Yıllar nasıl da geçmekte. Cihan (Aktaş) ilk kitabını yayımlayalı 40 yıl olmuş.
İz Yayıncılık, bu münasebetle, 40 yazardan derlediği kitapla1 bir kutlama düzenledi, Taksim Camii konferans salonunda.
Bu yayında emeği geçen insanlar, bu geçmişin kimi önemli anlarını yeniden yâd ederken, adeta bir kuşağın öyküsünü de dillendirdiler.
Yıllar önce, küçük bir kasabadan (Refahiye) İstanbul'a, dahası üniversiteye gelmek, oldukça zorlu bir karşılaşmaydı bizim için.
İstanbul'la bu karşılaşma, eşitsizliğimiz kadar farklılığımızı ve bunu aşabilmenin yollarını bulmaya dair o sert ve geç kalmışlara karşı acımasız ödevi ve sorumluluğu suratımıza çarpacaktı.
O ilk yüzleşmede neler anlamış, nasıl yollar bulmuş ve ne yapmıştık?
Yazılanlarda buna dair izler var kuşkusuz. Belli bir çaresizliğin içine düştüğümüz ise aşikârdı.
Bir tür kaybolma korkusu, geçmişin yaralarını sağaltma ya da taşraya özgü acemiliklerle baş etme kaygılarının ötesindeki bir bunaltıya yol açmaktaydı.
Daha o zamandan itibaren, önümüze açılmış caddelerin karmaşasını bir yana koyup kendi patikalarımızı bulmaya, kim olduğumuza bir karar vermeye çalışmıştık.
Bunu gerçekleştirmenin yolunu bireysel değil de toplumsal bir kurtuluşta aradığımızda, yürümekte olduğumuz güzergâh daha bir belirginleşecekti.
Bizi (5 kardeşi) ayakta tutan ise her şeyden önce kendi aramızdaki dostluğumuzdu ve o süreçte tanıdığımız dergiler, yazarlar, kitabevleri de girecekti bu dostluk çatısının altına.
Kitaplar ve dergiler elden ele dolaşacak ve o uzun yaz gecelerindeki balkon muhabbetlerinde tartışılarak anlaşılmaya ve hazmedilmeye çalışılacaktı.
Kasabanın o naif iklimi artık yerini sert ideolojik tartışmalara bırakmıştı.
Bir yandan büyümenin sancıları, öte yandan ise şehrin genişlettiği bakış açılarındaki çatallanmalar, kişilik arayışları ve düşünsel gelgitler, ancak o dostluk ikliminin destekleriyle aşılabilecek ve birlikte yürüyüşleri yeni anlamlara kavuşturabilecekti.
Cihan'ın ne öğretmenlik ne de mimarlık eğitimi onun için mesleki bir anlam kazanmıştı. Üniversitenin sonlarına doğru başını örtmüştü çünkü ve bu haliyle çalışması mümkün değildi.
Bu kararı adeta onu yazarlığa doğru iten yazgısal bir seçim veya çekimdi. Evliliği de işte bu vasatta ve buna koşut biçimdeki bir gelişmeydi.
Beri yandan her iki eğitim biçimi, öğretmenlik ve mimarlık, yazarlığını besleyen farklı bakma biçimlerini de sağlamıştı.
Daha o yıllarda ilk yazılar yazılmış ve ilk kitaplar çıkmaya başlamıştı.
Yine o yıllarda bir süre yaşadığı ve devrim sonrası şartlarında gidip geldiği İran'a, özellikle de siyasete, kadınlara ve sinemaya dair izlenimleri, giderek dışımızdaki dünyalara doğru genişleyen bir ilginin hasılası olan yazıların ve kitapların da başlangıcıydı.
Bu kültürel ve hatta kişisel "arada kalışlar", "ara konumlar" ve hatta arabuluculuklar onu besleyen bir başka etkiydi.
Arkadaşlıklar, yoldaşlıklar ve dostluklar ancak bu yolla geliştirilebiliyor ve bu yolla ayakta tutulabiliyordu.
Bir kadın olmanın kendisine yüklediği geleneksel ödevleri ihmal etmeksizin öngörülen rolleri aşmak, belki de Cihan'ın en büyük becerisiydi.
Bir anne ve sorumlu bir yazar olmanın ötesinde o, kendisini feminizmin klişelerine hapsetmeyen bir kadın hakları savunucusu olarak, çocukluğundan beri onu besleyen karmaşık kaynaklarını gürlek bir akışa dönüştürebilme becerisini gösterebilmişti.
Ona biçilen oldukça farklı toplumsal rollerin hiçbirini örselemeden, tıpkı karmaşık bir halıyı dokuyan biri gibi, oldukça farklı ilmikleri ortak bir harmonide bir araya getirebilmiş ve bir yaşam sentezi oluşturabilmişti.
Daha en başından kendisini geleneksel kadınlar dünyasında yerli yerinde hissedemediği ve orada düşünsel arayışlarına yeterli karşılıkları bulamadığı için erkekler dünyasında dostlar ve dost meclisleri bulmaktan ve bunlara müdavim olmaktan da kaçınmamıştır.
Kadınlık hassasiyetini korurken en riskli konularda bile bir aydın olma haysiyetinin gereğini üstlenmekten de geri durmamış; bu konularda kendisine yöneltilen tepkileri de ustaca aşmayı bilmiştir.
Döneminin en önemli girişimlerinden birisi de kuşağının kendisiyle yoldaş o bir avuç kadınıyla birlikte oluşturulan kültürel iklimi, biçimsel bir cemaat çalışmasına kapatmaksızın entelektüel bir çevreye dönüştürebilmeleridir.
Okumak ve yazmak, en başından beri kendisine bir dünya edinmenin ve onurunu yitirmeksizin yurtlanmanın güzergâhları olduğu için, bu bağlamdaki ahdine vefa göstermekten hiçbir zaman vazgeçmedi.
Kadınlığını en zor koşullara taşıdı ve orada ise hep insanlığını savundu.
1980'lerin başında giriştiği başörtülü bir kadın yazar olmanın alışılmadık biçimi ise kendisinden ziyade okurlarını zorlamış olmalı.
Bu durumu yani adıyla sanıyla ve genç bir kadın olarak gazete köşelerinde yazmayı garipseyen hatta reddeden birçok kimse vardı çünkü.
Bu yüzden adını gizleyen ve hatta bir erkek adıyla yazan kadın yazarlar olduğu gibi, kadın yazar bulunamadığı için kadın adıyla yazan erkek yazarların varlığı da bilinmekte.
Bu şartlar içerisinde Cihan ve kuşağındaki diğer kadın yazarlar, kamusal alanın dışında tutulan bir kesimin sözcülüğünü üstlenirken, onların duyarlılıklarını da o güne değin bilinmeyen mecralara ilerletmekte ve yine o güne değin söylenmemiş sözcüklerle buna dair bir hissiyatı savunmanın sorumluluğunu üstlenerek, genç hemcinslerinin önünü açmaktaydı.
Oysa bunun için yetiş(tiril)mediği gibi buna dair bariz bir etki içerisinde de değildi.
Dilsiz ve savunucusuz kalmış bir kesimin arzularıydı belki onun gibi isimleri çağıran o güne değin dışlandıkları "agora"ya veya "mescid"e.
Tam da suskunluğun ve dilsizliğin tahammülsüzleştiği bir kertede belirirdi asıl sözcüler.
Ve neredeyse bunun için bilenmiştirler. Dilleri dolaşmaz ve akılları karışmaz.
Karmaşık yollardan ama alınlarının akıyla gelmişlerdir bulundukları noktaya ve klişe suçlamalara tâbi tutularak veya olmadık biçimlere sokularak gözden düşürülemezler.
Tuhaf bir özverileri ve adanmışlıkları vardır ve bunu herhangi bir dünyevi gerekçeyle izah etmek de mümkün değildir.
Nitekim solukları kesilmediği gibi hiçbir ayartıcının ayartısına da kapılmazlar. Ne şöhret ne konfor ne iktidar hırsı ve ne de kariyerist bir sapma, yola koyuldukları o başlangıca dair iyi niyetten, duygularının saflığı ve düşünsel idealizmlerinden uzaklaştıramaz onları.
Cihan da zamanla, "kendi bakış açılarının bulanıklığını İslam'a yükleyenlerden, İslam'ın nitelikleri üzerine konuşanlardan veya yaşamaktan vazgeçemedikleri hayata ‘İslam' etiketi yapıştıranlardan uzaklaştı." 2
Şüphesiz ki karşılaştığı etkiler, ayartılar ve gerilimler birçok kez onu da zorlamış, onu da yürümekte olduğu "akabe"den mutena iklimlerin konforuna çağırmıştır.
Ama o hep sabırlı bir idealist, çileci bir derviş ve münzevi bir entelektüelin edasıyla kendi çizgisinin özgünlüğünü ve dolayısıyla da üzerinde titrediği özgürlüğünü korumayı yeğlemiştir.
Bu ise her ne kadar giderek yalnızlaşsa da hakikati söyleme hakkını ve cesaretini koruyabilmesini sağlamıştır. Bir aydının, entelektüelin, ârifin ve müminin o en temel şiarını yani.
Cihan, bu yönleriyle adımlarını hep ileri doğru atarken, kendi kuşağının öncülüğünü yapmanın düşünsel ve ahlaki sorumluluğunun bilincinden de asla uzaklaşmamış ve taviz vermemiştir.
Edebiyata olan ilgisi onu siyasaldan uzaklaştırmadığı gibi, siyasala ilgisini de gündelik çatışmaların kargaşasından ve kavgalarından uzak tutmayı bilmiştir.
Bu 40 yıl içerisinde çevresindeki koşullar oldukça değişse de, o hep sade bir fikir emekçisinin kaygılarıyla yeni düşünsel patikaların takipçisi ve öykülerini derinleştirmenin peşindeki bir anlatı ustası olma çabası içerisinde kalmıştır.
Ama bu sorumlulukları onu çağının insan hakları savunusundan, kadınların sorunlarından, ezilenlerin ve dışlananların adalet arayışlarından uzaklaştırmamış ve her kritik anda görüşleriyle madunların, haklıların, zayıfların ve ezilenlerin yanında yer almaktan da kaçınmamıştır.
Bunun bedeli çoğu zaman incitici ve alçakça saldırılara maruz kalmak olsa da bunları göğüslemekten de çekinmemiştir.
Onu ayakta tutan, daha ilk adımında yöneldiği o hakkaniyet istikametine olan sadakatidir ve bu süreçte hiçbir kaygı, korku, arzu ve çıkar, onun bakışlarını bu istikametten saptıramamıştır.
Benim kahramanlarım hiçbir şeyi hazır bulmayan, cevapları güç elde edilebilir ve soruları zor olan kişilerdir. Bir geçiş alanının insanları, sahnenin dışına itilmek istenen dirençli kahramanlar… Bu kişilik ise aslında bir prototip. Sorumlu, bu nedenle sorunlu. Düşünen, bu nedenle kafası karışık. Özgürlüğüne düşkün, bu nedenle dağınık görünen. Onda hem Hz. Fatıma'dan hem de kadın hakları savunucularından Mary Wollstonecraft'tan izler bulabilirsiniz. 3
Kuşkusuz ki, kendisi de bu kahramanları andırmaktadır. Ama sadece onları değil; burada adını zikredemeyeceğim edebiyat ve düşün dünyasına ait bir yığın başka ismi de.
1. Yazarlığının Kırkıncı Yılında, CİHAN AKTAŞ'A KIRK ÇİÇEK; hazırlayanlar: Ayşe Olgun, Abdullah Harmancı.
2. Age, s. 118; Asım Öz'ün yazısından.
3. Age, s. 41; Ayşe Olgun'un yazısından.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish