"Vatan hainliği"nin kriteri ne: Yalakalık mı, kalemin namusuna sadakat mi?

Mayis Alizade Independent Türkçe için yazdı

Nazım Hikmet Ran

Bükreş Radyosu'ndaki 30 Ağustos 1961'deki konuşmasında aynen bunları söylemişti:

Cidden, 30 Ağustos bizim Türklerin en büyük bayramlarından biri. Ve zannediyorum ki, yalnız bizim değil, insanlığın bayramlarından biri. Çünkü 30 Ağustos'ta ilk defa biz Türkler, sömürgeciliğe karşı, emperyalizme karşı muzaffer olabilmenin yollarından birini gösterdik. Bu da sömürgeciliğe karşı silah elde çarpışma yoludur. Ve sömürgeciliğin her şeye rağmen yıkılmaya mahkûm olduğunu gösteren milletlerden biri de benim milletimdir.

Bundan dolayı cidden bu bayram büyük bayramdır ve bir daha tekrar ediyorum, yalnız Türk milletinin bayramı değil, insanlığın da bayramlarından biridir. Yalnız izin verirseniz, bu bayram günü, Milli Kurtuluş Destanı ismindeki şiirimden kısa bir parçayı okumak istiyorum.


Türkiye komünistlerinin çoğu, tanımadan Nazım'a âşık olduğu gibi, "milliyetçilik" iddiasında olanlar da Nazım'ı tanımadan küfreder.

Oysa o "tanımayan" kitlenin Nazım'ı tanıması için en güzel örneklerden biri, Bükreş'ten Türkçe yayın yapan Bizim Radyo'ya 30 Ağustos 1961'de verdiği ve birkaç kez "Biz Türkler" dediği bu röportaj ve ardından okuduğu şiirdir.
 


Türkiye'yi terk edip Moskova'ya varışının ikinci gününde, Sovyetler Birliği'nin Radyo-Televizyondan Sorumlu Devlet Bakanı'ndan radyonun Türkçe yayınlar servisinde haftalık Nazım Hikmet Programı yapmasına izin verilmesini rica etmiş, ancak ricası geri çevrilince Türkçe yayınlara gönüllü editörlük yapmıştı.

İzin verilmemesinin başlıca nedeni sosyalizmin merkezi sayılan bir ülkenin Nazım'dan çekinmesiydi; evet, yapacağı programların Anadolu'da yaratacağı etkiden tırsmışlardı.

Zira 30 sene önce İngiliz emperyalizmini yenmiş Anadolu insanına "Rus sosyalizmi"ni kabul ettirmenin imkânsızlığını bildikleri için kendi programlarında "millet" ve "Türklük" kavramlarını öne çıkaracağından kuşkulandıkları, Nazım'ın bu toprakların insanları üzerinde güçlü etki yaratabilme endişesi Moskova'yı aşırı ihtiyatlı davranmaya sevk ediyordu.

Bunu çok iyi bilen ABD ise Nazım'a karşı "vatan haini komünist" propagandasını hiç eksik etmedi.

Evet, SSCB sınırları içindeyken zaten tamamen KGB'nin kontrolünde olan Nazım'ı, yurtdışına çıktığında F. Adilov isimli bir KGB albayı gölgesi gibi izliyor, özellikle Avrupa'da Türk gençlerle bir araya geldiğinde yaptığı konuşmaların "milli içerikli" olmasını raporluyordu.

Nitekim Bulgar yönetimine "Siz komünist değil, faşistsiniz, Türklerin haklarını vermiyorsunuz" demesinden dolayı sadece Sofya ile değil, Moskova'yla da karşı karşıya gelmişti.

Oğlu gibi sevdiği ve Nazım'la ilgili dünya çapında en iyi kitabı kaleme almış Ekper Babayev'in tek bir kere bile Türkiye'ye gelişine izin verilmemesinin esas nedeni de Nazım ile Babayev'in arasındaki çok kuvvetli "Türklük" bağlarının olmasıydı.

Türkiye'nin yetiştirdiği parlak kariyerli diplomatlardan eski Moskova Büyükelçisi Halil Akıncı ile daha 1970'lerin ortalarında yakınlığı olmuş Ekper Babayev'i, Başbakan Bülent Ecevit'in yanı sıra, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün de şahsen davet etmesine rağmen, Babayev'in, gıyaben ezbere tanıdığı İstanbul'u gelip görmesine izin verilmemişti.

Halil Ağabey'in lütufta bulunup yazı yazmam için bana verdiği bir mektubunda, Babayev o kusursuz Türkçesiyle o sıralarda Ankara'da görev yapan Akıncı'ya, "Primakov'a (Rus derin devletinin en önemli isimlerinden biri olan bu zat 1991-1999 yılları arasında Rusya İstihbarat Servisi'nin, Dış İstihbarat Servisi'nin başında bulunduktan sonra Dışişleri Bakanlığı ve Başbakanlık yaptı) davetiye gönderirseniz belki benim gelmem de kolaylaşır" diye yazmıştı.

Ancak tüm bu girişimlere rağmen Ekper Babayev Türkiye'yi göremeden 1979 yılında hayatını kaybetmiştir.

Evet, vatan hasretini gidermek için Nazım'ın yüz tuttuğu yerlerin başında Bakü geliyordu.

"Güneşi İçenlerin Türküsü" isimli ilk kitabı 1928'de Bakü'de yayımlandı.

Oradaki arkadaşları Nazım'ı hiçbir vakit "proleter şairi" olarak karşılayıp bağrına basmadı, Nazım onlar için "kardeş Türk şairi"ydi.

İşte ona hâlâ "vatan hainliği"nden dolayı küfreden "milliyetçiler" 1958 yılında Bakü Üniversitesi'nde Nazım'ın şerefine düzenlenmiş şiir gecesine ilişkin yazılanları okusunlar:

Edebiyat Fakültesi'nin dekanı Nazım'a "Türk kardeşimiz" diye hitap ederken, Bulgaristan'dan gidip Bakü'de okuyan öğrencileri kucaklarken bağrına basan Nazım gözyaşlarını tutamamıştı.

Ondan önce, 1957'de Taşkent'te yaptığı ve evrensel düzeyde işçi haklarını savunan konuşmasından Türkiye komünistlerinin kaçı haberdar acaba?

1958'de Bakü'deyken 25 yaşındaki besteci Arif Melikov kendisini otelde ziyaret ederek "'Bir Aşk Masalı' isimli piyesinize bale bestelemek istiyorum" dediğinde, yanındaki arkadaşlarına dönen Nazım, "Gençtir, besteleyecek" demiş ve Melikov'un dünya çapında bir besteci olmasının yolunu açmıştı.

Türkiye de dahil olmak üzere dünyanın 77 ülkesinin tiyatrolarında sahnelenen "Muhabbet Efsanesi" isimli balenin 1962'de Leningrad'da yapılan galasına katılan Nazım'ın gözyaşı içinde, "Arif, bu eser Türkiye'de de sahnelenecek ancak ben göremeyeceğim, sen göreceksin" demesi onun "komünistliğinin" mi dışavurumuydu, yoksa "milliyetçiliğinin" mi?

Geçen 16 Ocak'ta 95 yaşına üç ay kala hayatını kaybeden çağdaş dünya romanının en büyük ustalarından biri Cengiz Hüseyinov anılarında, Nazım Hikmet'in 1962 yılında Bakü'ye giderek dünya şiirinin eşine az rastlanır kalem sahiplerinden biri Mirza Ali Ekper Sabir'in 100. doğum yılı törenlerine katılmasına yer verdi.

O günlerde Bakü'de yayımlanmış yazısında Nazım Hikmet, Sabir'in şahsında bir edebiyat adamının milletin kaderinde oynaması gereken rolü şu sözlerle ifade etmişti:

Sabir bize ders almamız gereken üç şeyi öğretmiştir: erkekliği, kahramanlığı, korkmazlığı. Halkı geriye götüren olaylara karşı acımasızca mücadele etmeyi. Azerbaycanlıların Sabir gibi bir şairinin olması mükemmel bir şey...


Türkiye'nin komünistlerinin ve milliyetçilerinin Mirza Ali Ekper Sabir'i ne ölçüde tanıdığını bilmiyorum.

Ancak az yukarıda tırnak içinde verdiğim sözlerin Nazım'ın milliyetçiliğini ve Sabir'in komünistliğini ve aynı ölçüde tersine; Sabir'in milliyetçiliğini ve Nazım'ın komünistliğini görmeleri bakımından en isabetli örnek olduğuna inanıyorum.

Belki bu şairleri okuyup da enternasyonalizmin ne olduğunu öğrenir ve Lenin'in, Trotski'nin, Stalin'in peşini bırakıp, Nazım'ın "Türkiye İşçi Sınıfına Selam" şiirine, Sabir'in ise "Kim ki insanı sever, aşığı hürriyet odur; Çünkü hürriyet olan yerde de insanlık olur" mısralarına sarılırlar.

Aynı Nazım'ın 30 Ağustos 1961'de Bükreş Radyosu'nda yaptığı konuşma ve okuduğu şiir gibi.

Ve bir noktaya daha değinmeden bitirmem, Nazım'ın ruhuna saygısızlık olacaktır.

İşin ironik yanı ne, biliyor musunuz?

1987 yılında Komünist Parti'nin atadığı ve günümüzde de devletin finanse ettiği Azerbaycan Yazarlar Birliği başkanı koltuğunda 37 buçuk seneden bu yana oturan bir şahsın, Nazım Hikmet'in "eğilmezliğini" övmesi.

Breh-breh-breh diyelim mi?

Yahu, kendisi gelmiş geçmiş tüm yönetimlerin önünde eğilmekten onur duymuş ve bugün ismi "Yazarlar Birliği" olan bir yerin kültür bakanlığının bir dairesi statüsünde devlet bütçesinden finanse edilmesinden zerre kadar utanmayan Anar'ın, yaşamı kendi ilkeleri uğruna mücadelelerde geçmiş dünya çapındaki bir kalem sahibinin "eğilmezliğini" örnek göstermesine sizce ne ad verelim?

Ad vermeye ihtiyaç olmadığını, Nazım'ın evrensel nitelikli şu dizeleri kanıtlamıyor mu?

Behey yüzükara, Ruhunu bir zenci esir gibi çıkardın pazara, Bir orospu odası yaptın kafatasını... Haki ceketli ölülerin ceplerinden Çalarak parasını Satın aldın kendine İsviçre dağlarının havasını...

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU