Yaşamak ve yaşatmak için direnmek… Diyarbakır 5 No'lu işkence kampıyla yüzleşmek!.. (1)

Celalettin Can Independent Türkçe için yazdı

Diyarbakır Cezaevi Gerçeğini Araştırma ve Adalet Komisyonu'nu kuran insanlar, Diyarbakır 5 No'lu Askeri Cezaevi üzerinden toplumsal yaralarımızı sarmamız, Barış ve kardeşlik ilişkilerini örmemiz, Adil ve adaletli bir toplumsallığa olabildiğince katkı için yola çıktı.

Bu çalışmayı gerçekleştirenler, bugüne kadar birçok etkinliğe katıldı. Bazılarına doğrudan öncülük ederken, bazılarının sonuç yaratması için çaba gösterdi.

Bu kez Türkiye toplumunun barış ve kardeşlik içinde yaşama koşullarının sağlıklı bir temelde gelişmesi için son derece önemli bir çalışma ile toplumun karşısına çıktılar.

Bu çalışmanın konusu 12 Eylül sürecinde Diyarbakır 5 No'lu Askeri Cezaevi'nde yaşananlar oldu.

Türkiye, ne 12 Eylül darbesi ile ne de bu darbenin hâlâ sürmekte olan toplumsal-siyasal, kültürel, travmatik etkileri ile yüzleşti.

Biz, bu sürecin bir evresi ile yüzleşmeyi güncelleştirmek istiyoruz. Toplumda oluşan yarılma ve kırılmaları bir ölçüde ortadan kaldırmak istiyoruz.  

Toplumsal yaraları ve örselenmeleri adalet duygusu ile sarmak, en azından hafifletmek istiyoruz. Bu amaçla yola çıktık.

2007-2008 yıllarında "Diyarbakır Askeri Cezaevi Gerçeği ile Yüzleşme ve Adalet Komisyonu"nu bu amaçla kurmuştuk.

Diyarbakır 5 No'lu Askeri Cezaevini ele almamızın temel nedeni, 12 Eylül sürecinin en kanlı cezaevlerinden birisi olmasıdır.  

Kürtlerin ağırlıkta olduğu bu cezaevinde, Kürtlerin kişiliklerini ve kimliklerini imha etmeye yönelik şiddet uygulanmasıdır.

Bu konuda çok yaygın tanıklıklar olmasına karşın, bu anlatılanların resmi makamlar tarafından ciddiye alınmaması, toplumun geniş kesimlerinin ise olanı biteni bilmemesidir.

Zulüm ve haksızlık yapıldığına dair şikâyetler "arş-ı alemi" aştığı halde bu denli umursamazlığın, toplumun barışçı ve özgürlükçü geleceği önünde ciddi bir engel oluşturmasıdır. Bu düşünce ile yola çıktık.

Amacımız "öç almak olmayan", kendimizi "bir yargı organı" olarak tanımlamayan, hiçbir sivil toplum örgütü ve siyasi partinin "doğrudan uzantısı" olmayan "Diyarbakır Askeri Cezaevi Gerçeği ile Yüzleşme ve Adalet Komisyonu", temel metinde belirtilen amaçlar doğrultusunda çalışmalarını gerçekleştirmek oldu.

Diyarbakır Askeri Cezaevi'nde 1980-84 dönemini yaşamış, tanığı, mağduru hatta faili olmuş kişilere ve kaynaklara ulaşarak "gerçeğin ortaya çıkmasını", en azından bir duygu olarak "adaletin ortaya" çıkmasını ve sağaltıcı olmasını sağlamaya çalıştığımızı gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz.

Bir dönem Diyarbakır Askeri Cezaevinde kalmış bir tutuklu, "Diyarbakır Cezaevi'ni bir ya da iki, ya da on kişiyi dinleyerek anlayamazsınız" demişti;

Herkesi dinlemeniz gerek. Çünkü herkesin Diyarbakır'ı ayrı. Tablonun tamamını ancak hepsini dinledikten sonra görebilirsiniz.
 


Komisyonumuzun oluşumunda ve çalışmalarında temel rol oynayanlarımızdan, kıymetli bilim insanı, yol arkadaşımız Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı, Urfa-Suruç'da Vahit Vahit Akgün'ün Diyarbakır'ını dinlemişti…

O röportajın öne çıkan bölümlerini, içine Diyarbarbakır'daki kendi tanıklıklarımı da ekleyip Independent Türkçe'nin YouTube kanalı izleyicileri için bir nevi özetledim.

Bu çalışmayı bitirip stüdyodan çıktığım sırada mahkemeye yetişmek için gazeteden ayrılıyordum ki; editör arkadaşım sevgili Dora Mengüç'ün sesini işittim. 

Şebnem Hoca'nın tahliye edildiğini söylüyordu. 

Koridordaki o haberin bende bıraktığı iz bir sevinç dalgası hissi oldu. 

Hele de Şebnem Hoca'nın savunmasını Adnan Yücel'in "Bitmedi bitmeyecek bu kavga, yeryüzü aşkın yüzü olana kadar!" mısralarıyla bitirmesi var ya…

Seni en derin devrimci duygularımla selamlıyorum yoldaşım Şebnem!
 

Fincancı.jpg
Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı tahliye oldu / Fotoğraf: Twitter

 

Aşağıdaki çalışmayı, bıraktığın izleri içeride okuman, yeniden anımsaman için düzenlemiştim. 

Dışarıda okursun artık.

Hep beraber okuyalım…
 

Fincancı (1).jpg
Fotoğraf: Eylem Nazlıer-Evrensel

 

Şebnem Korur Fincancı: Görüntülü kayıt olacak sizce bir sakıncası var mı?

Vahit Akgün: Yok hiçbir sakıncası yok.

Şebnem Korur Fincancı: Çok teşekkür ederim Vahit Bey. İstediğiniz zaman ara verebiliriz, hani çay içmek isterseniz, dolaşmak isterseniz, bir ihtiyacınız olursa hemen bana söyleyin.
Adli Tıp'taydım ben zamanında, onun için bu alanda da çalışıyorum, özellikle işkence görenlerle çalışıyorum. Siz galiba 1980'de girmişsiniz Diyarbakır Cezaevi'ne. Biraz söz eder misiniz? 1980'de 17 yaşında olmalısınız değil mi?

Vahit Akgün: Evet.

Şebnem Korur Fincancı: Ne yapıyordunuz, öncesinde? Nerede yaşıyordunuz?

Vahit Akgün: Urfa- Suruç'ta yaşıyordum. 12 Eylül süreci geldiğinde ben lise 2'deydim. Devrimci gençlik içerisinde siyasal faaliyetlerin içerisindeydim.16-17 yaşında gencecik bir insan...Tabi biliyorsunuz gençliğin verdiği heyecanlar da var ama militanlık düzeyim yoktu, sempatizandım...

Yakalananların ifadeleri doğrultusunda ben de aranmaya başlandım, Suruç'ta 2 Ekim 1980'de yakalandım.

Yaklaşık İki gün Suruç Emniyet Amirliğinde kaldım. Kaba dayağa maruz kaldım. Sonra bizi Urfa'ya götürdüler. Urfa'da sorgu yerinde yer yoktu, o kadar yoğun gözaltılar vardı ki. O yüzden bizi Urfa Tugayı'na götürdüler. Tugay'da büyük bir spor salonu vardı, yaklaşık 300 kişi o spor salonunda kalıyordu. Gruplar halinde sorguya götürülüyordu.  Urfa Tugayı sorgu sürecinde 30 gün kaldım. Sorgu süreci bittikten sonra bu sefer Diyarbakır İstihkam Taburu'na götürüldük, İstihkâm Taburu'nda da 40 güne yakın kaldık. O da gözaltı süresi idi.

En sonu tutuklandık ve Diyarbakır 5 No'lu Askeri Cezaevi'ne götürüldük. Tek kişilik hücrede dokuz kişi, 40 güne yakın kaldık. Girdiğimizin ikinci günüydü, 35 ve 36 diye tabir edilen hücre bölümü dörder katlı her bir katında 10 hücre vardı, toplamda 80 hücre vardı. Bunlar tek kişilik hücrelerdi ama yani gelen bir grup eğer 30 kişi de gelmişse, tek kişilik hücreye konuyordu. Öyle altlı üstlü kalıyorlardı.

Biz Diyarbakır 5 No'lu'nun hücrelerine gittiğimizde, Aralık ayının başıydı. Aralık ayı, Diyarbakır'da kışın en sert geçtiği dönemdir. Hücrelerde ön tarafta demir mazgallar var. Korunaklı değil, yani dışarıdaki soğuk olduğu gibi içeriye giriyor.
 

Vahit Akgün.jpg
Vahit Akgün

 

Şebnem Korur Fincancı: Dışarıya açık yani...

Vahit Akgün: Açık. İkincisi, dokuz kişiye her öğünde sadece bir kepçe yemek, bir günde de bir somun ekmek veriyorlardı. Tuvalet hücrenin içinde. Af edersiniz tuvaletinizi hücre içinde yapıyorsunuz, su yok, yıkanma hiç yok.

Hepimiz bitlenmiştik. Saç, sakal, tırnaklar uzamış. Kir pas içinde, her türlü hastalığa açık durumdaydık. Yemek vermiyorlar, kantin üzerinden mevcut fiyatın 10 katı fazla fiyat biçtiklerinden paranız hemen tükeniyor, görüşmecilerinizle görüşme imkânınız yok, hücredesiniz. Aileniz sizin Diyarbakır 5 No'lu Cezaevi'nde olduğunuzu bile bilmiyor. Yani kimsenin sizi izlemesi, bilmesi durumu da yok.

İşte bu koşulların biraz da olsa düzelmesi için Açlık Grevi başladı. Biz zaten açız ama açlık grevine başlamak zorunda kalıyoruz.  

Bize normal ekmek vermeyen idare, Açlık grevine başladığımız gün, kişi başı birer pide. Vermeye başladı. Almıyoruz, kabımızı, çatalımızı, bıçağımızı atmışız açlık grevine giriyoruz diye. Israrla o gün bütün hücrelere çuvallarla ekmek getirdiler. Amaç eylemi kırmak. Bir aydır açız, ekmeğe saldırmanı, eylemini kırmanı bekliyor. Fakat tabi böyle bir şey olmadı, her ne kadar örgütlü olmasa da, kitle yaşanılan o ağır koşullardan kurtulmak için öyle bir şeye tenezzül etmedi. İdare istediği sonucu alamayınca birkaç gün içerisinde de oradaki insanları koğuşlara dağıttı...

 
Şebnem Korur Fincancı: Peki mesela hücre diyorsunuz bir kişilik hücrede dokuz kişi kalıyor. Büyüklüğü ne kadar mesela bu odayla karşılaştırdığınızda?

Vahit Akgün: Bu odanın üçte biri kadar.

 
Şebnem Korur Fincancı: O zaman ya ayakta duruyorsunuz ya da üst üste yatıyorsunuz?

Vahit Akgün: Dokuz kişi istiflenmiş gibi üst üste yatıyoruz. Bizim yine iyiydi, yanımızda Hilvanlılar kalıyordu, onlar 20 kişiydi ve hücre içerisinde ancak ayakta bekleyebiliyorlardı, çünkü 20 kişinin öyle bir ortamda oturma şansı yoktu. Bir kısmı ayakta dururken, bir kısmı yatıyordu. Öyle sıralamaya geçerlermiş.

 
Şebnem Korur Fincancı: Peki orada hasta olan ya da hastaneye götürülmesi gerekecek kadar kötü duruma gelen oldu mu, sizin o hücrede kaldığınız süre içinde?

Vahit Akgün: Bizim hücremizden kimse gitmedi. Ama bilemiyorsun, yanındaki hücre ile irtibatınızı kurma şansınız bile yok. Çünkü hücreye girer girmez hemen işkence faslı başlıyor. Yanındaki koğuşla herhangi bir iletişim kurmanız işkence sebebidir.

Örneğin, 13-14 yaşında Hilvanlı bir arkadaş vardı, karavana geliyor, içinde kapuska var. Kapuskanın kokusu çok ağır... İbrahim Tatlıses'in o dönem meşhur bir türküsü vardı, "vicdansız Sabuha" ... Arkadaş da bu türküden esinlenerek vicdansız kapuska diye bu türküyü mırıldanıyor.

Asker bunu nasıl duyuyorsa artık, "kim söyledi, çıksın" diye bağırıp çağırmaya başladı. Buna karşı bizde arkadaşlarımıza 'kimin söylediğini biz söylemeyelim, toplu tavır gösterelim ki dayak herkese eşit yapılsın, böylece söyleyen arkadaşımız fazla işkenceyle maruz kalmasın' dedik ve böyle de davrandık.

Tabi birkaç sefer geldiler, gittiler tehdit ettiler. Sonunda hücre temsilcilerini, götürdüler. 'Ya söylersiniz ya sizi götürüp buzhaneye atacağız' şeklinde tehditlerde bulundular.

Aldırmadık. Tabi gidip gelince, diyen arkadaş çocuk da olsa 'benim yüzümden insanlar işkence görüyor, ben söyleyeceğim' dedi ve söyleyince çocuğa saatler süren işkence ve feryat figan...

Çocuk daha 13-14 yaşında, onun hücrede vahşice, gözümüzün önünde kafa, surat kanlar içerisinde her tarafını kalaslarla, coplarla morarttılar, bu da yetmedi, hepimizi, Hilvan grubu dahil, bizi götürdüler sıra dayağından geçirdiler. Ellerimize kalaslarla vurunca kan fışkırıyordu. Böyle bir dayak faslından da toplu biçimde geçtik.

 
Şebnem Korur Fincancı: Peki 'kalas' dediniz, o kalaslarla ilgili özel bir şey hatırlıyor musunuz? Kalasların bir özelliği var mıydı?

Vahit Akgün: Kalaslar böyle dörtgen şeklinde, kolay kolay kırılmayan, ağaç cinsindendi. Cezaevinin bütün süreçlerinde de kullanıyorlardı.

 
Şebnem Korur Fincancı: alaslar için, hani kalasları getir mi diyor mesela, hani özel kalas diye mi?

Vahit Akgün: Geldikleri zaman her birisinin elinde kalaslar vardı. Mesela koğuştasınız, hücredesiniz, sayıma geliyorlar, zaten geldiklerinde ellerinde birer tane kalas oluyordu. Mutlak suretle sana işkence yapacak, yani kaba dayak atacak.

Ne yapıyor? İşte ‘sen niye yukarı baktın' ya da ‘sen niye aşağı baktın' diyor. Yani mutlak suretle o anda bir bahane buluyor. Zaten hazırlıklı gelmişler, gelirken ellerinde kalaslar coplarla, gelmişler, hazır bekliyorlar, çaresi yok seni dövecekler...

 
Şebnem Korur Fincancı: Kalasın üstünde yazı mazı bir şey var mıydı?

Vahit Akgün: Vardı. Ben onu sorguda görmüştüm, "hak yemez Haydar, isterse kaytar" benzeri yazılar vardı.

 
Şebnem Korur Fincancı: Diyarbakır'dakinde de var mıydı?

Vahit Akgün: Vardı.

 
Şebnem Korur Fincancı: Peki bu hücredeyken her durumda böyle sürekli dövüyorlar mıydı?  

Vahit Akgün: Günde iki posta, sabah akşam faslı ya da az evvel dediğim gibi mutlak bir şekilde ekstradan bir şey çıkıyordu. Şu ana kadar dediğim dönem, Esat Oktay Yıldıran öncesi dönem. Yani 12 Eylül 1980 ile 1980 Aralık dönemi ki Esat Oktay Yıldıran henüz Diyarbakır'a gelmemiş daha iç güvenlik amiri olarak...

Mevlüt Astsubay diye bir işkenceci vardı, onun dönemi. Yani daha kaba bir dönem, işkence anlamında daha kaba uygulamalar vardı.

Oktay Esat Yıldıran dönemi çok daha farklıydı ve sadece kaba dayak, kaba işkence yapılmadı... Mesela sorduğu soruyu bile size işkence haline getiriyordu. Tuvalete gitmeniz, banyoya gitmeniz, yemek yemeniz, sigara içmeniz, yürümeniz, yani yaşamın bir bütününü size işkence haline getiriyordu. Tecrit, izolasyon, her şey var...

Düşünün ki 130-140 kişi bir arada kalıyorsunuz, ama birbirimizle iletişim kuramıyorsunuz. Havalandırmada, koğuş içinde mesela ajanlaştırma, kişiliksizleştirme dayatılıyor. Kaçakçıyı getiriyor, eroinciyi getiriyor, farklı insanları getiriyor aranıza koyuyor.

Zayıf kişilikleri getiriyor aranıza koyuyor. Her hareketiniz kontrol ediliyor, mimikleriniz bile... Nispeten dayanışma gerektiren yaşam alanlarımızı dahi dağıtmak için elinden gelen herşeyi yapıyor.

Bilgi akışı olduğu gibi ona gidiyor. Bu bilgi doğrultusunda insanlar hücreye götürülüyor, dağıtılıyor ya da işkence yapmaya götürülüyor.

Zaten bir süre sonra yardımlaşma, dayanışma ile ilgili yaşam alanlarımız her şeyi ile ortadan kalkıyor. Bu kez insanlar bireysel yaşam kaygısına düşmeye başlıyor. Sizi kendi karşıtına dönüştürmeye, kişilik olarak sizi hiçleştirmeye çalışıyor.

Esat Oktay Yıldıran ilk geldiğinde bize şunu söylemişti, hatırlıyorum, ‘ben dedi Metris, Mamak, Sağmalcılar, Tunceli Cezaevi'ni dize getirdim, buraya geldim. Siz eğer benim söylediklerimi yaparsanız burası sizin için bir kamp olur, yok dediklerimi yapmazsanız, burası sizin için bir cehennem olur.'

Ve dediği gibi orası bizim için bir cehennem oldu.

Ben 15 aya yakın bir süre kaldım orada, işkencenin en yoğun yaşandığı dönem oldu o dönem... İşte daha çocukluğunuzu tamamlayamamışsınız, o anda sizin dünyanıza dayatılan ağır işkencelerle, çocuk aklınızla, bilginizle kabullenemiyor, teslim olmamalı, devrimcisiniz idealiniz var, direnmeliyim, diyorsunuz...

Ama öbür yandan yaşamın dört bir alanında daha bir cehenneme dönüştürülmüş ortamda, her türlü insani koşullardan mahrumsun. İşte buna ne kadar direnebilirsin ne kadar ayakta kalabilirsin?

Senin dünyayla irtibatını kesmiş, bırakın dünyayı, sen yandaki koğuşta neler oluyor bilmiyorsun.  Hatta bazen aynı koğuşta kalan arkadaşlara ne yapılıyor, bunu bilemiyorsun.

Çünkü koğuş içinde bile tecrit ve izolasyon var. Her an sizin koğuşunuzda birileri gidiyor, mesela sizin yaşamınızla, hareketlerinizle ilgili idareye bilgiler veriyor. Dolayısıyla koğuş içerisinde, 30-40 kişi içerisinde aslında bir yerde kendinizi yalnız hissediyorsunuz. Yalnızsınız.

Dayanışma, birlikte olma, birlikte hareket etme, birlikte direnme önemlidir. Bu aynı zamanda sizin moral ve motivasyonunu da artırıyor.

Ama böyle parçalı duruş, insanların birbirinden korktuğu, çekindiği, işte her an birileri beni idareye ispiyonlayabilir, bu şey yüzünden çok vahşi işkencelere tabi tutulabilirim, bunun insanın iç dünyasında yaratmış olduğu duygu ve düşünceler, sizi ister istemez kendinizi kalabalığın içinde yalnız hissetmeye itiyor. Zaten asıl yaratılmak istenen de odur.

Oktay Esat Yıldıran'ın yöntemleri bellidir. Onun yapmak istediği de siyasi tutsakları, hiçleşen, kendi karşıtına dönüşen, kendi değerlerine düşman hale getirilen, posası çıkmış hale getirmekti.  Bu duruma getirdiklerinde tahliye de ediyorlardı. Çünkü artık ondan bir şey çıkmazdı. O bütün insani değerlerini, bütün ideallerini bırakmış, terk etmiş bir insan müsveddesine dönüşmüştü.

 
Şebnem Korur Fincancı: Kaçıncı koğuştaydınız?

Vahit Akgün: En son 32. Koğuştayım. İlginçtir hücreden çocuk koğuşuna gitmem gerekiyordu ama...Cüssem biraz iriydi... Diyelim ki benden yaş olarak büyük olanlar vardı ama daha çocuk görünüyorlardı, çocuk koğuşuna götürüldüler. Ben o dönemde 17 yaşındaydım, beni götürmediler. Yapım biraz daha iriydi, yani 17 yaşımdan fazla görünüyordum ki ben çocuk koğuşuna gitmedim.
 

1048616-993179300.jpg
Fotoğraf: Doğuş Öztürk/Independent Türkçe

 

Şebnem Korur Fincancı: Mesela cezaevindeki bir gününüzü anlatsanız, sabahtan akşama kadar neler oluyordu? Oktay Esat Yıldıran zamanında özellikle yani, o dönemde daha ağır olduğunu söylediğiniz için...

Vahit Akgün: Oktay Esat Yıldıran geldikten sonra nöbet sistemi işletti. İşte koğuş temsilcisi, temsilci yardımcısı, her mazgal açıldığında işte gardiyanlar olsun, subaylar olsun, kim gelirse gelsin, temsilci gider mazgalı açar, topuk selamı verir, kısa künyesini okur.

Günlük olarak koğuş temsilcileri, gece akşamdan sabaha kadar 2'şer saat nöbet tutarlar, iki kişi. O anda kim ne yapıyor, rapor edeceksiniz. Kim ne yapıyor, kim ne yapmıyor, rapor vereceksiniz. Yani Sabah 07.00 kalk saatidir. Kalk saatiyle birlikte sayım yapılır.

Ama sayımda mutlak suretle bir şey olur. Zaten hazırlıklı gelinmiştir.  Ondan sonra sağdan başla, bir, iki, üç, dört, beş... şeye kadar. Tabi o anda birisi yüksek sesle ya da kısık sesle söylediği zaman o koğuş bir sıra dayağından geçer. Tekrar baştan başlar, tekrar yapar, tekrar bir sıra dayağı.

Sıra dayağı bittikten sonra kahvaltı faslı. Hiçbir zaman bir insana yeterli olacak kadar yiyecek bir şey yok. Ölmeyecek şekilde yaşamına yetecek kadar bir yemek ve ekmek veriliyor. Sonra havalandırma.

Havalandırmaya çıkmanız askeri eğitimdir. Sabahtan öğleye, öğleden akşama eğitim yaptırıyorlar size. Tabi eğitimde ve yürüyüşte marşlar söylenir. Eğitimde olsun, yürüyüşte olsun, marş söylerken olsun, eksik gedik aranır, bulunur da. Sonra gelsin işkence...

Akşam sabah benzeri sayım vesaire tekrarlanır...

 
Şebnem Korur Fincancı: Kaç marş öğrendiniz orada?

Vahit Akgün: 60'ın üzerinde marş öğrendim. Tabi öncelikle Atatürk'ün gençliğe hitabesini... Milli Güvenlik Kurulu ders kitabı vardı.

O ders kitabı bütünüyle ezberlenirdi. "Sayfa ondan başla" derler, dediği sayfayı aramadan ezbere anlatırsın, birden "kes" derler ve bir başkasına sayfa numarası dahi söylemeden "devam et" derler... Herkes o kitabı noktası, virgülüne kadar ezberlemek zorundadır. Ezberlemediğin zaman tabi envai çeşit işkencelerden geçersin...

Oktay Esat Yıldıran ilk geldiğinde "İstiklal Marşı'nı okuyun size karışmayacağım," demişti. Okuduk, ama karıştı; 10 kıtasını ezberleyeceksiniz, dedi. Ezberledik, Harbiye Marşı dedi, ezberledik, Eskişehir Marşı dedi, ezberledik, Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi dedi, ezberledik Milli Güvenlik Kurulu kitabı dedi, ezberledik, derken 60 marşı işkence ve sopa altında ezberlemiş oldum, daha fazlasını da ezberleyenler oldu...  

 
Şebnem Korur Fincancı: Okuma yazması olmayanlar ne yapıyor?

Vahit Akgün: Okuma yazması olmayanlarla ilgili olarak cezaevinde tutuklu olan lise, dengi ya da üniversite mezunlarından bir tutuklu görevlendiriliyor, onlara mutlak olarak okuma yazma öğretmesi emrediliyordu.

Yani sorumludur, okuma yazma öğretemediği dönem boyunca o görevli öğretmen de her gün 3-5 posta dayaktan geçiriliyordu. Kesinlikle okuma yazmayı ezberletecek ve öğretecek... 65-70 yaş üzeri insanlar vardı. Zordur bu insanları zorlayarak ezberletmek.

Onlar da sıkıntı çekiyordu. Kendileri ezberleyemediği ya da okuma yazma bilmedikleri için başka tutukluların onlar için de dayak yemesi acı vericiydi. Tabi sadece görevli öğretmenler, ezberleyemeyenler, öğrenemeyenler değil, bunların ve görevli öğretmenlerin koğuşları da toplu olarak işkence ve dayaktan geçiriliyordu.  

İşte havalandırmaya çıkıyorsunuz, eğitim başlıyor. Tabi bir müddet sonra bakıyorsunuz, bir grup gardiyanın elinde kalaslar var, işte içeriye dalıyorlar.

Eğer kış ayında ise, kar vardır, tutuklular olduğu gibi havalandırmadadır. Karlarda sürünme ve sürünme aracılığıyla karları bir yerde toplanan emredilir. Sürünmenin sınırı yoktu. Yüz üstü sürün, yan sürün, sırt üstü sürün...Sürünürken de askerler, gardiyanlar üzerinizde tepiniyor.

O anda postalı sizin kafanıza mı gelmiş, gözünüze mi gelmiş, nerenize gelmişse artık umurlarında değil... Sizi bir hamur yoğurur gibi, ayaklarıyla çiğniyorlar. Sırt üstü sürünürken hassas yerlerinize, hayalarınıza basıyorlar, tabi karnınıza da...

Yüzüstü sürünürken kafanıza, sırtınıza vesaire basıyorlar. En çok yaptıkları işkence türlerinden biri, bu iki parmağınızla (işaret parmağını gösteriyor) ve ayak baş parmaklarınız üzerinde saatlerce duruyorsunuz. En ufak bir hareketinizde kalaslarla başınıza, kıçınıza, sırtınıza her tarafınıza vuruyorlar.

Hele bir de sizi "soyun" deyip çıplak bir şekilde karı eritmek için yüzüstü süründürmeleri...Birçok insanımızın vücudunda yanmış gibi izler kaldı...

Tabi bir sonraki şey de "lağım çukuruna girin" diyorlardı, yani o bokun içerisine.  Üzerinize sürün diyor, arkadaşınıza sürün diyorlar. Her seferinde yedirdikleri de oluyor. Yaklaşık olarak bu fasıl birkaç saat sürüyor.

 
Şebnem Korur Fincancı: Havalandırmayla devam edelim.

Vahit Akgün: Sabahı, kalkışı ve yaptırılanları, sabahtan öğleye yatırılanları kısaca da olsa anlatmıştım.

Öğlen içtiması yaptırılıyordu. Ne kadar yemek yenirse artık, öğlen yemeğinden sonra dediğim gibi o Milli Güvenlik Kurulu kitabını birimiz okuyor, diğerleri tekrarlıyordu. Böylece bütün o koğuşa o kitap ezberletilmeye çalışılıyordu.

 
Şebnem Korur Fincancı: Başınızda gardiyanlar mı duruyor bu arada?

Vahit Akgün: Gardiyanlar da geliyordu, onlar aracılığıyla yaptırıldığı gibi, tayin ettikleri koğuş sorumlularına da "bunu yaptıracaksınız" deniliyordu. Ondan sonra dediğim gibi marşlar ezberletiliyordu. İşte İstiklal Marşı ve diğerleri...

Her gün bunları tekrar tekrar söyletiyorlardı. Bazen bir günde yeniden o 60 marşı birlikte söylüyorsun. Bu böyle akşam yemeğine kadar akardı...

Akşam yemeğinden sonra yine sayım, yani içtima ve dayak faslı oluyordu.  Saat 20.00 yat saati. Kimse görünmeyecek...

Bazen ani baskın yapıyorlardı, herkes kaybolacak, yani ranzaların altına kaybolacak. Kaybolamayanları sopa bekliyordu.  Başın, kaşın, gözün artık her neresi gelirse...

Benim kaldığım bu süre içerisinde sol kolum zaten sakat kalmıştı. Sağ elimin normal beyaz halini hatırlamıyorum. Dayaktan dolayı hep çürüktü, hep simsiyahtı.

Günlük olarak zaten 3-4 posta kalaslarla, coplarla kaba dayağa maruz kalıyorsun. Fakat bir müddet sonra o kaba dayak, çok fazla şey yapmıyor size. Bünye buna alışıyor. Çok fazla acı hissetmemeye başlıyorsun. Ama asıl önemli olan psikolojik işkence. Yani uykunuz, yemeniz, içmeniz, banyonuz...

Ben kaldığım 15 ay içerisinde bir sefer hamama gittim. Kilot atletle bizi götürdüler. Güya yıkanacağız. Önce kaynar suyla haşladılar. Kaynar sudan sonra bu sefer buz gibi suyu üzerimize sıktılar.

Bizi hamamdan çıkardıktan sonra bize bir de koridorda ‘yüzüstü sürün, sırt üstü sürün' yaptırınca eski halimizden daha kirli bir şekilde koğuşa geldik.

Genelde sıcak su yoktu, biz yaz kış soğuk suyla, eğer fırsat bulabilirsek, tuvalette üzerimize soğuk su döküyorduk. 


Şebnem Korur Fincancı: Musluktan su akıyor muydu?

Vahit Akgün: Musluktan su akıyordu, Bazen kesiyorlardı. Üşüyorsun, kışın kar yağmış, her taraf buz. Diyarbakır'ın suyu da zaten buz gibi, o buz gibi suyla yıkanmak zorundasınız.

 
Şebnem Korur Fincancı: İçme suyunu nereden karşılıyorsunuz?

Vahit Akgün: Musluk suyundan karşılıyorsunuz.

 
Şebnem Korur Fincancı: Günün içinden devam etseniz...

Vahit Akgün: Dedik işte en geç akşam 20.00 yat saati. Herkes kaybolacak, yatağın içinde kimse konuşmayacak. Düşünün işte 140 kişisiniz, horlama sesi bile yasak.

Kesinlikle yattığınız zaman ses çıkmayacak. Uykunuz gelmiyor, sohbet etme ihtiyacı hissediyorsunuz, sohbet edemiyorsunuz. İnsan en nihayet sosyal bir varlıktır. İnsan konuşmak ister, paylaşmak ister. Dertleşmek ister. Dediğim gibi koğuşta 140 kişi içinde yalnızsınız.

 
Şebnem Korur Fincancı: Günün içinde böyle konuşmanıza müdahale ediyorlar mıydı?

Vahit Akgün: Günün içinde zaten o fırsatı size vermiyorlar ki. Sabah dediğim gibi başlıyor... Yani marşların ezberletilmesi, işte ondan sonra havalandırmada askeri eğitim, ondan sonra dediğim gibi dayak işkence faslı, öğle yemeği.

Öğleden sonra o marşları okumalar, kitapları okumalar. Yani size bir arada konuşma sohbet etme imkânı tanınmıyor. Diyorsunuz ki işte akşam yemeğimi yedim, hadi sayım oldu, dayağımı da yedim. En azından yanımdaki arkadaşla bile yatakta yorganı başınıza çekip fısıltıyla bir şey söyleyemiyorsunuz...

Korku var ya duyulursa ya nöbetçi sizi bildirirse? Çünkü siz idareye bildirildiğiniz zaman dışarı çıkarılıyorsunuz, koğuş içinden alınıp dışarıda işkenceye tabi tutuluyorsunuz. O daha çok vahşi oluyor. Kolunuz mu kırılır, başınız mı kırılır, kaburganız mı kırılır, hatta dayak yediniz, öldünüz mü, onların umurunda değil, kimsenin umurunda değil, hesap falan olmadığı için.

Dolayısıyla oradaki fiziksel işkence, uygulanan psikolojik işkence daha ağır geçiyor. Sizi izole ediyorlar. Yaşamın her alanını size işkence haline getiriyorlar. Dolayısıyla paylaşamıyorsunuz.

Bir yaşlı amca vardı yanımda Hacı idi adı, bazen derdi ki, ‘eğer bizim yediğimiz bu dayakları bir eşek yeseydi, affedersin çoktan ölmüştü.' Bu şunu da anlatıyor, insan iradesinin ne kadar güçlü olduğunu, bütün bu yapılanlara rağmen insanın direnebildiğini, yaşama tutunabildiğini...

Tabi bu arada travma geçirenler, bunalıma girenler, işte işkencenin insan üzerinde yaptığı psikolojik tahribat... İşkence faslı başladığı zaman kendini koyuveren insanların altına kaçırdığını gördük, o korku var ya... Korkunun yaratmış olduğu psikoloji önemli... yani mesele tamamen dayaktan korku da değil.

Psikolojiniz bozuluyor. İnsan olarak beyninizin, yüreğinizin kaldırabileceği her türlü şeyi 'ben kaldırırım' dediğiniz nokta bütün bunlar tüketiliyor. Dedik ya bireyi insan olarak var olma, insan duygularını koruma, muhafaza etme yerine gittikçe korkak sinik, işte birbirini ihbar eden, dayak yememek için arkadaşını öne atan bir birey haline getirmeye çalışıyorlar.

Tabi ki şu da var, büyük oranda bu travma etkili de oluyor. Birçok insan bunu yaptı, bu psikolojinin içerisine girdi. Bunu anlamaya çalışıyorsun. O andaki duyguları işte idarenin adamıdır, ajandır, o duygularınızla yargılamaya çalışıyorsunuz ama sonra bakıyorsunuz ki, birey bir tek durumdan ibaret değildir ki.

Her insan aynı ruhu taşımayabilir, aynı durumları kaldırmayabilir. Her insan işkenceye karşı, psikolojik işkenceye karşı aynı tavrı sergileyemeyebilir. Nihayet insan farklı duygu ve düşüncelerden oluşmuş bunu yaşayarak anlıyorsunuz... Bakıp görmeye çalışıyorsunuz, belki ona göre değerleriniz belki daha katı.

Belki o anki duygularınız daha doğru. Çünkü siz işkence görürken, direnmeye çalışırken, birisi de dayak yememek için sizi ölüme atıyor. Sonra diyorsunuz ki, sonra anlıyorsunuz ki, çünkü yaşananlar o kadar basit anlatılacak şeyler değil.

 
Şebnem Korur Fincancı: Bu koşullarda her şey yapılabilir...

Vahit Akgün: Anlatılacak şeyler değil. Aklınızın, hayalinizin almadığı, envai çeşit işkenceyle karşılaşıyorsunuz. Mesela size portakal getiriyor, 'portakalı kabuğuyla yiyeceksiniz. Karpuz getiriyor, karpuzu kabuğuyla yiyeceksiniz. Yemek getiriyor, çok yağlı, yağıyla birlikte yiyeceksiniz.'

Tiryakisiniz, sigara içmek istiyorsunuz, hiçbir şekilde sigara yok. Yasak. Ama on gün sonra geliyor, her birinize onar tane sigara veriyor, on tane sigarayı aynı anda size yaktırıyor, sonra "çek" diyor. "Çek çek, bırakma" diyor.  

Sonra “Bırak" deyinceye kadar bırakamıyorsunuz. Sonra da "birden çek bırak, çek bırak" diyor. Tıpkı uyuşturucu müptelaları, esrar içenler gibi sarhoş oluyorsunuz.

Bu oda kadar kaldığımız yeri düşünün, 140 kişi, her biri aynı anda onar sigara yakıyor, 1400 sigara yapıyor, 1400 sigaranın bir andaki sigarasını, büyük bacaların çıkarttığı duman gibi düşünün...

Ama siz normal zamanda sigara içmek istiyorsunuz. Ama yok, yasak. Görüşe giderken, koğuş dışına giderken ya da havalandırmaya giderken asker gardiyanların gözü üstünüzde, bir köşede bir izmarit görüyorsunuz, bir define bulmuş gibi, kimse görmeden, hissettirmeden onu almaya çalışıyorsunuz...
 

Vahit Akgün (2).jpg
Vahit Akgün 

 

Bir önceki belediye başkanımız vardı, yaşlı Hacı Nasran. Biz mahkemeye giderken koridorda böyle sıra sıra dizilmişiz, adını söyleyerek sen baba adını söylüyorsun, gardiyan Vahit Akgün diye bağırıyor.

Hacı Nasran'la yakın köylüyüz, o anda gayri ihtiyari beni görmek istedi, ben arka sıralardaydım, başını dönderdiği gibi ensesine vurdular, darbe karşısında kafasını duvara çarptı, bir daha vurdular bir daha çarptı, yani o anda bayağı bir dayak faslından geçirdiler

Görüşmecilerle Kürtçe konuşmak yasaktı. Annem ben hastanedeyken yanıma geldi, cezaevine gelirken görüştürmüyorlardı. Dediğim gibi Kürtçe konuşmak yasaktı. Annem de Türkçe konuşamadığı için de annem benimle görüşemiyordu.  Görüşsem ne olacak, yani normal görüşmecilerinle görüşsen ne olacak?

Havadan sudan bahsetmek bile bir dayak nedeni. Onlar da dayak yiyor, işkenceye maruz kalıyor. Diyelim ki köyde tarlanız var, buğday ekmişiniz ya da pamuk ekmişsiniz. Bunlardan bahsetmek bile siz dışarıya şifreli bilgiler veriyorsunuz diye, işkence nedeniydi.

Dolayısıyla, görüşmeciniz geliyor, 'merhaba, merhaba. Nasılsın, iyiyim, sen nasılsın, ben de iyiyim.'  Konuşulacak kelime hazinesi çok sınırlı. Onun dışında konuşamıyorsunuz.

İkinci bir şey ise, hiçbir şekilde görüşmecinizin gelmesini istemiyorsunuz. Çünkü görüşmecinize giderken olsun, özellikle de görüşmeciniz gittikten sonra olsun, büyük bir işkenceye maruz kalıyorsunuz. Görüşte belirtilen kelimeler dışında başka bir kelime mi kullandınız mı, tekrar kaba dayak, işkence...

Ondan sonra işte götürülüyorsunuz, çuval gibi koğuşa atılıyorsunuz. O yüzden istemiyorsunuz görüşçünüz gelsin.

Benden daha fazlasını yaşayan arkadaşlar vardı. Yani ben topu topu bir buçuk yıla yakın kaldım 12 Eylül sürecinde. Bunun kaç misli ağırını yaşayan arkadaşlar var. Çünkü işkence süreci katlana katlana 1984 yılına kadar sürdü.

Vahşet dönemi dediğimiz dönemin doruğa çıktığı dönemde tahliye oldum.

 
Şebnem Korur Fincancı: Dışarıya çıkarıldınız mı hiç, işkenceye maruz kaldınız mı yani koğuş dışında?

Vahit Akgün: E tabi. Bir seferinde görüşe çıkmıştım. Esat Oktay Yıldıran'ın Co adı verilen bir köpeği vardı, Görüş dönüşü Co benim hayalarıma saldırmıştı. Saldırınca gayri ihtiyari tekmeledim. Co'yu tekmeledim diye iki saat işkenceye maruz kaldım.

  
Şebnem Korur Fincancı: Peki bu kalasla dövme, tekmeleme dışında başka şeyler de yapıyorlar mıydı? Mesela başka işkencelere tabi tutulan oluyor muydu?

Vahit Akgün: O dönemde kalas dışında, kafaların duvara vurulması, sert cisimle vurulması, cezaevinde çoğu kez beyin kanamasına neden oluyordu.

 
Şebnem Korur Fincancı: Hayvanlara ısırtma falan gibi mesela?

Vahit Akgün: Co'yu saldırtıyorlardı. Bu da birçok işkence türüydü. Falakadır, kalastır, copla kaba dayaktır bu zaten günlük değişmez işkence türü... Daha ince işkence yöntemleri vardı. Saatlerce parmaklarınızın ucunda duvarda bekletme, karda kışta sırt üstü, yüz üstü süründürme, yüzüstü kar eritme süründürmesi, üzerinize postallarıyla basma ve hamuru yoğurur gibi çiğneme, Baş üstü lağıma sokma, lağım suyu içirme, pislik yedirme, bulaşık suyu içirme, birbirine pislik sürdürme, makata cop sokma ve diğerleri... kısacası akla hayale gelmedik başka işkence türleri...

 
Şebnem Korur Fincancı: Kolunuz nasıl sakat kaldı?

Vahit Akgün: Takunya ile gezerken düştüm kırıldı. Askeri hastaneye gittim ama on gün boyunca bana müdahale etmediler.

  
Şebnem Korur Fincancı: Diyarbakır Cezaevi'nde mi?

Vahit Akgün: Evet.

 
Şebnem Korur Fincancı: Kendiniz düştünüz, ama Askeri Cezaevi'nde hiçbir şey yapmadılar.  Alçıya almadılar mı?

Vahit Akgün: Hayır. On gün iki tahta ile bağladılar kolumu. Askeri hastaneye götürdüler. Hiçbir müdahale yapılmadan geri döndüm, sabah tekrar askeri hastaneye gittim ve orada yattım ama, on gün boyunca bana ağrı kesici iğne bile vurulmadı. İlaç bile verilmedi.

On gün kırık kolla, kolum şuradan şuraya şişmeye başladı (omuzdan dirseğe kadar olan kısmı gösteriyor) Sonra sarılaşmaya ve siyahlaşmaya başladı. Kangren oldum, büyük olasılıkla kesilir, diye düşündüm.

Doktorlar bana "üç gün boyunca bir şey yeme seni ameliyata alacağız" dediler ama birkaç kez her defasında 3-5 gün ertelendi. Sonuç olarak ameliyat oldum, platin falan ama kolum zamanında müdahale edilmediğinden sakat kaldı.

 
Şebnem Korur Fincancı: Kolunuzun neresi? Dirsek mi?

Vahit Akgün: Dirsek kemiği (sağ kol) şu dirseğim kırılmıştı. Şu anda mesela açılıp kapanmıyor. Pek güçlü değil. Belli bir ağırlık kaldırma gücü var, onun dışında çok fazla şey değil.

 
Şebnem Korur Fincancı: Başka bir yerde iz var mı, o zamandan kalma?

Vahit Akgün: Ayaklarımda kalan izler var yani.

 
Şebnem Korur Fincancı: Yaralar.

Vahit Akgün: Evet. Küçük küçük yara izleri kalmış...

 
Şebnem Korur Fincancı: Ayak tabanlarınızda bir şey var mı? Yürürken zorlanma, uzun mesafe yürürken?

Vahit Akgün: Var, zorlanma var. Yanma var. Oturduğumda kramp diyorlar, keçeleşme diyorlar, benzeri bir şey oluyor. Yürürken de dönem dönem oluyor.

Sırtımdan başlıyor, ayaklarıma vuruyor. O halde yürüyemiyorum, oturmak, dinlenmek durumunda kalıyorum.
 

Vahit Akgün (1).jpg
Vahit Akgün 

 

Şebnem Korur Fincancı: Hiç bunlar için bir sağlık kuruluşuna, hastaneye gitmediniz mi?

Vahit Akgün: Hiç gitmedim. En son ben 1997'de gitmiştim. İkinci sefer cezaevinden çıktığımda zatürre başlamıştı. Bir check up yaptırmıştım. Tabi o zaman bu türlü şeyler çıkmamıştı.

Dediğim gibi benden daha fazlasını yaşayan arkadaşlar vardı. Yani ben topu topu bir buçuk yıla yakın kaldım 12 Eylül sürecinde.

 
Şebnem Korur Fincancı: Peki, sizin koğuşta ya da yakınınızda çevrenizde ölen var mı?

Vahit Akgün: İşte şey vardı, benim koğuşta benden sonra ama kısa bir süre sonra İsmet Kanat (Tarak da olabilir) ölmüştü. Ama işte duyuyorduk, 33. koğuş karşımızdaydı, yani işte hücre döneminde duyuyorduk ama yine bizim tanık olduğumuz ölümler olmadı.

Çünkü en nihayetinde esas vahşet, ölümler bizden sonra, 1982'nin mart ayından sonra başladı. Çünkü ben 1982'nin başında tahliye oldum. Çıktım. Yani benim çıktığım dönemde Esat Oktay Yıldıran'ın cezaevinde kendini kurumsallaştırdığı, yani bütün o egemenlik sistemini oluşturmaya başladığı dönemdir.

 
Şebnem Korur Fincancı: Cop sokma falan gibi şeyler yaparlar, yaptıklarını söyleyen arkadaşlar olmuştu. Var mı böyle şeyler? Yani oldu mu, sizin tanık olduğunuz bir durum oldu mu hiç?

Vahit Akgün: Ben tanık oldum. Bizim koğuşta tanık oldum.

           
Şebnem Korur Fincancı: Herkesin içinde mi yaptılar?

Vahit Akgün: Herkesin içinde, herkesin içinde. Herkesin içinde arkadaşı soydular, çok büyük bir cop soktular, copu soktuktan sonra ağzını aç dediler bu sefer ağzına verdiler. Yani bu, birebir bizim gözümüzün önünde tanık olduğumuz.

 
Şebnem Korur Fincancı: Size de izlettiriyorlar.

Vahit Akgün: Bakmak zorundasınız, biz de tanık olduk. Gözümüzün önünde gerçekleşen bir olay.  

 
Şebnem Korur Fincancı: Peki o arkadaş yaşıyor mu hala?

Vahit Akgün: Az önce arkadaş buradaydı, yüzleşme görüşmesini yaptı. Kendisi anlattı mı anlatmadı mı bilmiyorum. Ben o yüzden ismini vermek istemem... Ama dediğim gibi benim tanık olduğum, benim koğuşumda tanık olduğum gördüğüm bir olay.

  
Şebnem Korur Fincancı: Sizin başınıza gelmedi...

Vahit Akgün: Gelmedi.
 


Şebnem Korur Fincancı: Siz 1982'de tahliye oldunuz, değil mi?

Vahit Akgün: Evet, 1982'de tahliye oldum.

 
Şebnem Korur Fincancı: Çok teşekkür ederim ben size. Çok yorduk. Ağzınıza sağlık. Paylaştığınız için teşekkürler. Paylaşmak çok kolay değil tabi ki biliyorum. Sağolun.

Vahit Akgün: Sizin de ayaklarınıza sağlık. Oradan buraya kadar geldiniz. Sizinle sohbet etmek de keyifliydi. Teşekkür ettim. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU