Bugün hala Hamas'ın 7 Ekim intifadasını eleştiren TV uzmanları Filistin direniş tarihini ve İsrail devlet aklının içine girdiği krizi hesap etmeden yorum ve analizlerde bulunmaya devam ediyor.
Geçen gece TV'de adını vermekten imtina edeceğimiz bir Ortadoğu uzmanı, ki tahmin edersiniz her krizde o vakanın uzmanı olan tiplerden bir tanesi, Hamas elindeki ilkel silahlara güvenerek 7 Ekim'de sivilleri riske atmıştır mealinden cümleler sarf etti.
Bu aklın mantığına göre; İstiklal Harbi'nde; Antepli ve Urfalı vatanperverler de o dönem için dünyanın en modernize ordularından birisi olan Fransız Silahlı Kuvvetlerine kurşun sıkarak Türkleri riske atmıştır.
Evvela İsrail'in içine girdiği krizi hem seküler kesime hem de müktesebatçı kanadımıza şöyle izah edelim;
Netanyahu Hükümeti iktidara gelirken, hakeza hükümet ortakları da, seçim meydanlarında Siyonist Devletin "80 Yıl Laneti" adını verdikleri hurafeyi referans alarak tüm "Amelekler"i yok edeceklerine dair yeminler ederek iktidarı ele aldı.
IŞİD'in dahi aklına gelmeyecek ilkel vahşeti kendisine meşru kılan düşman "Amelekler" meselesine göre:
Siyonist Devleti, Kıbrıs'tan Urfa'ya Sina'nın Batı ve Güneyinden Suudi Arabistan'ın içlerine varan hattı içerisine alan ve adına Arz-ı Mevud dedikleri bölgede yaşayanların kundaktaki bebeklerine kadar katletmeyi kendisine hedef edinen bir öğretidir.
Netanyahu 7 Ekim'den çok önce devlet politikasına dönüştürmüş durumdaydı.
Bu politikaya göre İsrail, 2028 yılına kadar Türkiye, Mısır, Suriye, Lübnan ve Suudi Arabistan devletlerine askeri işgaller yapması öngörülüyor.
Yani İsrail Başbakanı Netanyahu, Kamu Güvenliği Bakanı Itamar Ben-Gvir, Savunma Bakanı Yoav Galant ve Dışişleri Bakanı Yisrael Katz Arz-ı Mevud'u referans gösterip tüm Amelekleri yok edeceğiz derken yalnızca Gazze, Batı Şeria veya Beyrut'taki bebekleri yok etmekten bahsetmiyor.
Kıbrıs, Urfa gibi vilayetlerimizdeki Türk bebeklerini de iftiharla kastetmekteler.
Bahsi geçen TV uzmanı sözlerinin devamında "10 Milyonluk İsrail, 80 Milyonluk Türkiye'ye saldıracaksa delirmiş olmalı" şeklinde ifadeler kullandı.
Şunu belirtelim ki İsrail'in adeta sudan çıkmış balığa çevirdiği Mısır'ın yaklaşık 105 milyon nüfusu bulunuyor.
Bugün Siyonizm için en büyük tehdit Türkiye'dir.
İsrail, bahsi geçen ülkeleri sindirir, İran'la bir şekilde uzlaşır; ama Türklerin vatan toprağı konusunda taviz vermeyeceğini bildiğinden 2-3 sene içerisinde Türkiye Cumhuriyeti'nin enerji ve stratejik alt yapısını yok etmek için askeri planlarını yapmaya çoktandır başlamış durumda.
Geçen aylarda ABD'ye giden Netanyahu, Yahudi lobilerine bu askeri operasyonu erkene alma girişimleri ve brifingleri çarşaf çarşaf basına sızdı.
İşin ironi denebilecek yanı Netanyahu'nun planlarının reddedilme gerekçesi yalnızca "erken" bulunmasıydı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan bu konuda Türk kamuoyunu uyaran ifadeleri ekonomik sıkıntılar, mafyaların hâkimiyeti, partisinin içine adeta çökmüş olan yozlaşmış tiplerin toplumda oluşturduğu infial gibi birçok nedenle halk tarafından yeteri kadar anlaşılmadı.
Ne yazık ki muhalefet ise İsrail ile Türkiye arasındaki krizi yalnızca Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın politikalarına bağlayarak meseleyi geçiştirmeyi tercih eden bir tavır takınmayı tercih etmekte.
Gelelim TV'de yorumcunun 7 Ekim'in altını boşaltan ve başarısız gösteren ifadelerine;
İsrail, Gazze'yi yıktı; ama Hamas İsrail'i fethetti.
7 Ekim'den bu yanı İsrail'den 1 milyonu aşkın Yahudi kalıcı olarak ülkeyi terk etti.
Üstelik ocaktan sonra resmi olarak ülkeyi terk edenlerin istatistiki verilerine ulaşmak mümkün değil.
1991 yılından bu yana İsrail, dünyanın her yanından taşıdığı Yahudiler için 100 milyar doların üzerinde bir harcama yapmıştı.
Neredeyse 35 senede Siyonizm'in ülkeye getirdiği nüfus oranı 1 milyonu bulmuyorken Hamas 7 Ekim'le bu birikimi yok etti.
7 Ekim intifadası ile başlayan süreçle İsrail'in turizm, tarım ve sanayisi neredeyse 1 senedir kepenk indirmiş durumda.
Askeri sahada kara harekâtı başladığında uzmanlar Gazzeli özgürlük savaşçılarının 1 ay direnmesine mucize gözüyle bakıyordu.
İsrail bu süreçte işe yaramaz diye Afrika ülkelerine hibe ettiği tankları dahi geri çağırıp sahaya sürmek zorunda kaldı.
Günün sonunda İsrail ordusu sivil öldürüp katliam yapmanın dışında hala Gazze'de zafer elde edebilmiş değil.
Yahya Sinvar, bu direnişin sembol ismiydi.
Bir elinde zikir tespihi diğerinde silahıyla yüz sene önce Antepli ve Urfalı kahramanların yaptığı gibi düşmanın gücüne, silahına bakmadan özgürlük mücadelesine girişti.
Yaşadığı gibi öldü.
Sinvar arkasında kitaplara sığmayacak bir hayat bıraktı.
Onun şehadetinin hemen arkasından dışişleri bakanımız Hakan Fidan, İstanbul'da Hamas Siyasi Büro üyelerini topladı.
Toplantıdan çok Fidan'ın arkasındaki tablo bir mesajdı.
Bahsi geçen toplantıda tabloda bulunan kişi Kabaağaçlızade Ahmed Cevad Paşa idi.
Sultan Abdulhamid'in Filistin politikasının mimarı olan kişiydi.
Buraya kadar siyasi meselelerden bunalan okurlarımız için devamı hayli ilginç.
Buyurun Cevad Paşa'nın ailesinin tuhaf hikâyesine ve yeğeninin işlediği korkunç cinayete yakından bakalım.
Soylu ailenin felaketi
Kabaağaçlızâdeler, soyu Antalya vilayetinden Elmalılara uzanan güçlü bir aileydi.
Devlet işlerinde birçok önemli vazifeler üstlenen ailenin en parlak dönemi Ahmet Cevad Paşa'nın sadrazam olarak atanmasıyla olacaktı.
Cevad Paşa'nın kendisinden yaşça küçük kardeşi Şakir Paşa da bir süre kendisinin yaverliğini yapmış; ama daha sonra önemli vazifelere getirilmişti.
Şakir Paşa'nın aldığı önemli görevlerden birisi de Atina Büyükelçiliğiydi.
Paşa'nın bu görevi sırasında, 1886 yılında, bir oğlu dünyaya gelmiş ve amcası Cevad Paşa'nın adı verilmişti.
Hem amcası hem de babasının adını taşıyacak olan bu çocuk, Türk edebiyatına damgasını vuracak Cevat Şakir Kabaağaçlı, bir diğer ismiyle Halikarnas Balıkçısı idi.
Şakir Paşa, Filistin politikasının mimarı olan ağabeyi Cevat Paşa'nın vezaretten alınmasıyla devlet kademelerindeki tüm vazifelerinden istifa ederek Büyükada'ya yerleşmiş ve sakin bir hayat yaşamaya başlamıştı.
Oğlu Cevat'ı Robert Koleji'ne yazdırmıştı.
Cevat disiplinsiz; ama yetenekli bir öğrenci olarak öne çıkıyordu.
Robert Koleji'nde Tevfik Fikret'le tanışmış ve kitaplarla arasında güçlü bir ünsiyet kurmuştu.
Tüm bu gelişmelere rağmen Robert Koleji, Cevat Şakir için hapishaneden başka bir şey değildi;
Efendim, nedense, çocukluktan, Kolej'in baskısından kalma bu bende. Çünkü şimdiki gibi değildi o Kolej. Bir 'claustrophobie' (kapatılmışlık korkusu) derler ya, 'hapis sıkıntısı' ya da'korkusu'; işte böyle kapalı bir yer olunca, hatta isterse on mil uzakta bir yerde dağ olsun: olmaz efendim, mutlaka açıklık olacak. Yani göz yaylımını almalı, taa sonuna kadar; anlıyorsunuz ya. Bunlar belki psikolojik şeylerdir, çocukluktan kalma. Çünkü mesela bana ilk o çocukluk, Kolej hayatı, teessürden başka bir şey vermedi. (Öz)
Cevat'ın hayatındaki en önemli olaylardan birisi de Oxford Üniversitesi'nde okumak üzere Birleşik Krallık'a gitmesi olacaktı.
Yaşı ilerledikçe disiplin sorunları daha da artan Cevat, Oxford eğitimini tamamlayamadan yurda dönecekti.
Cevat Şakir, Oxford'da tutunamamasını şu sözlerle açıklayacaktı:
İki üç sene kadar bulundum. Daha fazla okuyacaktım; fakat Oxford Üniversitesindeki bir kısım haller engel oldu. Orası görgü kuralları öğrenilecek bir yerdir. Onun için oraya girilince bir mesleğe yönelmek icap ediyordu. Orada yeni zamanlar tarihini takip ediyordum.
Cevat Şakir'in, İstanbul'a döndüğünde babasıyla yaşadığı çatışma had safhaya ulaşmıştı.
Bu yüzden Cevat, hem babasından uzaklaşmak hem de sevdiği işi yapmak arzusuyla Roma'ya gitmiş ve Güzel Sanatlar Akademisi'ne kaydolmuştu.
Bu yıllarda Cevat, Kabaağaçlızâdeler için bir yıkım sebebi olacak olan evliliğini yapmıştı.
Cevat Şakir, İtalyan bir model olan Agnesia Kafiera'yla birlikte 1912 yılında İstanbul'a babasının yanına geri döndü, üstelik eşi hamileydi.
Şakir Paşa'nın bu sıralarda oğlu Cevat'tan daha büyük problemleri bulunuyordu.
Paşa'nın Selanik'te yaptığı yatırımlar savaş sebebiyle sekteye uğramış ve aile büyük bir ekonomik sıkıntının eşiğine gelmişti.
Fatal gece
Şakir Paşa, maddi durumunu düzeltene kadar ailesini yanına alarak Afyon'daki çiftliğe yerleşti; fakat burada Cevat ile arasındaki şiddetli geçimsizlik çok daha büyük boyutlara ulaşmıştı.
Cevat Şakir, dönemin gazetelerinin aktardığı bilgiye göre korkunç bir planla babası eski Büyükelçi Şakir Paşa'yı öldürecekti.
Cevat, eczaneden aldığı ilaçla bir gece tüm ev ahalisinin uykusunun ağırlaşmasını sağladı.
Ardından Babası Şakir Paşa'nın odasına geldi, önce babasının kapısında sürekli bulunan köpeği etkisiz hale getirdi.
Ardından Cevat Şakir Kabaağaçlı'nın hayatını bütünüyle değiştirecek cinayeti işledi. Babası Şakir Paşa'yı tek kurşunla vurarak öldürmüştü.
Cinayete ilişkin iddialar
Herkes Cevat'ın bu suçu para için işlediğini düşünürken Murat Bardakçı, bambaşka bir iddia ortaya atıyordu.
Buna göre cinayetin asıl nedeni Agnesia Kafiera'ydı;
Belki şeytanın dürtmesiyle ama ciddi şekilde çekinerek ‘Merhum pederinizin o hadisesinde asıl sebep ne idi?' diye sormuştum. 'Aniesi...' demişti sadece... İşte bu yüzden cinayetin gerisinde Paşa ile gelini arasındaki yasak ilişkinin yattığını rahatça yazıyor ama bana bunu söyleyen o kişinin zarif hatırasına hürmeten anlattıklarının ayrıntılarına girmiyorum.
Bu, temelsiz bir dayanağa sahip iddia kenara bırakıldığında Cevat Şakir, Azra Erhat'a yazdığı mektupta olay gecesini şu sözlerle anlatacaktı:
Gelgelelim hakikate, yani bana. Çocukluktan çıkmağa başlar başlamaz, bende bir isyan belirdi. İlk önce müteessir olurdum, sonra rebellion. Bu isyanlar muhtelif konular üzerinde olurdu. Bir İmajla anlatayım. Al bir demir çubuk, 'Ben kuvvetliyim!' denirdi bana, ve iki eliyle tutunca demir çubuğu bükerlerdi. Ben de, 'Ben de kuvvetliyim!' derdim -çünkü dayanamazdım demir çubuğu tutunca açar ve gene dümdüz ederdim. Yalnız bu meselede demir çubuk ben idim. Gelelim fatal geceye. Sürgün'de bir cümle vardır, Zekeriya hakkında. İnsan hayatında yolların ayrıldığı bir noktaya gelir. Bir yolda giderse Lucifer olur, şeytan olur insan, öteki yoldan giderse melek, evliya ve martyre olur. Amma yolun sağında veya solunda gitmeği seçmek tamamen iradenizde olmayabilir. Bir çöp, terazinin bir kefesine ağır basabilir. Bu cümlem, büyük bir tecrübenin neticesidir. Eh camım canım münakaşa pek karışık konular üzerindeydi ve pek şiddetliydi. Babam çiftlikte, her zaman bir suikasttan korktuğu için, yanında müteaddit tabancalar ve silahlar bulundururdu. Evvela zengin bir adam, sonra asker. Münakaşa öyle bir raddeye vardı ki benim üzerime ateş etdi. Ben rastgele oradaki bir tabancayı alarak -amma onun eli tabancaya giderken yüzünden okudumona doğru, nişan almadan, ateş ettim.
Bizzat Cevat Şakir'in kendisinden öğrendiğimiz üzere o "fatal gece"de yaşananlar çarpık bir ilişkiden ziyade bir baba oğulun şiddetli geçimsizliğine dayanıyordu.
Cevat'ın olaydan sonra aktardıklarından da olayın bir yasak ilişkiden ziyade yıllara dayanan bir geçimsizliğin eseri olduğu açık bir şekilde anlaşılıyor:
Hapishanede gece rüyamda çocukluğumu görürdüm. Uyanınca rüya imiş diye sevinirdim, hapishanede olduğum halde. Yani ondan [çocukluk günlerini ve babasıyla olan münasebetlerini kastediyor] kurtulduğuma sevinirdim.
Bu sözlere rağmen Cevat, babasını istemeden öldürdüğünü ve bundan pişmanlık duyduğunu yine kendisinden öğreniyoruz;
İnsanlara saygım babamla başlar. Bir 'expérience'ın gerçeğini anlatırken, isyanlara sebep olan çirkin sözler vardır. O adam ortada yok. Hem de feci tarafı, ben istemeyerek, onun ortadan yok olmasına sebep olmuşum. Ortada yok ki kendisini bana karşı müdafaa etsin be yahu! Ben istemeyerek onun ortada yokluğuna sebep olduktan başka, şimdi de onun daha fena bir yokluğa uğramasına mı sebep olayım?
Cevat'ın babası Şakir Paşa ile yaşadığı çatışmayı ve ilişkinin temel dinamiklerindeki yanlışlığı Şakir Paşa'nın torunu ve Halikarnas Balıkçısı'nın oğlu Sina Kabaağaç şöyle tespit edecekti:
Şakir Paşa, doğmasıyla birlikte oğlunu Batı kültürüne adarken, bir anlamda oğluyla birlikte kendi kaderini de kendi eliyle belirlemiş olduğundan doğal ki habersizdi. (…) Başka bir toprağa ektiği tohum, burada filizlendikten ve üstelik kökleşip dal budak saldıktan sonra, onu bir dereceye kadar Batılaşmış da olsa, geleneksel Osmanlı ailesine özgü bir yaşam biçimine aktarmak istemesi ve bunda kesin kararlığıydı. Batı'nın Rönesans'tan beri geleneği olmuş özgür düşünce biçimi ve Antik dönemden başlayan düşünce tarihiyle beslenerek gelişmiş bu Batı bitkisini, resimleri, notaları, kalemleri, ilkeleri ve ağır İngiliz edebiyatıyla hangi Osmanlı saksısına yerleştirebilir, sığdırabilirsin? Bu bitki ortamsız kaldığı bu saksıda ya bir gül gibi solar gider ya da saksısını patlatır.
Hürriyet ve dervişlik yılları
Cevat Şakir 15 yıl kürek cezasına mahkûm olarak hapse atıldı.
İttihat ve Terakki'nin iktidarı kaybetmesiyle işbaşına gelen Damat Ferit Paşa hükümeti genel af ilan etti; ama henüz cezası kesinleşmeyen Cevat hapisten çıkamadı.
Hapishanede ciddi sağlık sorunları baş gösteren Cevat, kendisinin de affedilmesi için Ferit Paşa'ya mektup yazarak merhametine sığındığını belirtti.
Uzun süren bürokratik uğraşların sonunda Sultan Vahdettin, Cevat Şakir'in de affedilmesini emretti.
16 Ekim 1920 yılında hapisten çıkan Halikarnas Balıkçısı, kendisini işgal altındaki bir şehirde ciddi maddi sıkıntıların içerisinde buldu.
Ailesi ve dostları baba katili Cevat'a sırt dönmüş, İstanbul'da bir başına kalmıştı.
Cevat Şakir, bu süreçte bir dergâha sığınır olmuş ve namaz kılarak ruhunu arındırmaya çalışıyordu:
Şehrin camilerinde namaz kılmak hoşuma giderdi. Üsküdar'da Şemsipaşa Camiinde, işgal edilmiş şehirden bir uzaklık duyardım. Akşam namazı için Karacaahmet'te, Marmara'ya bakan bir camiyi seçerdim. Batan güneşin kopardığı görkemli renk kıyametinin kıpkızıl angısı göklerde hâlâ inlerken orada akşam namazı kılmaktan çok hoşlanırdım. Karacaahmet'in servileri arkamızda ve yanlarımızda ateş sütunları gibi dikilirlerdi.
(Halikarnas Balıkçısı)
Cevat Şakir kendisini toparladıktan sonra İtalyan eşi Agnesia'yı ve ondan doğan kızını bulmak için Avrupa'ya gitmiş ve burada bir İspanyol kadına âşık olmuştu. Bu ilişkiden de bir oğlu olmuştu.
Bu evlilik hakkında yeterli malumat bulunmasa da Cevat'ın İspanya'daki oğlunun iç savaşta öldüğü biliniyor.
İstanbul'a dönen Cevat bu kez dayısının kızı Hamdiye Hanım ile evlenmişti.
Bu evlilikten sonra hayatını biraz yoluna koyan Cevat, çeşitli gazetelerde hikâyeler yazmaya başlamıştı.
1925 senesinde yazdığı "Hapishanede İdama Mahkûm Olanlar Bile Bile Asılmaya Nasıl Giderler?" isimli hikâyesi sebebiyle tekrar tutuklanmış ve İstiklal Mahkemesi'nde yargılanmak üzere Ankara'ya getirilmişti.
Hikâyesinde idama mahkûm edilen asker kaçaklarını birer kahraman olarak resmetmesi tepkilere neden olan Cevat Şakir, İstiklal Mahkemesinde yargılaması başlamıştı.
İdamla yargılanan Cevat'a kader bir fırsat daha vermiş ve cezası Bodrum'a kalebent olarak gönderilmesiyle neticelenmişti. Üstelik Mahkeme reisi gaddarlığı ile bilinen Ali Çetinkaya'ydı.
Cevat Şakir ve Kel Ali ile arasında geçen bir diyaloğu diğer mahkûm Zekeriya Sertel şöyle aktaracaktı:
Nihayet mahkemeye çıktık. İkimizin de maneviyatı bozuktu. Ben Cevat'a arkadaşımın getirdiği kötü haberi söylememiştim. Fakat o, Mahkeme Başkanının kendisini tanımasından korkuyordu. Önce beni sorguya çektiler. Mahkeme Başkanı Kel Ali sonra Cevat'ı kaldırdı:
Adınız?
Cevat.
Babanızın adı?
Şakir.
Kel Ali bir an durakladı: Efendim? Cevat Şakir mi?
Evet.
Yani şu Afyon hikâyesinin kahramanı Cevat mı?
Cevat sendeledi ve bir külçe halinde sandalyeye çöküverdi.
Korktuğu başına gelmişti. Kel Ali onu tanımıştı.
Mahkeme Başkanı birdenbire sinirlendi, elini bana uzatarak:
Beraber çalışacak başka arkadaş bulamadın mı? Çıkın dışarı! diye bağırdı.
Belki de Cevat Şakir Kabaağaçlı'nın hayatına dair en sıra dışı muamma İstiklal Mahkemesinden, hele ki Ali Çetinkaya gibi bir hâkimin elinden, nasıl kurtulduğuydu.
Türk edebiyatının büyük ismi Cevat Şakir Kabaağaçlı 13 Ekim 1973 senesinde hayatına gözlerini yumdu. Yaşamı boyunca baba katili yaftasını boynunda taşıyan Halikarnas Balıkçısı'nın güçlü kalemini belki de en güzel anlatan kişi Hasan Hüseyin Korkmazgil'di.
Korkmazgil, Cevat Şakir'in kaleminin gücünü şu sözlerle dile getirecekti:
Bana tarihi sen sevdirdin ustam! Bana yurdumu sen sevdirdin! Bana kendimi sen sevdirdin! Ah, n'olurdu, seni doya doya okuyabilmek, senin sesinle konuşabilmek için, lise yaşlarımda, okul yaşlarımda olsaydım!
Gücüm yetse de, yetkim olsa da, senin bütün yazdıklarını okullarda okutsam! Diploma alacakları önce senden sınava çeksem!
Bağışla beni, koca usta: 1971'lerde kulak verememiştim Anadolu'nun Sesi'ne. (…) Ah, n'olurdu, 1970'lerde, 1974'lerde dinlemiş olsaydım!
* Cevat Şakir Kabaağaçlı'nın Bodrum'u keşfi için Yıldıray Oğur'un "Alternatif Tarih" isimli kitabı, hayatı ve eserleri hakkında ayrıntılı bir okuma içinse Âdem Özbek'in "Cevat Şakir Kabaağaçlı Hayat-Eserleri-Sanatı Üzerine Araştırma" isimli çalışması incelenebilir.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish