İslam vardır ama dünyası yoktur

Dr. Yüksel Hoş Independent Türkçe için yazdı

Görsel: Why Islam

"Gücün imtihanı ve aritmetiği" yazacaktım bu yazının adını ama daha farklı bir şey seçtim.

Gücün aritmetiği, birleşebilirliği, yönetimi üzerine uzun bir geçiş yapıp dersi tamamlıyoruz.

Pek yakında bu yazılara da bir son vereceğiz, işte o zamana dek bu satırlarla bir vizyon vermek istiyorum. Alabilene ve dilimiz döndüğünce tabii ki.

Güç ve sevgi. Orantısız olduğunda yıkıcı olabilen iki kavramdır.

İnsanların sevgileri de güçleri de çoğu kez bir şeylerle imtihan edilir.

Güç daha güçlü olanla, felçle, hastalıkla, ölümle imtihan edilir. Sevgi de çok çeşitli imtihanlara tabidir.

Sadece ana baba ve evlat arasındaki sevgi ise imtihan dışıdır. Bunun dışındaki her tür sevgi, imtihan edilir.

Allah sevgisi, şeytana uymaya, bir aşığın sevgisi baştan çıkarıcı bir bakışa, hayvan sevginiz, sağlamından bir ısırığa, bir ülkeye olan sevginiz ise orada yaşayacağınız kötü tecrübelere bakar.

Vatan sevgisi de çoğu kez iktidar hırsına…

İktidar hırsı, şatafat, makam, güç tutkusu, afrodizyak gibidir. İnsanı bir süre sonra avucunun içine alır ve karşılıksız sevilen vatanın akıldaki kavranışı değişir.

Doğrusu bunu test edip kiminkisi gerçek vatan sevgisi ve kiminkisi iktidar hırsı anlamak zordur.

İnsan, gücü çoğunlukla kendisini garantiye almak için isterken, güç ele geçtiğinde bu kez onu koruma, güçlendirme (gücü güçlendirme evet) ve onu güvence altına alma isteği belirir.

Gücün muhafazası, gücü elde etmekten çoğu kez masraflıdır.

Seçimle gelip iktidarda kalmak için çokça popülizm yatırımı ve çokça reklam ile farklı güçlerle ittifak yapıp onlarla farklı konularda masaya oturup tavizler vermek ve kirlendikçe o kirliliğin ortaya çıkmaması için de gücü kullanmak ve sürekli artan gücün muhafazası ve saygınlığını koruması için ödenen masrafları da karşılamak gerekir.

İşte gücün en sıkıntılı yanı da budur. Güç, kirlenme eğilimindedir de. Kirlenmeyen güç, kullanılmayan güçtür.

İnsanların kurduğu siyasi yapılar, o yapılardaki insan çeşitliliği kadar kirli veya kirlenmeye eğilimlidir.

Ya güçsüz, sevimli ve idealist bir parti olarak kalmanız gerekir ya da her tür pisliğe bulaşmayı göze alıp arada iş de çıkarmanız gerekir.

Gücün bir şekilde pislenmemesi için tek önemli enstrüman ise onun kontrolü ve bu kontrole izin verecek şeffaflıktır.

Şeffaf oldukça gücünüzün hissettirilmesi zorlaşır. Şeffaf oldukça dışarıdan görülebilirlik, kurumların denetlenebilirliği ve gücün kurumsal yapısı gözlemlenebilirleşir.

Şeffaflık ve hesap verebilirlik gücün doğu toplumlarındaki algısına aykırıdır. Çünkü sarayın içi ne kadar görünür ise o kadar az saygı duyulur.

Ancak güç, yanına yaklaşılması bile zor hale getirilmelidir. Doğu toplumları, buna saygı duyar.

Ramazan Kadirov gibi 200 araçlık konvoy, aslında Kadirov'u korumak yanında ona suikast düzenlemek isteyenlere de bir gözdağı amaçlıdır.

Çeçen halkı o konvoyu görürken Rusya Federasyonu içerisindeki nokta kadarcık ülkelerinin boyutunu unutur ve çıkardıkları "Büyük Adama" bakıp büyük devlet algısı hisseder.

Bir kukla diktatörün o 200 araçlık konvoyu aslında bu tür doğu toplumlarına güvendir. Doğu bunu istiyor çünkü.


Kızına ayakkabı almak için maaşını bekleyen idealist Elçibey'i değil, vurdu mu oturtturan Heydar Aliyev ve oğlu Ali başkomandant cenap prezident İlham Aliyev'i istiyor.

Vakti zamanında Azerbaycan'dan yurt dışına havyar kaçıran bir kaçakçıdan bahsetmişlerdi. Adam her ay havyar dolu uçaklarla Avrupa'ya gidermiş.

Elçibey döneminde Elçibey'i ne kadar sevip saysalar da ondan korkmuyor olmaları sebebiyle bu kaçakçılığın önü hiç alınmamış.

Derken malum darbe ile Suret Hüseyinov'un iktidarı devirmesi ve Aliyev'in başa geçmesi gerçekleşir gerçekleşmez tüm ülkede kısa sürede otokratik bir hava yakalanıyor. 

Havyarları doldurup henüz havalanan bir kargo uçağı da "O havyarlar sınırdan çıkmayacak" sözü yüzünden kapakları açıyor ve bakü sokaklarına havyar yağıyor...

Yarı doğru, yarı yalan, yarı efsane, yarı gerçek... Bilemiyoruz ama eski bir hikayedir bu.

Gerçeklik payı ise Haydar Aliyev'den korkan ve korktukları için saygı duyan halkın gerçekliğidir.

İnsanlar, profesör, edip, şair, bilim adamı, entelektüel cumhurbaşkanı istemiyor. İsteyen toplumlar doğu toplumu değildir zaten.

Zira doğu toplumları "kodu mu oturtturan, atarlı, giderli" veyahut "eli sopalı lider" istiyor.

Sünni Müslümanlar kendi muaviyelerini meydana getirmekte mahirdirler. Şiiler de kendi Ayetullahlarını.

Muaviyeler gücü ellerinde tuttukları için hesap vermezlerken, Ayetullahlar da, kendi inançlarına göre hem hüccet hem de masum oldukları için eleştirilemez ve hesap da vermezler.

Şiiliğe göre Allah'u teala, mutlak adaleti gereğince, insanoğlunu yeryüzünde kendi başına bırakmaz; yeryüzüne Hasan (Ö. 669) ve Hüseyin (Ö. 680) yoluyla Ali'nin soyundan gelen bir hüccet/imam gönderir.

Allah imamları tüm dünyanın manevi liderleri olarak görevlendirmiştir ve dünya her zaman böyle bir rehbere sahip olmak zorundadır (Muzaffer Tan, 2012) İşte bu şekilde Şii inanç, imamsız yapamaz.

Bu imamlık müessesesi, Hilafeti Sünnilere kaptırmış olan Şii dünyanın alternatif halifeliği durumundadır.

Halife, Sünni dünyanın lideri iken İmam ise Şii dünyanın lideridir. Bunların ikisi de birbirini tanımaz, birbirinin otoritesini kabul etmez.

Şiilik, Sünniliğe göre mezhep bile değildir. Fırkadır yani tefrika sonucu oluşmuş bir inançtır.

Şiilik yerine Rafizi yani yoldan dönenler, terk edenler, bırakanlar kelimesi kullanılır. Özellikle Selefi Araplar, Şiilere Rafizi demeyi çok severler.


Gücün bu ayrı ve parçalı konumu, İslam dünyasını birleştirmez ama bu iki parçanın içerisinde özellikle Sünni dünyadaki çok sayıda muaviyeciğin varlığıdır esas İslam dünyasının birleşmesine mani olan.

Bu dünyanın birleşme ihtimali de yoktur, ortak bir masada ortak bir karar alma imkanı da.

Ya dini söküp atmak ya da bir tarafın diğer tarafı cebren ele geçirmesi gerekir.

Her ikisi de akıl dışı olacağı için yapılması gereken şey basittir. Laiklik ve ülkelerin din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması.

İşte o vakit din devleti olmadıkları zaman ortak çıkarlarda birleşme fırsatı yakalayabilirler.

Çünkü dini bakışları birbirinden farklı olanlar bir diğerinin üstünlüğünü kabul etmezler. 


Vakti zamanında Kiev, Rus devletinin bir semavi din kabul edeceği vakit üç dinin temsilcilerini çağırma arzusu da bundandır.

Rus Knezi 1. Vladimir, diğer knezlikler ve rakip hanedanlara bir semavi dinin gücünü arkasına alıp o din ve temsil ettiği Tanrı adına hakim olacaktır.

Bu şekilde hem kendi otoritesini tesis edecektir hem de bunu tanrı adına yapacağı için sorgulanamazlık elde edecektir.

Arkasına alacağı gücü de tabii ki inancını seçtiği dinin en büyük ülkesi oluşturacaktır.


988 yılında dünyada gücün aritmetiği değişmektedir. Ortodoks dünyanın lideri Bizans, güç kaybetmekte, Türklerin devri yükselmektedir.

Bu esnada Ortodoksluğa geçen Ruslar ve doğu slavları, 500 sene sürecek uzun bir güç uykusuna yatarlar.

Bir ayı gibi oldukça yavaş seyreden bu güçlenme dönemi, Türklerin birbirinin devletlerine saldırıp Ural ve Karadeniz'in kuzeyindeki bölgelerde ototite boşluğu oluşmasına dek sürer.

Birbirinin başını yiyen Türkler, deyimi yerinde ise Rusları elleriyle ortaya çıkartmışlardır.

Slav dünya, Rusların arkasında büyük ölçüde birleşirken Katolik Slavlardan Polonyalılar, Çek ve Slovaklar ile Slovenler de ayrı bir tampon kuşak oluştururlar. Batı Avrupa'yı Ruslardan ayıran kuşak da budur.

Günümüzde de devam eden bu kuşak, eğer Osmanlı Avrupa'da ilerlemese Balkan Ortodokslarını da yutacak bir eksen olarak genişleyecekti.

Osmanlı'nın güçlenmesi bu sebepten Ortodoksluğun güney kanadını kurtarmıştır.


1000'li yıllarda Anadolu'yu kaybeden Bizans'ın dinini vererek hayat öpücüğü verdiği Rus dünyası ise geleceğin Bizans'ı olacaktı.

Güçlenen bir güç, kendisine tabi olanları her zaman yok etmez, bazen de muhafaza eder.

Pek tabii ki bu muhafaza ediş esnasında onu dönüştürür, bir kısmını da kendine benzetir ama çoğunlukla muhafaza eder.

Rusların egemenliğine giren Orta Asya ülkelerine baktığımızda hepsinde işleyen iyi kötü bir sistem ve dünya ile entegre kurumları görürüz.

Ama Afganistan'a baktığımızda karşımıza çıkan şey, maymunlar cehennemidir.

Rus egemenliği altına hiç tam olarak girmemiş, direnmiş, direnirken de sürekli fakir kalmış ve cehaletin üzerine cahil bir sistem ve otorite koyarak onu taçlandırmış olan Afganistan, Taliban'a teslim bir ülke olarak önümüzdeki yıllarda da birkaç yüz yıl geriye gidecek gibidir.

Bu şartlar altında insan doğal olarak şunu düşünüyor:

Keşke Rus işgalinde kalsaydı da fikirsel ve altyapısal olarak gelişme fırsatı bulabilse idi.

Babrak Karmal ve Muhammed Necibullah gibileri Sovyet yanlısı olarak "hain" dense de aslında Afganistan'a kendi imkanları ile yapamayacakları bir çağ atlama imkanını kazandıracaktı.

Afganistan ise direnişi seçti.

Ayağı terlikli bir yerleri yamalı Afgan durdurmadı Rus ordularını. ABD silahları ile silahlandırılan gerillalar durdurdu.

ABD silahları ve yarısı sakat kalan ülkenin geleceğini inşa edecek genç nesil durdurdu.

Savaşlarda Allah, Cihad, Düşman, Vatan, Direniş kavramları hep yüceltilmelidir. Motivasyon için bu şarttır.

Ama savaş kazanıldıktan sonra da direniş, Allah, cihat, düşman kavramları ile ülke yönetmeye kalkarsanız, düşman bulamaz halkınızı düşman seçer, cihat edecek "kafir" bulamaz heykellere savaş açar, direneceğiniz cehaleti görmez gerçeklere karşı direnirsiniz.

Allah'ı da onun getirdiği dini de anlayamazsınız.

Afganistan, bunların hepsini en negatif şekilde yapmakta. Dünyanın tartışmasız en cahil ülkesidir burası.

Gücün sistemsiz ve cehalete teslim şekilde teslim edildiği "teslim olmuş, bitmiş" bir "bitik devlet" şeklindedir.

En kötü durumda olan Orta Asya ülkesi olan Tacikistan'dan bile daha kötü durumdadır ve düzelme ihtimali, şansı ve o umudun zerresi dahi yoktur.

50 sene daha düzelmeyecek ve terlikli milislerle idare edilecek sapsarı tozlu bir başkent Kabil olacağına sizleri garanti edebilirim.

Çünkü o yönetimde eleştiri, öz eleştiri ve şeffaflık imkansızdır.

Ergenliğe gelmeden hatta ergenliğe ulaşmadan bir çocuğa otomobil verirseniz alır duvara toslar. Kendisini de sakatlar, aracı da bitirir.

Ülkeler de bu şekilde "doğuş, gelişme ve ölüm" dönemlerine sahiptir. Doğup doğalı zaten bir İngiliz projesi olarak ihdas edilmiş olan Afganistan, hiçbir şekilde olgunlaşamamış ve hep ergen kalmış bir ülkeydi.

Zaman, Afganlar için 1970'lerde durdu ve o saat hiç ileri gidemedi. Çocukken çocuk felci geçiren bir çocuğun akranlarının boyuna ve vücut gelişmişliğine ulaşamaması ve hep güdük kalması gibi Afganistan da hiçbir şekilde gelişemeyecektir. Çünkü o treni kaçıralı çok olmuştur.
 

22.JPG
Görsel: The New Indian Express

 

Ama maalesef İslam dünyasının tam ortasında İran ve Afganistan gibi iki ülke bulunuyor.

İran'a Irak denen uydurma ülkeyi de ekleyebiliriz zira onların da yarıdan fazlası Şii'dir.

Bunlar bu coğrafyanın ortasındayken coğrafyanın bütünleşmesi hayaldir.

Diğer yandan Sünni ekseni kendi içinde bölmeye matuf Batı destekli projeler de malumunuz ve bunlardan da en önemlisi Kürtler ve onlara sunulan sözde "Kürdistan" projesi, hayali.

Kürtler için söylenecek çok şey var ama bunlardan en önemlisi, bu milletin bir vizyoner eksikliğidir.

Bazı kürtlerle konuştuğumda bana şunu söylüyorlar:

Keşke Araplar ayrılırken biz de ayrılsaydık da bağımsız olsaydık.


Ben de onlara şunu söylediğimde argüman bulamıyorlar bu kez.

Bunu onlarla tartışmak ve ağız dalaşı için söylemiyorum. Bilakis gerçekleri dile getirmek için söylüyorum.

Dediğim şudur:

Varsayalım dediğiniz olsaydı, varsayalım 1915'te bizler Ermenilerle uğraşıyorken sizler de bir Kürt devleti kursaydınız. Ermenilerle hiçbir probleminiz olmayacak mıydı? Ermeniler size Van'ı, Diyarbakır'ı, Muş'u, Ağrı'yı, Bitlis'i bırakacak mıydı?

Osmanlı'ya karşı hürriyet için ayaklandığınızda Anadolu topraklarındaki ve Rus bölgesindeki tepeden tırnağa silahlı 2 milyona yakın Ermeni'ye karşı ne yapabilirdiniz?

Hiçbir şey! O devleti kurmayı bırak, o dağlarda keserlerdi sizi. Osmanlı ordusunun ve düzenli devlet imkanlarının desteği ile kendisini ve namusunu kurtarmıştır Kürtler.


Cumhuriyetin ilk nüfus sayımı olan 1927 yılı sayımında toplam nüfusumuz, 13,6 milyon, yuvarlamalı olarak kabaca 14 milyondur.

Sayımda etnik ve dini yapının anlaşılmasına yarayacak 3 soru sorulur: Anadil, tabiyet ve din.

Haliyle kesin sayım sonuçları 1929 yılında açıklanır ve 11 milyon 777 bin 814 kişinin anadilinin Türkçe olduğu görülür.

Geri kalan 1 milyon 184 bin 446 kişinin anadili Kürtçe iken, Türkçe dışında bir anadili olanların sayısı ise 1 milyon 870 bin 465'tir. 

Düşünün arkadaşlar. Daha 1927'de 1 milyon 184 bin Kürt var. Anadolu'dan 1915 yılında sürülen Ermeniler bile bundan fazladır.

Bu mantıkla "1 milyon 184 bin Kürt 1915 yılında kaç kişiydi?" diye düşünecek olursak rahatlıkla 1 milyon veya daha azı bir rakama ulaşırız.

Bu da Ermenilerin sayısına denk ya da onlardan daha az bir sayı etmektedir.

Ayrıca Ermeniler hem silahlı, hem eğitimli hem de zanaatkardır ve çoğu da yolların üzerinde yerleşmiştir.

Kürtler o dönemde şehirlerde bile tek tük yaşamaktadır. Şehirlerde kale içinde Türkler, kale dışı kısımda ise Ermeniler vardır. Kürtler dağlarda, Ermeniler ise yol kenarlarında yaşamaktadır.

O yollardan geçirilen, getirilen silahlar, Ermeni okullarında depolanan envai çeşit materyal, silah, harita, cephanelik ve onca şeyden Kürtler tamamen mahrumdur.

O dağlardan bunları getirmek isteseler kimden getirebilirlerdi ki?

Osmanlı'dan başka ne sığınacakları dal ne de onları koruyup nüfuslarını artıracakları bir sıcak yuva vardı.

Sonuçta Ermeniler sürüldü ve yerlerini Türklerle birlikte çokça acı çekmiş olan Kürt toplumu aldı.

Bugün Anadolu'da eğer Kürtlerin 10 milyonun üzerinde bir nüfusları varsa ki bundan da fazlası olabilir, işte bu sadece Türk hakimiyetinin sağladığı "küvöz ortam" sebebiyledir.


Sovyetlerin Türklere sağladığı ortam ile bugün Türk Cumhuriyetlerinin birer sistemli devlete sahip olmaları avantajı ne ise Kürtlerin de Türklerle yaptıkları kader birliğinde hayatta kalıp bir coğrafya parçasında çoğalmaları ve şehirlerin bazısında çoğunluğu elde etmeleri bundandır.

Türklük, Kürtleri Ermenilerden kurtarmakla kalmamış, onları nüfusen yok olmaktan da kurtarmış ve bu nüfusu semirtmiştir.

Dünyanın herhangi bir yerinde ummadığınız veya işgalci dediğiniz bir güç sizin için adeta "okul" görevi görebilmektedir. İdare edildikçe idare etmeyi öğrenen duruma gelir insan.

Daha önceki yazılarımdan birinde yazmıştım. "Ellerimizle büyüttüğümüz Yunan isyanı ve Kuzey Suriye koridoru" yazısında açıkça anlatmıştım.

Yunan devletinin belkemiği aslında Tepedelenli Ali Paşa'nın yanında iş ve yetki verdiği Yunan ileri gelenleriydi.

Ali Paşa'nın kellesi alınınca ortaya çıkan otorite boşluğunu Batı da iyi değerlendirdi ve Yunan devleti kuruldu.

İşler böyle yürüyor. Birilerini güçlüyken idare ediyorsunuz ve gücünüz tükenince o idare ettikleriniz size yürüyor.

Güç gerçekten coğrafyanın idaresinde öngörülebilirlik şartını da beraberinde getiren bir kavram.

Gücünüzün yol açtığı ve zaferin sebep olduğu ortamın birkaç adım sonrasını görebilmelisiniz.


1670'lerde Polonya ile yapılan son savaşta Osmanlı Devleti, önce Bucaş (1672) ve sonra ise İzvança (1676) Antlaşmaları ile Polonya'ya hem ağır bir savaş tazminatı ve akabinde ise ağır bir toptak kaybı kabul ettirir.

Polonya, o tarihe dek Osmanlı'ya karşı pek bir ittifak içerisine girmemişken bu olayla birlikte Avusturya'ya yaklaşır ve sadece 7 sene sonra Türk Ordusu Viyana önlerine geldiğinde Jan Sobieski, Ordusuyla Türklere saldırır. 

Gırtlağına bastığımız ve gücümüzü sonuna kadar kullanarak karşı tarafa ağır şartları kabul ettirdiğimiz bir antlaşma, gücü az olanın bir diğer güçlünün yanına kaçmasına sebep olur. İki güç birleşir ve Osmanlı güçsüz düşer, yenilir.

Sonrası daha da enteresandır. Polonya Türkleri yendikten sonra yüz yıl geçmeden komşu devletlerin işgaline uğrar.

Ortadan kaybolur ve bir süre tarihte Polonya devleti görülmez. Polonya'ya da yaramamıştır bu zafer. Çünkü Polonya'nın yeri, bağımsız olmak için uygun değildir.

Polonya gibi eşik ve tampon ülkeler, bağımsızlığını tarafsız kalarak da koruyamaz.

Bilakis taraflı olmalı ama o taraf Doğu ve Batı komşusu olan iki gücün ikisine de düşman bir diğer güçle yakınlık kurarak ayakta kalmak olurdu.

Bu da onların Güney komşusu Osmanlı'dan başkası değildi. Polonya, Katolik bir ülke olarak Osmanlı'yla Fransa'nın yaptığı gibi bir bağ kuramadı.

Ukrayna topraklarının bir kısmında daima hak iddiası vardı ve Osmanlı da bu toprakların büyük kısmını Polonya'dan almıştı.

Polonya Osmanlı'yı yendiğinde aslında kendisini bu coğrafyada Avusturya ve Rusya ile karşı karşıya buldu.

Rusya'ya karşı gücünü hayli yitirmiş ve gardı düşmüş bir Osmanlı Devleti, Polonya'ya girecek Rus tehdidini azaltacak bir güç olmaktan gerideydi...

Güney komşusuna karşı zafer kazanmakla aslıdna Polonya üçüncü yolu kendisi kapatmıştı.

Bir güçle yanyana olmak mutlak tehlike, iki güçle yanyana olmak paylaşılmak, üç güçle yanyana olmaksa dengedir.

Bu denge ortadan kalkınca Polonya'yı kurtaracak güç de kalmamıştır.

Tersi açıdan düşünecek olursak, Osmanlı'yı Ruslarla daha da bir karşı karşıya getiren mesele, Polonya'nın bir kısım toprağını almak ve Ruslarla daha bir komşu olmaktı.

Eskiden Polonya toprakları günümüz Ukrayna'sının yüzde 70'ini kapsıyor ve Rusya'nın da batı vilayetlerini, Belarus'un tamamını, Baltık ülkelerini içeriyordu. Günümüzdeki Polonya ile eski Polonya arasında çok ciddi bir boyut farkı vardır.

Evet, Polonya yeniden "yaratıldı" veya vücuda getirildi ama eskisinden daha ufak şekilde.

Hatta II. Dünya Savaşı'nda Almanlardan alınıp hediye edilen kısımlara rağmen hala küçüktür Polonya.

Asla da eski boyutuna geri dönemeyecek. Çünkü etrafındaki güçlerin arasında bu boyutta kalabilmesi bile kendi başrolünü oynamadığı, başkalarının filminde kendisine biçilen rolün gereğidir.

Güç faktörü Polonya'yı önce yenilgiye, sonra zafere ve sonrasında ise yokoluşa götürmüştür.

II. Dünya Savaşı'nda Almanya ve Sovyetler arasında paylaşılan ve yeniden yok olan Polonya, bu kez Hitler'in eleştirilemez ve sorgulanamaz otoritesi altında Almanların kaybedeceği güne dek tarihten bir kez daha silinmiş olacaktır.


Günümüzde Rusya'ya karşı Ukrayna'ya en ciddi desteği veren ülke Polonya'dır.

Bunu da halklarının itirazına ve burun kıvırmasına, gönülsüzlüğüne rağmen yapıyorlar.

Onlar için Ukraynalılar, tarihteki rakipleri ve inançsız Ortodokslar.

Dillerini bile anlamadıkları uzak bir Slav diyalekti konuşan Ukraynalılar için Polonya'da halk gerek mültecilerin varlığından gerekse ülkenin onları destekleyen tavrından şikayetçi.

Ama Polonya devlet aklı akıllıca olanı yapıyor ve Ukrayna'yı ayakta tutmak için ne gerekiyorsa yapıyor.

Bunu, Ukrayna yok olursa tekrar Rusya ile sınır komşusu olmamak ve Ukrayna'nın durumuna düşmemek için yapıyorlar. Yani tampon ülke olmamak için.

Bu bağlamda Ukrayna tamponu ne bahasına olursa olsun korunuyor. ABD'den gelen yardımlar, İngiltere'den, Fransa'dan gelen silahlar Polonya'dan ve diğer ülkelerden sokuluyor.

İslam dünyasının ortak düşman "İsrail'e" karşı birleşememesine inat, mezhebi birbirinden farklı Batı dünyası (ABD, Avrupa Birliği, İngiltere ve bağlaşıkları) Rusya'ya karşı çoktan birleşmiş durumda. Ortak düşman algısı hepsinin kaderini tehdit ettiği için ortak bir algı yaratıyor.

Ama İslam dünyasında durum böyle değil. İsrail her İslam ülkesinin kaderini tehdit etmiyor.

İslam dünyasının ortak çıkarı olmadığı için düşman da ortak bir tehdit algısı vermiyor.

Fas ve İsrail, BAE ve İsrail flört içerisindeler. Suudi Arabistan ise daha alttan bir flörtte.

Ürdün zaten İsrail ile ilişkisi en resmi ve kurumsal ilerleyen Arap ülkesi. Mısır bildiğiniz gibi 1973 Yom Kippur savaşından beri etkisiz eleman ve Filistin ise yapayalnız.

Filistin bu yalnızlığını Hamas'ın İran'la yakınlaşması ve roket teknolojisi uğruna Suriye'de olup bitene sessizliği ile aşmaya çalışıyor.

Batı Şeria'daki Filistin yönetiminin ise Ermenilerin yaygarasına ve PKK'ya yakınlığı bilinen bir şey.

Bölücü terör örgütü PKK'nın Bekaa vadisindeki ilk kamplarını Filistin Kurtuluş Örgütü sayesinde kurduklarını sağır sultan biliyor. 

İslam dünyası yoktur ve hiç olmamıştır.

Endonezya'daki gündem, Fas'taki gündemle alakasızdır. Libya'nın gündemi ile Sudan'ınkisi de farklıdır.

Güney Sudan ayrılırken, Garang militanları Sudan Ordusunu vururken İstanbul'da bırakın miting yapılmasını insanlar Sudan ne? Garang ne? Bilmezdi ki... Hala da bilmiyor.

Somali'de Türk Devlet aklının stratejjik çıkarları olmasa Somali'de olup bitenleri ancak CNN'de izlerdik.

Bosna Hersek'te soykırım olurken bir parça birleşen İslam Dünyası yine de ambargoyu delip Bosna Hersek'e aktif ve kalıcı bir zafer getirememiştir.

Suriye'de olup bitenlere karşı yeryüzündeki en kalabalık İslam ülkesi olan 300 milyonluk Endonezya'nın tavrı nedir? Söyleyeyim sıfırdır. Orada hissedilmez bile bu coğrafyanın meseleleri. 

Peki bizler, Endonezya'dan Timor devleti batılı yaygara ile ayrılırken hissettik mi? Hayır.

Müslümanlar çok geniş bir alana yayıldığı için ve bir ortak beyine, ortak çıkarlara yani sinir sistemine sahip olmadığı için 150 kiloluk, 1,95'lik felçli bir pehlivana benziyor bu İslam Dünyası.

Gelen tokatlıyor, giden atıyor.

Kulağa patlatsan kulak kanıyor, kızarıyor. Buruna vursan kanıyor, ayağına bassan eziliyor...

Ayağa kalkıp bir bütün olarak karşılık vermesi, koşması söz konusu bile değil, imkan dahilinde bile değil. İslam dünyası yok.
Malay dünyası var.

Arap dünyası da yok. Körfez dünyası, Kuzey Doğu Afrika Arap dünyası (Mısır, Libya, Sudan)

Atlas Bölgesi Arap Dünyası (Fas, Cezayir, Tunus), Levant yani Şam bölgesi Arap dünyası (Suriye, Lübnan ve Ürdün, Filistin), Mezopotamya havzası Arap dünyası (Irak) ve bunun içindeki Sünni ve Şii bölgeler, Güneydeki Arap Yarımadası gibi farklı farklı bölgeler ve bölgecikler mevcut.

Bu bölgelerin hiçbirine girmeyen Moritanya gibi Arap ülkeleri de mevcut.

Onların da işbaşına geçen liderleri diğer liderin götürdüğü paraların peşine düşüyor.

25 milyar dolar kaçırmış son düşen lider ve o parayı dönüş için silahlandıracağı milisler ve tesis edeceği gücü için ayırmış.

Böyle bir dünya işte bu.

Bu dünyanın lideri olmak isteyen kişide akıl yoktur. Bu dünya olsa olsa eğitilmelidir.

Ama bir defasında İslam dünyasının eğitiminden bahsedildiğinde konuşmacılar bu eğitimin nasıl olması gerektiğinde 30 farklı görüş ortaya koymuş.

Mutezile mi? Eşari mi? Selefilik mi? Eğitimin hangi dini tabanda olması gerektiğine dair ekollerin ve görüşlerin düellosu başlamış ve toplantı 3 sefer daha yapıldıktan sonra bir daha yapılmamış.

Şiileri zaten adamdan sayan bile olmadığı için onları hiç katmıyorlar bile. Böyle bir dünya bu.

Bu dünyanın bir ortak eğitim ortaya koyması ise sadece laiklik ile mümkün. Yani dinin ve farklı dini yorumların geri planda olduğu bir eğitim.

Ama dine saygılı ve onu olması gereken hududunda tutar şekilde.

Bunları söylerken moralinizi biraz daha bozayım.

İslam dünyası laikliğe de çok yatkın ve hazır değildir aslında.

Neden mi? Çünkü o laikliği ve laikliği getirecek bakış olgunluğunu Cezayir, Fransa'dan, Mısır İngiltere'den, Orta Asya Ülkeleri ise Rusya'dan almıştır.

Bunların elektrik prizleri ve akım gücü bile birbirinden farklıyken laiklik seviyeleri ve dine bakışları da farklıydı.

Şöyle düşünün. Farklı prizler ve fişlere sahip odaları bir ev haline getiriyorsunuz.

Olur mu? Olur ama olumsuzluklar ve uyumsuzluklar olacaktır değil mi? Evet.

Çünkü hepsi, tedrisatında büyüdüğü ülkelerin sistemlerinden etkilenmişlerdir. Bu coğrafyada eğitim de çok ama çok zordur.

Eğittiğiniz kimseler de size tepeden bakan sömürge aydınları veyahut eğitilip çareyi Hilafet veyahut Şeriatta gören kafalar olabiliyorlar. Ayarsız, orta yolsuz o kadar insan var ki bu dünyada.

İslam dünyası asla düzelemez demiyorum ama düzelmesi için gerekli olan hiçbir şey ve reçete konuşulmuyor.

Birinin diğerlerine hakim olup bunu güçle ve kuvvet zoruyla yapması maalesef en akılsızca, en zalimce ama galiba en kesin çözümdür.

Çünkü halkın ve o halkların idarecilerinin ortak aklı, ortak gündemi olmazsa bir akıl hepsine hakim olana dek bu süreç devam edecek.

Tıpkı mezhep savaşlarında Avrupa birbirini yerken Osmanlı'nın Orta sahayı geçip defansı yere serip Avrupa topraklarında zafere gitmesi ve oraları yurt tutmamız gibi şimdi de sıra Batıya geçmiştir.

Ancak başlı başına bir insan deposu ve vasıfsız insan çöplüğü olarak gördükleri üstelik terör tehdidi hissettikleri İslam coğrafyasında yurt tutmak gibi düşünceleri yok.

Sömürmek, oralardaki insanları sınırlar içerisinde tutacakları liderleri fonlamak veyahut işbirlikçi olarak desteklemek onlara daha makul geliyor.

İslam dünyası ne bağımsızdır, ne birliktir, ne de bir gücü vardır.

Bu dünya sadece sömürülür, bu dünyanın zenginleri Batı'ya kaçarken, orta hallileri birbirine turist olarak gider.

En alt tabaka ise bolca çocuk yapar veyahut üzerine dinamiti bağlayıp Allahuekber der saldırır.

Bir gram öteye gidemez. 

Her kim ki dünya yuvarlaktır ve güneşin etrafında dönüyor demiştir, o kişi kafir olmuştur ve katli vaciptir.Çünkü bu iddia hem Allah'ın, hem Kur'an'ın, hem Peygamber'in reddidir.


Medine İslam Üniversitesi rektör yardımcısı Abdülaziz Bin Baz, 1966'da böyle demiştir.

Kördü bin Baz. Ne bir cismin yuvarlaklığını görmüştü, ne yuvarlak cismin üzerinde ışınların geçişini ve yarısının karanlık olması durumunu görmüştü.

Ne bir cismin ışık kaynağı cismin etrafındaki hareketini, ne eksen eğikliğini ne de ışığı görmüştür...

Ama bir fetvası ile cümle coğrafyacıları kafir ilan etmiştir. denilir.

Nitekim bu sözler ona sorulduğunda Bin baz, bunu reddetmiş ama akıllara ziyan bir başka açıklama ile cehaleti anıtlaştırmış, perçinlemiştir. 

Şöyle demiştir:

Siyaset dergisi benim, insanların aya gittiklerini inkar ettiğimi ve buna, bir de dünyanın yuvarlak olup döndüğüne kim inanırsa kafir olur' dediğimi yazmış. Ama bu iddia tamamen yalan, aslı faslı yok. Tam aksine ben, bir makalemde, İbn Kayyim'e de dayanarak dünyanın yuvarlak olduğunu ispat ve ifade ettim. Ama döndüğünü kabul etmedim. Fakat 'dünyanın döndüğüne inananlar kafir olur' da demedim. Tekfir fetvam güneş ile ilgili idi: 'Güneşin sabit olduğunu, yörüngesinde hareket etmediğini iddia edenlerin kafir olacaklarını; çünkü bunun apaçık ayetlere ve hadislere aykırı olduğunu söyledim.

(Hayrettinkaraman.net)


Özetle bin Baz, Dünyanın da döndüğünü kabul etmiyordu, bunu ne aklı alıyordu ne de kitaptaki ayetlere bu yönde yorum verebiliyordu.

Dünya hareket etmiyor, güneş Dünya'nın çevresinde dönüyormuş yani. Bunun aksini söyleyen ise kafir olur diyor.

Kısacası ben böyle bir laf söylemedim derken de söylediğini kabul ediyordu.

Felsefe de bilmezdi kendisi ve söylemedim dediği şeyle özde aynı şeyleri tekrar ederken aynısını söylediğini de bilmezdi.

Kral Faysal bile kendisine tepki göstermiştir. Bin Baz'ın bu sözlerine "ülkesini Mısırlı gazetecilere gülünç duruma düşürdüğü için" çok kızmış ve alakalı demeçleri içeren makaleleri ve gazete nüshalarını toplatmıştır.

1985 yılında ilk uzaya giden Suudi pilot bin Selman, Amerikalıların uzay misyonu ile Dünyayı uzaydan görünce Bin Baz'ın yanına gitmiş ve kendi gözleriyle dünyanın döndüğünü ona söylemiştir.

Bin Baz ancak bu olaydan sonra dünyanın dönmediğini ve düz olduğunu iddia etmeye son vermiştir.

Selefilik yani Vahabilik de işte bu haldedir. Bu insanların olduğu ortamlarda bilim yeşermez.

Diktatör Müslüman idarecilerin olduğu ülkelerde de kurum kültürü, liyakat ve hesap verilebilirlik olmaz.

İslam dünyası, 1200'lerdeki Moğol İstilasına karşı tıpkı Afganistan'ın Ruslara karşı direnişi gibi amansız bir savaş verip kendini kurtardı ama o direnişten önceki entelektüel yapıya asla geri dönemedi ve geri kavuşamadı.

Harap şehirlerini onarıp, düzeyli felsefi tartışmalar yapılan okullarını kuramadı.

Kurulu müesseseleri yükseltemedi. Endülüs bir yere kadar yaşadı ama o da yıkıldı.

Afgansitan direnirken ne kadar sefil olduysa ve savaşmakla geçen yıllarda cehalete teslim olduysa İslam dünyası da moğollar, haçlılar derken savaş, savaş ve savaş içerisinde bir şekilde huzur bulmadı. Savaşırken hayatta kalırsınız ama gelişemezsiniz.

Gelişme, savaşın durduğu dönemlerde kendi iç dinamiklerinize inip derinleştiğiniz bir barış evresinde gerçekleşir.

Savaş kültürü lider-komutan-emirül mü'miniyn-halife kültürünü yaşattı. Savaşta olmak emre itaat, Emir hazretlerinin kendisine de itaati getirdi.

O savaşlar hiç bitmedi, o emir ül mü'miniyn kişiler de hiç inmedi. İneceği de yoktur.

Hayallerle yaşayanları gerçeklerle öpüyorlar.

Hayaller İslam dünyası, İslam birliği.

Gerçeklerse Suudi Arabistan'da Cadılar Bayramı.

Gerçeklere dönün ve gerçekçi çözümler konuşalım.

Coğrafya kanıyor. Yara bandı ile değil genel anestezi ile kurtulur bu coğrafya.


Selam ve saygılarımla.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU