Independent Türkçe için yaptığımız sohbetlerde bugün Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerini kısaca ele almaya çalışacağız.
Bu konu Türkiye'de son yıllarda belki de en fazla -adeta propaganda şeklinde- halkımızın önüne konulan mevzulardan biri.
Şimdi son günlerde yeniden telaffuz edilmeye başlandı: "Siz bizi Avrupa Birliği'ne alın. Biz de karşılığında İsveç konusunda size NATO'da kolaylık sağlayalım" veya "Siz, bizi niye Avrupa Birliği'ne almıyorsunuz?"
Şimdi bunlar genellikle Türkiye'de bürokrasinin bilhassa liderlerin önüne koyduğu konulardan bir tanesi.
Herhangi bir şey olduğunda "Efendim, tamam ama Avrupa Birliği de üyelik konusunda ve üyelik sürecinin devamı konusunda bize verdiği sözleri yerine getirmedi" deniliyor.
Bunları dediğiniz zaman, aslında Avrupa Birliği'nin de epeyce bir karşı mazereti vardır. Onlar da hemen aynı şeyleri söylemeye başlarlar. Ve bu sürecin sonu yoktur.
Nitekim Türkiye Türk yetkililerin bu konuda yaptıkları açıklamalar üzerine Avrupa Birliği tarafı da hemen "Türkiye'nin daha önce verdiği sözleri tutmadığını", "yapması gerekenleri yerine getirmediğini" vs. söyleyerek konuyu şimdilik kapatmış hale geldiler.
Bu aslında bir çıkmaz sokak. Bu konuyu bu şekilde, kavgalı bir şekilde ele almanın bence hiçbir önemi yok.
Çünkü dış ticaretimizin büyük bir bölümünü yapmakta olduğumuz Avrupa Birliği'yle ilişkilerimizin daha istikrarlı yürümesi herkes için çok faydalı.
Şimdi önce şu tespitlerle başlayalım:
Birincisi, 85 milyonu aşan ve her yıl 1 milyon civarında artan bir nüfusu ile Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne herhangi bir şekilde üye olması mümkün değil.
Avrupa Birliği'nin şu anda Almanya dahil en büyük nüfusuna sahibiz. Bu nüfusla Avrupa Birliği'ne normal şartlarda girdiğimiz zaman, Avrupa Birliği'nin kurumlarındaki en yüksek temsil haklarına sahip olmamız gerekiyor.
Ve Avrupa Birliği'nin başta tarım ve yapısal politikalarının içindeki sorunların en büyük kısımlarını almamız lazım.
Bunları bize tahsis etmeleri vermeleri mümkün değil. Nitekim daha önceki belgelerde Türkiye için hazırlanan müktesebatta 17 Aralık 2004 Avrupa Liderler Zirvesi sonuçların da; daha sonra Ekim 2005 tarihli Türkiye müzakere çerçeve belgesinde "bunların böyle olamayacağını, Türkiye'nin daimi olarak Avrupa Birliği'nin tarım ve yapısal politikalarının dışında tutulacağını; yani deregasyon olacağını, ayrıca Türkiye'ye serbest dolaşım verilemeyeceğini; bunların verilmesi halinde zaten Avrupa Birliği içinde olağanüstü bir kargaşanın ortaya çıkacağını…" bunların hepsini zaten kayda geçirdiler.
Ve dediler ki; "Kardeşim Türkiye ile yürütülen müzakereler es kaza sonuca ulaşırsa bile, bu üyelik bütün bu alanlarda kısıtlanmış olacaktır."
Zaten bunları yan yana getirdiğimizde benim o zamanlarda yaptığım bir değerlendirme vardı.
Biz sanki şu anki mevcut ilişkilerimizi Avrupa Birliği üyesi olmuşuz gibi kabul edecekmişiz gibi, bize bir platform sundular. Ve bunu da normal Avrupa Birliği'yle müzakere süreciymiş gibi yutturdular.
O zamanki hükümetlerin birçoğu da -ki buna mevcut hükümetin de ilk 10 yılı dahil- bunu böyle kabul ettiler ve gittiler.
Bu karşılıklı bir aldatmacaydı. Onlar bize sanki üye olacakmışız gibi davrandılar, biz de sanki üye olacakmışız gibi halka anlattık.
Bunun da sebeplerine kısaca değineceğim.
Şimdi demek ki bir nüfus, ikincisi yaşadığımız coğrafyanın Avrupa Birliği açısından çok çetin olması ve kültürel olarak da "Avrupa Birliği'nin kendisini oluşturan kültürel ve tarihi değerler açısından Türkiye'nin bu tarihi değerler ve kültürün bir parçası olmadığı" ön yargısıyla hareket etmekte olduğunu düşünürsek, Avrupa Birliği içinde Türkiye'nin yerinin olmadığı açık.
Nitekim geçen günlerde Türk yetkililerin bu yöndeki açıklamalarını Avrupa Birliği tarafı gayet çerçeveli sözlerle açıklamaları yaparak bunları reddettiler.
Avrupa Birliği tarafı hemen konjonktürel gerekçeler ortaya atarlar: "Şu anda Türkiye'nin otoriter bir yapısı, demokrasi eksikliği söz konusu", "Hukukun üstünlüğü tam uygulanamıyor" vs.
Ancak, AK Parti'nin geçmiş yıllarda Avrupa Birliği'nin ve Batı dünyasının adeta sevgilisi olduğu yıllarda yaptığı reformlar, işte ilerlemeye yönelik attığı adımlar vs. alkışlanırken de Avrupa Birliği öyle bir müktesebat oluşturdu ki Türkiye'yi tam ve eksiksiz bir üye olarak almak ve bu konuda bir yol haritası sunmak yerine, kelimenin tam anlamıyla Türkiye'nin nasıl ve neden doğru dürüst bir üye olamayacağına dair bir mevzuat ortaya çıkardı.
Dolayısıyla demek ki Türkiye'nin nüfusu, coğrafyası ve farklı kabul edilen kültürü dolayısıyla Avrupa Birliği tarafından alınması mümkün değil.
Bir de zaten bu Avrupa Birliği'yle aramızdaki mevzuatın içinde, özellikle müzakere çerçeve belgesinde vurgulayarak koydukları bir hüküm de "hazmetme kapasitesi"ydi.
Orada diyorlardı ki;
Türkiye bütün bu önüne konulan engelleri aşsa, kriterleri yerine getirse bile, sonuçta Avrupa Birliği tarafı hazmetme kapasitesini dikkate alacaktır.
Yani şunu demek istiyor:
Bu kadar büyüklükteki bir ülkeyi biz üye yapabilir miyiz?
Şimdi bütün bunları bir araya getirirsek bu zehirli sürecin devamının herhangi bir şekilde arzu edilir olmadığı ortada.
Çünkü siz bu sürece yeniden girerseniz, şimdi Türkiye'ye deseler ki "filanca faslı açıyoruz", "filanca faslı yeniden harekete geçiyoruz, hadi gel gir…"
O zaman Avrupa Birliği'nin yumruk menziline girilmiş olunuyor.
Mesela Avrupa Birliği'nin bu sürecine dahil olduğunuzda nasıl bir Kıbrıs politikası izleyeceğinizi düşünüyorsunuz?
Çünkü Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla Avrupa Birliği'ne üye yapılan Rum korsan devleti, ensemizde boza pişirecek ve diyecek ki;
"Kardeşim, sen beni ne zaman tanıyacaksın? Avrupa Birliği'yle 2004 yılın aralık ayında imzaladığın uyum protokolünü ne zaman uygulamaya koyacaksın? O protokolü uygulamaya koymalısın ki Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti bir tabela devletine dönüşsün. Adanın tümüyle yapılan ticaret benim gümrüklerimden geçecek hale getirilsin. Ve benim uçaklarım ve gemilerim senin havaalanlarına ve limanlarına rahatlıkla giriş çıkış yapabilsinler. Beni de resmi olarak tanımak zorunda olduğunun farkındasın, değil mi?" diye tepemize binecek.
Yunanistan da daha önceki yıllarda yaptığı gibi, bütün Ege'nin adeta bir Yunan gölü haline dönüştürülmesini bizim tarafımızdan kabulünü isteyecek.
Bunlar zaten belli, bilinen şeyler. Şimdi bu sürece girdiğimiz takdirde bizim ayrıca PKK'yla Türkiye'nin içinde, PYD-YPG'yle Suriye'de falan mücadele etmemiz de mümkün değil.
Dolayısıyla bu sürecin anlamı yok.
Ha şu denilebilir;
Bize çok kutupluluğun da etkilerinden faydalanarak, Avrupa Birliği'yle ve Batı'yla ilişkileri düzeltmek istiyorsak bir hızlı üyelik sürecinden bahsedebiliriz.
Bu ancak stratejik ve jeopolitik gerekçelerle olabilir.
Ama Türk yetkililerin yaptığı açıklamalara Batılıların verdikleri karşılıklardan görüyoruz ki böyle bir ihtimal de yok.
Örneğin Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Avrupa Birliği süreciyle İsveç'in NATO üyeliğini pazarlık etme yönündeki açıklamalarına, hem Avrupa Birliği yetkilileri -özellikle Almanya Başbakanı- hem de Amerika ayrı ayrı açıklamalarla karşılık verdiler.
Ve dediler ki "Avrupa Birliği ile NATO ayrı ayrı süreçlerdir."
Bu, bize karşı kullanılan büyük bir yalan.
Yani 1990'ların sonlarından itibaren, Soğuk Savaş'ın bitmesinden sonra Avrupa Birliği'ne dahil olan bütün eski Doğu Avrupa ülkeleri önce NATO'ya girdiler.
NATO'nun sağladığı güvenlik ortamı sayesinde Avrupa Birliği'ne dahil oldular. Bu NATO ve Avrupa Birliği süreçleri birbirlerine paraleldir; iç içe gider.
Bunun bu şekilde uygulanmadığı belki de yegane ülke biziz. Ama bize bu yalanı söylemekte kararlılar.
O halde bütün bunlar ortadayken neyi arzu ediyor olabiliriz?
Buradan şuraya da geliyoruz:
Batı ile ilişkilerimizi biz onarma peşindeysek, çok kutuplu dünyada biz Rusya'yla iyi ilişkiler kuracağız, Çin'le iyi ilişkiler kuracağız, ama bir ayağımız NATO içinde ve Batı'yla iyi ilişkiler şeklinde devam edecek istiyorsak bu makul ve mantıklıdır; bu dengeli ve dikkatli bir dış politikadır.
Benim her zaman destek verdiğim bir politikadır ama orada da yapmamız gereken şey şu: Batıyla iyi ilişkiler kurmanın yolu Avrupa Birliği sürecini canlandırmaya çalışmaktan geçmiyor.
Günün birinde stratejik ve jeopolitik mecburiyetler Avrupa Birliği'ni Türkiye'ye dönüp de "Ya biz sizi bir anda, acil bir kararla Avrupa Birliği üyesi yapmak istiyoruz. Bunun için size bir sene süre vereceğiz ve hemen hızlı bir hızlandırılmış bir sürecin sonunda Avrupa Birliği üyesi yapmak istiyoruz. Ne dersiniz?" derlerse, onu dedikleri zaman bakılır bu konuya.
Çünkü o zamanki şartlar nedir, hangi stratejik ve jeopolitik mecburiyetler Avrupa Birliği'ni bu hale getirmiştir?
Onların o stratejik ve jeopolitik mecburiyetler bizim açımızdan, Avrupa Birliği üyeliğini cazip kılmakta mıdır?
Yoksa daha farklı seçeneklerle hepsini bir arada tutmaya çalışmak daha mı mantıklıdır?
Bunlar, o zaman değerlendirilecek bir konudur. Bugünden yarına bu konunun devamı mümkün değildir.
Dolayısıyla Batı'yla ilişkileri onarmak istiyorsak, burada çok kutupluluğun Türkiye'ye sunduğu fırsatları kullanmak ve o konularda da tutarlı olmak lazım.
Eğer birtakım aklı evvel bürokratlar, siyasetçiler, eski siyasetçiler filan "Efendim, işte biz Avrupa Birliği sürecini yeniden gündeme getirirsek Türkiye'ye daha fazla yatırım gelmesini filan sağlarız. Bu ekonomik krizde de ihtiyacımız olan budur" diyorlarsa buna da inanmamak lazım.
Çünkü yıllar içinde görüldü ki bu böyle değil. Yani yabancı yatırım çekmenin yolu başka bir şey, çünkü Avrupa Birliği'yle hiçbir üyelik bağlantısı olmayan pek çok Asya ve diğer ülkeler muazzam batılı yatırımlar çekerken, Türkiye bu konularda yeterince yatırım çekememiş olabilir.
Bunlar ayrı ayrı değerlendirilmesi gereken konular.
Dolayısıyla burada bence stratejik bir iletişim sorunuyla karşı karşıyayız.
Batılılarla bir araya geldiğimizde çok aşırı derecede Batıcı demeçler verirken -ki bu olabilir. NATO üyesi olduğumuzu, Batı'yla iyi ilişkiler içinde olduğumuzu NATO'nun çok eski bir üyesi olduğumuzu vurgulamak isteyebiliriz. Bunları yapmanın da yolları olmalı.
Ama bu AB sürecini gündeme getirirsek burada epeyce bir kafalar karışır. Yunanistan ve Rumların biti canlanır.
Ve hemen bir anda "Türkiye'den yeniden şunları şunları almak mümkün" diye düşünmeye başlarlar.
Kıbrıs konusunda adımlar atacağını beklediğimiz ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni tanımasını beklediğimiz ülkelerin kafasında "Ya bu Türkiye ve Türkler galiba iki devletli çözümden vazgeçiyorlar" fikrini veya şüphesini yerleştiririz.
Dolayısıyla bu mantıklı bir süreç değil.
Örneğin Cumhurbaşkanı Erdoğan, Çin Dışişleri Bakanı Şi Cinping'i kabulünde çok olumlu mesajlar vermiş. Gayet mantıklı. Çok kutupluğun ruhuna uygun.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, "Biz NATO'nun Asya Pasifik'te Çin'i kuşatmaya yönelik politikalarını doğru bulmuyoruz. Çin'in yükselişini de tehdit olarak görmüyoruz" diyor.
Bu doğru, mantıklı ve Türkiye'nin ulusal çıkarlarına uygun.
Dolayısıyla önümüzdeki günlerde mesela Cumhurbaşkanı Erdoğan, Putin'le bir araya geldiğinde de muhtemelen Rusya'yla ilişkilerimizin ekonomik, ticari, nükleer reaktör, askeri ilişkiler, hatta tüm politik ilişkilere dair vurgularda bulunacak.
Bir tarafla konuşurken stratejik iletişim ve yanlış anlama sorunları yaratacak şekilde konuşup, sonra öteki tarafla da benzer şekilde konuşursan, pek yerinde olmayabilir.
Ben örneğin baktığımda, Türkiye'nin bu çok kutuplu çizgide, çok kutupluluğun ruhuna uygun bir şekilde devam ettiğini görüyorum.
Ama ayrıca bir sorunu fark ediyorum ki o da stratejik iletişim sorunu.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish