak ve yaşlanmaya yüz tutmuşken hayatımın odağına kültür sanat edebiyatı yerleştirmek arzusundan doğdu. Bir mekânım olsun, burada aynı havayı solumak istediğimiz kişilerle bir araya gelelim istedim.
Aslında temel arzum Yazmak Atölyesi'nin atölyeler serisi oluşturan bir mekândan çok bir kültürel toplanma alanı olması. Mekânın kendini döndürebilmesi için atölyeler yapıyoruz ama asıl hafta sonlarında sinema, edebiyat, kültür buluşmaları düzenliyoruz, asıl canlılık bu etkinliklerde yaşanıyor.
Daha genç bir kitlenin gelmesini tercih ederim ama kültür sanatın değerini daha iyi bilen 30 yaş üstü bir kitlemiz var. Daha genç arkadaşlarla nasıl buluşuruz diye de düşünüyoruz, önerilere açığız.
"Piyasanın gözümüze soktuğu unsurlardan etkilenmeden, has edebiyat arayışında olmak çok zor ama kesinlikle gerekli bir çaba"
Yazı atölyeleri ve kitap kulüplerinin sayısı özellikle pandemi ve sosyal medyanın hayatımıza girişiyle büyük bir artış gösterdi. Bu gibi ortamların, okurken ve yazarken genellikle yalnız olunan okur-yazarlık uğraşı için çok değerli sosyal destekler sağladığını düşünüyorum. Sizce bu tür etkinliklere katılan insanların nelere dikkat etmesi gerekir? Kendi özgün seslerini ve yazı yollarını bulurken hangi unsurlara odaklanmalılar? Bu tür sosyal alanların, yaratıcılık ve yazınsal gelişim üzerindeki etkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yazı atölyeleri için her zaman söylediğim şey şudur: Yolunuzu kısaltır. Yolunuzu hiç tahmin etmediğiniz kadar kısaltır hatta sizi varlığından bile haberdar olmadığınız yollara sokar. Her yeni yol da yeni bir yaratıcılık kapısını açmak demektir.
Senaryo, oyun ve benzeri, teknik bilgi gerektiren şeyler yazmak istiyorsanız Amerika'yı yeniden keşfetmeniz gerekmez, bu türlerin tekniğini kendi kendinize öğrenmek zorunda kalmazsınız.
Benim zamanımda basılı bir senaryo bulmak imkânı bile yoktu, dolasıyla senaryonun tekniğine vakıf olmam çok zaman aldı, kendi kendime Amerika'yı keşfetmek zorunda kaldım. Bu da kötü bir deneyim değildi ama zaman kaybettim.
Yaratıcı yazarlık size yazma çeşitlerini, nasıl genişleyebileceğinizi, hatta kendi sınırlarınızın ne olduğunu gösterir. Yazan bir kişinin kendi sınırlarını keşfetmesi önemlidir, ancak keşfederseniz sınırlarınızı aşmak için harekete geçebilirsiniz. Bu nedenlerle ister senaryo oyun olsun ister yaratıcı yazarlık olsun, atölyeleri kesinlikle tavsiye ederim.
Bizim zamanımızda (79'luyum), her şey için 40 fırın ekmek yememiz gerekiyordu. Bu öğüt o kadar içimize işlemiş ki, 40 da yetmedi bize kendi içsel onay mekanizmamızı çalıştırmak için. Bugün ise kimse kimseye ekmeklerden bahsetmiyor. Her şeyin mümkün olduğu, kişisel çabayı teşvik eden ve kapsanmanın kolaylaştığı, bu anlamda daha az yalnız hissettiğimiz bir dönemdeyiz. Bu yeni dönemde yazıyla uğraşan kişilere hangi tavsiyelerde bulunursunuz? Kendi içsel onay mekanizmalarını nasıl güçlendirebilirler ve bu hızla tüketilen çağda derinleşerek yazmaya devam edebilmenin yolları nelerdir?
Öyle zor bir soru soruyorsunuz ki. Emeğin gülünç olduğu, hayatın her alanında bize bir kısa yol tuşu pazarlandığı bir zaman ve zeminde yaşıyoruz artık. En büyük sorun yaşadığımız hayatın zamanın getirdiği özellikleri ile has sanat-edebiyatın birbiriyle kontrendike olması.
Zamanın ruhu size sürekli iyi olduğunuzu, kolayca iyi olabileceğinizi, hiç de çok emek vermeniz gerekmediğini her türlü araçla ve saldırgan bir şekilde kafanıza vururken bu saldırılardan etkilenmeden sakin, soğukkanlı kalarak edebiyatın gerçek ihtiyacı hakkında düşünmek bile bir mesele. Çünkü sizi sürekli hayatın hızlı akışına, kolaycılığına çağıran uyaranlara maruz kalıyorsunuz.
Ne tavsiye edebilirim? İyi kitaplar okumalarını. Gerçekten iyi kitaplar ama, sosyal medyanın iyi diye damgaladığı kitapları değil. Bu da bir çaba ve sabır gerektiriyor.
Bir de okuma eylemini yapılması gereken bir iş olarak değil, varlığımızın esaslı bir parçası, ayağımızı bastığımız hakiki zemin olarak görmeliyiz. Piyasanın gözümüze soktuğu unsurlardan etkilenmeden, has edebiyat arayışında olmak çok zor ama kesinlikle gerekli bir çaba.
"Türkiye'de okurdan çok yazar var" sözü genellikle bir kinaye olarak kullanılıyor. Ancak ben bu farazi istatistiği, bireyleşmeye bizim gibi daha yeni uyanmış bir toplumda, insanların anlatma, söyleme, içerik ve belge üretme ihtiyacını yansıtması açısından önemli buluyorum. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye'de ifade alanlarının hızla çoğalması, edebiyat ve yazın dünyası için gerçekten bir zenginlik mi yaratıyor, yoksa bu yoğun anlatma arzusu nitelik ve edebiyat nedir sorusu bağlamında bir krize mi dönüşüyor?
Sapla samanın fena halde birbirine karıştığını, piyasa denen tehlikeli kavramın estirdiği rüzgârın büyük bir kavram kargaşasına yol açtığını düşünüyorum. Anlatmak bir ihtiyaçtır, doğru, yazmak da bir tür ilaçtır. Ama her yazı sanat değildir.
Zamanın ruhu eli kalem tutan veya tutmak isteyen herkese yazar yaftası dağıtmaya hazır olduğu için kendinde yazar olma yetkinliğini gören hemen herkes en iyi edebiyat rafında yer almak istiyor. Nitelikli edebiyat arayan okur açısından bu tam bir kaos.
Öte yandan günümüzde çok yaygınlaşan, içerik üretme tabiri çoğu zaman tüylerimi diken diken ediyor. Sosyal medyada üretilen içeriklere baktığımda insanlık adına atılan iyi niyetli adımlardan çok ağzı salyalı bir toplumsal saldırı görüyorum.
Bütün yolların sansür ve yasaklamaya çıktığı bir toplum ve zamanda bunun dizginlenmesi gerek gibi bir cümle asla söylemeyeceğim elbette ama nitelikli içeriğe ulaşmak için göstereceğimiz bireysel çabalar hakkında da düşünmek gerek bence.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish