Dünya ahvalinden başlayalım Nuray Hanım. Rusya ile Ukrayna arasında bir savaş sürüyor. Malum, önce Sovyetler Birliği'nin son Başkanı Mihail Gorbaçov 30 Ağustos 2022'de vefat etti. Ardından Türkiye ve Batı medyasında abartılı "Gorbaçov güzellemesi" yapıldı. Kimi aydın ve yazarlar da bu modaya uyarak adeta övgü yarışına girdiler. Öncelikle bu hususta siz ne düşünüyorsunuz?
Vallahi olaylar üst üste geldi. Üst üste geldi dediğim, bu Ukrayna savaşı sürmekteyken Gorbaçov vefat etti. Gorbaçov da bir gündem oldu. Aslında Gorbaçov'un ölümü, bazı kavramların tartışılıp sorgulanmasına da vesile oldu.
Mesela "Onun zamanında ‘Soğuk Savaş' bitti" deniliyor. "Acaba gerçekten bitti mi?" diye zamanı geri sararak düşünmek zorundayız.
Sizce niçin ve nasıl oldu da Soğuk Savaş bitemedi?
Tabii, bunlar çok tartışmalı konular. O yüzden de insanlar belki sağlıklı bir şekilde daha iyi anlama çabasıyla bazı gerçekleri telaffuz etmekten çekiniyorlar. Bunu yapmamak lazım, aksi takdirde, değerlendirmelerimiz hep havada kalıyor.
Sovyet rejimi yani benim gibi düşünenlerin çok beğenmediği övgüye layık bulmadığı bir rejim, otoriter bir rejim. Marksizm çıkışlı, komünizm hedefli ama sonuç olarak bürokratik, otoriterliğe dönüşmüş bir rejimden bahsediyoruz. Onun kendine has iç sıkıntıları da vardı. Hem küresel ölçekte giriştiği rekabetler, çatışmalar, hem de kendi içerisindeki sıkışıklıktan ötürü 1980'lerden itibaren böyleydi.
Esasen Gorbaçov başa geçtiğinde geldiği nokta ortadaydı. Ta o zamandan bile göze çarpacak bir şekilde bunun değerlendirmesinde temelsiz bir şey vardı. Bir taraftan çok keskin Stalinizmden bu yana durum böyleydi. Gerçi Stalinizm geride bırakılmıştı ama hızlıca çok otoriter bir rejime dönüşmüştü.
1917'den (Ekim Devrimi'nden) itibaren devam eden ve hem onun ne kadar katılaştığı, hem de birdenbire bu rejimin içeriden bir demokrasiye dönüşeceği gibi aslında birbirini mantıken de tutmayan bir çerçevede yanlış bir değerlendirilme yapılıyor. Niye bu çerçevede değerlendirildiğini bizler biliyoruz.
Aslında Batı dünyası açısından mesele, bir rakibin yıkılmasıydı. Yani esas mesele demokrasi filan değildi; pek çok diğer konuda olduğu gibi şimdi Ukrayna (savaşı) konusunda da benzer bir şey söyleyeceğim. Çok yadırganıyor ama Batı'nın gözünde, bir rakip ortadan kalkıyordu. O yüzden de olan biten her şeye demokratikleşme atfediliyordu.
O dönemi günü gününe takip ettiğimizde -ki o zaman çok daha tecrübesizdik, ancak benim yaşım müsaitti o dönemleri takip edip hatırlamaya- sonrasını görmek o değerlendirmeleri daha da pekiştiriyor.
O süreç içerisinde Gorbaçov'un birdenbire bütün rejimi topyekûn değiştirmeye veya o kapalı rejimi dışarıya açmaya kalkması aslında çok riskli bir şeydi ve büyük bir savrulmaya neden olacağı başından itibaren belliydi.
Bizim bunu, rejim çöker kaygısıyla söylemediğimiz ortada.
Sonuç itibarıyla rejimler, en kötü rejim bile hızlı bir şekilde çöktüğünde bunun maliyeti çok yüksek oluyor. Nitekim de öyle oldu. Rusya hızlıca bir mafya rejimine dönüştü. Demokrasi filan diyerek mafya rejimi oluverdi. Bu bir. İkincisi de bir talan süreci başladı.
Oligarklar da var?
Daha sonra oligark diye karşımıza çıkan o bürokratik yapı içerisinde özelleştirme filan adına düpedüz bir talan oldu. Açıkça da ifade ediliyor. O zaman böyle denmiyordu ama gene de sonuç itibarıyla Putin'e kadar böyleydi gidişat.
Putin'e istediğinizi söyleyin; diktatör, gaddar ve şeytan! Sonuç itibarıyla bu süreçte onun popülaritesi de zaten oradan kaynaklanıyor Rusya'da.
Bu olumsuz süreçten sonra tekrar bir düzen kurma çabası görüldü. Gerçi onun (Putin'in) kurduğu düzen de tamamıyla Sovyet rejimi filan değil. Çünkü bir kere çözülmüş Sovyet rejimi, bitmiş, onu geriye döndürmek imkânsız artık. Oysa kimileri kalkıp, Putin rejimini, bir kez daha eski rejime geri dönüş yapmışa benzetiyorlar. Hiç alakası yok tabii ki.
Aslında Putin de Gorbaçov'un başlattığı sürecin bir ürünü. Özelleştirmeler, oligark düzenlerin içerisinden bir toparlanma sayılır o. Yani yeniden bir büyük güç olma çabasıdır.
Yine de Putin dönemini o çerçeve içerisinde görmek lazım. Putin oligarklar ile görüşmeler, toplantılar yaptı. Ben o meselenin de bir tanıtımını yapmıştım. Gözünüze çarptı mı bilmiyorum; o konu hakkında yazılmış bir kitabın başlığı "Putin'siz Rusya" idi.
Aslında bugünkü Putin ile Rusya, otoriter düzenin ürünüdür. Yani Gorbaçov'la başlayan çözülme sürecinin ve neoliberalleşme sürecinin bir ürünüdür, tersi değildir.
Sovyetler Birliği Devlet Başkanı ile Batılı liderler arasındaki o dönemin görüşmelerini hatırladığımızda, Batılı liderler bile Gorbaçov'un iyi niyetinden, açılım politikasından kuşku duyuyorlardı. Samimi değil filan diye. O adamlar bile, "Gorbaçov bu kadar da taviz vermez herhalde" diye düşünüyorlardı. Bayağı kuşkulanıyorlardı, "Acaba?" diyerek. Ondan sonra ise "Aaa, çok samimiymiş meğer" demeye başladılar.
Bu samimiyet, hüsnü tabirle "naiflik" şeklinde tanımlanıyor. Başkalarının birazcık "salaklık" olarak nitelendirdiği tanımları, Batılılar Gorbaçov için "biraz naif idi" diye kullanıyorlar. Aslında işlerine geldiği için bu sıfatı kullanıyorlar. Kimileri de "çok samimiydi" filan diye değerlendirme yapıyor. O süreç, öyle bir süreçti işte.
Putincilik denen şey ve bağlantılı olarak Ukrayna meselesi sizce buradan mı çıktı?
Ukrayna'ya gelmeye yol açan bir sürece anlatarak giriş yapayım:
Sürecin bir sonucu olarak Putin, elde kalanla başka bir düzen üzerine otoriter bir rejim kuruyor ama bu sefer ulusal çıkar temelinde. Yoksa ekonomisi filan öncekinden farklı değil. Devlet, bu sefer bambaşka bir şey üzerine kuruldu. Diyelim ki kapitalist dünyadaki diktatörlüğe benzer bir diktatörlük kuruldu. Ancak bu seferki, otoriterlik yanıyla Stalinizm'e benzetilecekse, kötü ve berbat Stalinizmdir.
Stalin döneminde devletçi ekonomi geçerli ve egemendi. Putin'in rejiminde ise liberal ekonomi, serbest piyasa geçerlidir. Doğrudur, komünizm iddialı rejimlerin hepsi diktatörlük oldu filan ama gene de çıkış noktaları farklıydı.
Sovyet sonrası süreçte devletçi ekonominin de bir çıkar yol olmadığı gözüktü ama şimdi ona da dönüş filan yok. Şu anda oligark yaratan veya mevcut oligarklarla durumu devam ettiren bir düzen var. Bunu başka türlü resmetmek, tabii gene bugünkü çatışmalara/tartışmalara müsaittir.
1990'lı yıllardan bugüne olan büyük bir karışıklık ve talan dönemidir. Sadece şimdiki Rusya'da değil Sovyetler Birliği Cumhuriyetleri diye bilinen ve o tarihten sonra merkezden ayrılan cumhuriyetlerde (Baltık, Kafkasya ve Orta Asya'daki eski cumhuriyetler-F.B.) ve Varşova Paktı dediğimiz, Demir Perde ülkeleri dediğimiz (Doğu Almanya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan, Çekoslovakya gibi) Sovyet nüfuz alanı içerisinde olan ülkelerde de bu çözülüş yaşandı.
Sözüm ona "demokratikleşme" denilen çözülüşün, gerçekte demokratik bir sonuç vermediğini görecek noktadayız olan bitenlerden. Zaten çöküşün ardından ABD, Ortadoğu'ya girme planı yaptı. Galiba bir Amerikalı politikacı bunu, "Artık Ortadoğu'ya istediğimiz gibi müdahale edebiliriz, Rusya ne diyebilecek şeklinde bir korkumuz yok!" diye ifade etti.
Uluslararası dengede boşluk gibi bir durum vardı yani çok kutuplu (aslında Sovyet-Amerika ikilisinin başını çektiği iki kutuplu/hegemonlu -FB.) dünyadan tek devletin (ABD) hegemonya kurduğu bir dünyaya dönüştü vaziyet. Hani vaziyetin öncesi iyiydi, sonrası kötü filan veya tersi değildir, demek istediğim.
Gerçek şuydu: İki büyük devlet dünyanın farklı bölgelerinde kendi hegemonyalarını kurmuşlar. Bunlardan birinin (Sovyetler Birliği) düşmesinden ötürü, dünya ayakta kalan devletin hegemonik hâkimiyeti altına girdi.
Dünyanın her yerinde bunun sonuçlarını gördük. Ortadoğu'ya yapılan müdahalelerde de yaşadık. Çünkü müdahaleci büyük devlete rakip olan veya karışan bir taraf kalmamıştı. Karışıp görüşen olmayınca da ortada rekabet edebilecek bir güç kalmadı. Bunu, çözülen rejimlerden de biliyoruz.
Eskiden Sovyetler Birliği bünyesindeki Orta Asya Cumhuriyetlerinde olanlar da aynıydı. Onlar da birer talan düzenine dönüştüler. Şu anda her biri diktatörlükle, otoriter rejimlerle idare ediliyor.
Varşova Paktı'nda Doğu Avrupa'da olanlara gelince, birazcık daha farklı bir şey yaşandı. Özellikle de Avrupa Birliği'nin genişlemesiyle, Avrupa çatısı altında biraz demokrasiye benzer düzenler kurdular. Ama onlar da bugün en çok konuştuğumuz, tartıştığımız, popüler otoriter rejimler oluverdiler. Macaristan öyle, Polonya öyle...
Baltık ülkelerine ise hiç girmiyoruz. Çünkü onlar pek gündemde değil. Orada ne olduğunu kimse bilmiyor ve bilmek de istemiyor. Bahsedilmiyor Batılılar tarafından. Sadece Belarusya kaldı dile dolanacak. O da hâlâ Putin yanlısı müttefik olmasından ötürü Batılılar, bu devlet rejimini "otoriter" olarak tanımlıyorlar.
Şimdi Ukrayna'dan bahsedebiliriz. Tabii, bu ülke çok özel bir yerdir Rusya açısından. Avrupa Birliği genişlemesinin içerisinde kalan yerlerden biri değil. Oysa Baltık ülkeleri de eskiden Sovyet Cumhuriyetleri kapsamındaydılar sonuç itibarıyla.
Ancak Rusya'nın içinde olmak (Ukrayna gibi) bir de periferisinde (çeperinde) olmak var. Sovyetik yapının dağılma sürecinde Rusya'nın periferisindekiler (Polonya, Letonya, Litvanya ve Estonya gibi) tamamıyla Batı ittifakı içine girdiler; AB ve NATO üyesi oldular.
Amerika'nın NATO'yu doğuya yani Rusya'ya doğru genişlemeye teşvik etmesi hatta iterek hamle yapması bu noktadan itibaren mi başladı?
Evet. Bir noktadan sonra da Rusya'nın karşı hamlesi başladı. Çünkü o zamana kadar Rusya biraz kendini toparlamıştı. Büyük bir güç olarak yani... Gürcistan ve Ukrayna'nın NATO'ya alınması AB'ye üye olması gibi hamleler ise artık Rusya'nın kırmızıçizgileri oluverdi. Oradan itibaren didişme başladı zaten. Gürcistan'da iç sorun ve kargaşa çıktı, Rusya da müdahale etti.
Ukrayna'da keza sürekli "turuncu devrim" denilerek güya demokratikleşme süreci başlatıldı. Aslında o ülkeyi de biraz yakından tanımak lazım. Batı destekli bir oyundu bu. Ancak belirtmek gerekir ki, buradan "Rusya bunu önlemek için Ukrayna'yı işgal etsin, oraya müdahale etmesi iyi bir şeydir!" anlamı çıkmaz. Böyle bir şey diyen yok yani.
Hiçbir şey işgalleri, savaşları haklı çıkarmaz ama birdenbire savaş var diye de biz bunu bir tabula rasa (boş levha), sanki boşlukta, uzayda bir ülke ve toplum olarak da göremeyiz.
Meselenin öncesini anlamazsak, neler olduğunu da bilemeyiz.
"Turuncu devrim" malum, bir "demokratikleşme hamlesi" olarak ve aynı zamanda Rusya'dan tabii uzaklaşma şeklinde görülmüştü. Oysa bu olay da bir oligark savaşının neticesiydi. Yani bahsedilen Ukraynalı oligarklardan hangisinin Batı ile hangisinin Rusya ile ittifak edeceği noktasında bir kapışmaydı. Gelişmeler, bütün o siyasi rekabetin sonucuydu.
Durum böyle olmasına rağmen dünya kamuoyunda ve Türkiye'de "Ukrayna'da rejim değişmiş mi? Şu anda kim varmış? Kimin iktidarı değişmiş?" meselesi iyi izlenmediği için bu rekabetler, iyi-kötü bir demokrasi varmış gibi gözüküyor.
Hâlbuki Ukrayna bir mafya cumhuriyeti haline gelmişti. Öyle olunca da "Bir dakika, anlamaya çalışalım" filan dediğinizde, "Ne yani Putin'i mi savunuyorsun?" diye karşınıza çıkıyorlar, itiraz ve suçlamalara başlıyorlar. Bu yüzden de cevap olarak insan, "Tabii ki, tabii ki" diyebiliyor. Gerçekte bunu bile söylemek zül sayılır, böyle bir şey söyleyen de yok zaten. Ne yazık ki bu tür anlayışlar hem dünya da hem de Türkiye'de devam ediyor.
Sadece, Ukrayna bahsinde durumu ve takdim edilen tabloyu yakından görelim diye düşünüyorum ben. Dolayısıyla Rusya Federasyonu'nun tabii ki Ukrayna ile ilişkisi, özellikle hem tarihi hem de stratejik olarak çok önemliydi. Nitekim o stratejik önem, sonuç itibarıyla Kırım'ın işgal edilmesine neden oldu, çünkü Sivastopol'da idi Rus donanması.
Sovyet sistemi içerisinde bunun bir anlamı var; yani donanmasının demirlediği yer artık bir kırmızıçizgidir. Bunu beğenirsiniz, beğenmezsiniz ayrı bir şey. Meseleye tepki-karşı tepki çerçevesinde bakıyorsunuz. Kırım'ın işgali denilen şey de öyle oldu. Keza Ukrayna'nın Doğu bölgeleri (Donbas, Harkov, Luhansk, Donetsk) de öyle. Rusya'nın onları "Ukrayna yönetimine karşı kışkırtması" türünden söylemler için geçerli bir tepki ve karşı tepki olayıdır bu.
Sonuç itibarıyla bir de şöyle bir şey var: Yaşananlar için "kışkırtmalar" falan diyeceksek o zaman hiç oradaki toplumları göz önüne almayacağız. O zaman öbürünü de (Ukrayna merkezi yönetimini de) "Batı kışkırtması" şeklinde tanımlamalıyız. Değilse, o zaman mesele sadece "kışkırtmadan ibaret olmuyorsa", daha özel bir durum vardır ortada.
Pek çok coğrafyada geçişkenlik var çünkü. Mesela Ukrayna'nın doğu bölgelerinde Rusça konuşanlar, kendini Rusya'ya daha yakın hissediyorlar. Bu tür olgular zaman içerisinde şekil de değiştirdi, değiştirebiliyor. Mesela bu tür çatışmalarla Ukrayna milliyetçiliği daha da pekişti. Ama sonuç itibarıyla Ukrayna'ya gelene kadarki durum buydu.
Süreci anlayabilmek için bir soru daha: Malum, Batı'nın da kendince klasik klişeleri var. Örneğin, Stalin otoriterliği ile Putin otoriterliği benzeştiriliyor; bir anlamda Putin, otoriter oluşuyla, Stalin'in tıpkısının aynısıymış gibi tanımlanıp suçlanıyor. Dolayısıyla Stalin dönemi ile Putin dönemini özdeşleştiriyorlar. Böyle bir şey var mı sizce?
Benzetme bağlamında bütün diktatörlükler birbirine benzer derseniz, evet benzerlik var derim. Yani toplumu zapturapt altına alma veya "zapturapt rejimi" anlamında şeklen bir benzeşme olabilir. Herkes, istediğini istediğine benzetebilir. İngiltere'den bahsetmiyorsak, Batı demokrasileri dediğimiz, parlamenter düzenlerden bahsetmiyorsak bütün zapturapt rejimleri birbirine benziyor.
Ama hüküm cümlesi kullanılabilir miyiz bunlar hakkında? Ben kullanmam. İnsanlığın geleceği açısından tercih edilebilecek, örnek olabilecek örnekler değil. Ama bu böyle diye, bütün o zapturapt rejimleri, bütün baskıcı, bütün otoriter rejimler aynı şeydir demek bir hokus pokus, bir hurafe ve göz boyamadır.
Bir İtalyan tarihçi diyor ki: "Komünizm soğuk savaştan sonra varlığını tamamıyla kaybetti. Ama (Batılı ülkelerin-F.B.) komünizmle mücadele konsepti devam etti." Batının bu (komünizmle mücadele, komünizm düşmanlığı-FB.) söyleminin çelişkisi şudur: Ölmüş saydığı düşmanı (yani komünizmi) yeni düşmanını (otoriter Putin'i) kötülemek için bu sefer antikomünizm silahını kullanıyor. Çünkü komünizm düşmanlığı ancak bu söylemle daha da perçinlenmiş olacaktır. Ölmüş olan düşman ile yenisi bu şekilde benzeştiriliyor.
Özellikle Stalin'le cisimleştirilen "Soğuk Savaş" söylemi nedir?
Sovyetlerde Stalin aşılmış olmasına rağmen "Soğuk Savaş" fikri ve söylemi bitmiş değil. Aşıldı deniliyor ya, oysa aşılan sistem demokratik bir rejim olmadı. Stalin dönemi, onun ardılları tarafından tarihin çöplüğüne atıldı. Resmi olarak reddi miras yapıldı.
Ama Batı bir türlü Stalinizm karşıtlığını bırakmadı. Onlara göre Stalinizm, Nazizm'den farklı değildi. Hâlbuki İkinci Dünya Savaşı'nda Nazizme karşı Batılılar ile Stalin müttefik idiler. Nazileri birlikte yendiler. Peki, ne oldu da karşı karşıya geldiler?
"Stalinizm ile mücadele edeceğiz" şeklindeki sözler, Soğuk Savaş söylemini tekrar hatırlatan ifadelerdir. Onu hatırlayacak nesiller yok oysa. Ama (Batılı siyasetçi ve ideologlar arasında-FB.) böyle bir hazır ezber var, onu pekiştirmek istiyorlar. Daha da ötesine gidiliyor, çok oryantalist bir şekilde.
"Komünizmle mücadele" söylemi tam bir oryantalist bir yaklaşımla Rusya'daki Çarlık döneminden başlatılıyor.
Şöyle ki: Rusya söz konusu olunca orada yaşayan yönetici ve halk kastedilerek "Bu adamlar zaten demokrasiden anlamaz. Eskiden Çarlık rejimi vardı, sonra Sovyet rejimi, Stalin rejimi birbirini izledi. Şimdi de otoriter Putin yönetiyor…" filan diye. Böylece Rusya'nın durumu, çok sorunlu bir dil içerisinde takdim ediliyor.
Sovyet sistemi çöktükten sonra malumunuz, "Soğuk Savaş bitti, tek kutuplu dünya var şimdi" denildi. Siz de örneklerini vermiştiniz yazılarınızda. Gerçekten öyle mi?
Gerçek değil. Çünkü Soğuk Savaş olsun, tek kutuplu dönem olsun, her iki süreçte de bir sürü sıcak savaş yaşanmıştır.
Açar mısınız?
Soğuk Savaş bitti denilen dönemde de aslında çok sıcak çatışmalar vardı. Bizde bunun adını "Soğuk Savaş" diye bellemişiz.
Hâlbuki olay şudur: Batı'da (bilhassa Avrupa sahasında) olmayınca veya büyük devletler doğrudan sıcak savaş içinde karşı karşıya gelmeyince, diğer bölgesel çatışmalar ( veya vekâlet savaşları-FB) savaş sayılmıyor Batılılar açısından.
Yani Afrika'da millet birbirini boğazlamış, hiç önemli değil onların gözünde. Diğer bölgelerde (Afganistan, Ortadoğu ve Uzakdoğu'da) bir sürü sıcak çatışma var ama dediğimiz gibi yani Batı'ya kar yağmayınca kış gelmemiş oluyor hesabı bir durum var.
O yüzden de "Soğuk Savaş" için, "Sovyet rejiminin çöküşünün hemen eşiğinde bitti" dediler ve bu söylemi giderek daha kapsamlı hale getirdiler: Mesela artık, "Dünyada savaş bitti, tarihin sonu geldi ve ideolojiler de bitti. Her şeyin sonu geldi. Artık dünyada hâkim olan biricik şey, liberal demokrasiler ve dolayısıyla piyasa ekonomisidir…" denilmeye başlandı.
Kapitalizm kavramı tatsız kaçtığı için "kapitalizm" demiyorlardı, bunun yerine "serbest piyasa ekonomisi ve liberal demokrasi" söylemi tutturulmuştu. Sanki her iki kavram da aynı şeymiş gibi şöyle bir özdeşlik kuruluyordu: "Bir yere serbest piyasa girerse o aynı zamanda demokrasi de olacaktır."
Tam bunların söylendiği süreçte, hani diyorlar ya "insanlar el ele tutuşmuş, hayat bayram olmuş" gibi bir pembe tablo çizildiği zamanın hemen ertesinde 1991 ABD ve Koalisyon güçlerinin Irak'a karşı başlattığı Körfez Savaşı başladı.
Bir Amerikalı şunu söylemişti; "Aaa ne güzel, artık Rusya karışacak işin içine, o ne düşünür diye bir kaygımız yok, bizden başka güç de kalmadı artık!" diye.
Bir Saddam kalmıştı şimdi orada. Bunlar hep tabii çok demagojik şeyler. Kime müdahale ediyorsun? "Saddam'a!" Saddam iyi bir adam mı? Hayır değil. O zaman "Saddam iyi adam değil ama müdahale de iyi bir fikir değil" gibi bir seçenek, neredeyse gözümüzün önünden kaldırılıyor. Yani Irak müdahalesiyle başladı bu işler. Aslında o da bir şeylerin devamıydı sonuç itibarıyla.
Ondan sonra Avrupa'nın ortasında değil ama biraz doğusunda Yugoslavya'nın çözülüşüne tanık olduk. (Bosna-Hersek, referandum yoluyla Mart 1992'de bağımsızlık ilan etti. Sırpların yönettiği ordu Bosna-Hersek'te katliam yaptı. Bunu vesile sayan NATO uçakları 1994-1995 yılları arasında farklı aralıklarla 9 kez bölgeyi yoğun bir şekilde bombaladılar. Sonuçta Bosna-Hersek Federal Yugoslavya'dan ayrıldı. F.B.)
İşte bu Bosna-Hersek meselesi özellikle bizde çok tabu bir konudur. Çünkü böyle bir Bosna-Hersek güzellemesi ön plana çıktı o dönemde. Hâlbuki insan maliyeti korkunç olan bir iç savaştı sonuç itibarıyla. Orada da üstelik işte bu "liberal müdahaleler" iyice meşru bir hale getirildi. Yani ABD'nin ve NATO'nun yaptığı askeri müdahalelerde, "liberal müdahalecilik, insani müdahalecilik" diye sunulan şeydir bu.
Balkanlar'daki iç savaş esnasında askeri müdahaleye meşruluk kazandırıldı. Ondan sonra zaten Afganistan'a müdahale (2001) yine aynı çerçeve içerisinde gerçekleşti. Dolayısıyla Soğuk Savaş bitti ancak itiş kakış bitmedi. Bunlar da birer cephe savaşıydı. Bunun ötesindeki çatışmalar da söz konusu oldu bir sürü yerde. Filistin'deki devam ediyor örneğin.
Dünyanın pek çok yerinde iç mücadeleler için, işte bir şekilde barışla sonuçlandı dendi. Söz gelimi Güney Afrika'daki ırkçı rejimin barış anlaşması, İrlanda'da barış anlaşması ama dünyanın dört bir tarafında gene çok çatışmalı süreçler de sürdü, sürüyor. En önemlisi ise şudur: Büyük güçler arasındaki rekabet hiç bitmedi.
O sırada zayıf olan Rusya devreden çıkmış ve henüz gücünü toparlayamamış... Buna karşılık NATO, alabildiğine doğuya doğru, Rusya sınırına doğru genişliyor. Bu kadar iddialı bir şekilde Rusya'ya doğru genişleme gayretinde. Bu durum neyle izah edilecek? Tabii ki Rusya'nın güçsüzlüğüyle! Hatta Almanya'nın (Doğu ve Batı Almanya) birleşmesi gündeme geldi.
Nitekim Gorbaçov'un ölümü ve Ukrayna'daki savaş vesilesiyle bu mesele tekrar gündeme geldi. O tarihlerde NATO ile Rusya arasında varılan anlaşmaya göre, NATO Doğu Almanya'da asker bulundurmayacağına dair teminat vermişti. Ancak öyle olmadı; NATO tersini yaptı. O halde bu teminat nasıl bir teminat idi? O da belli değil. Belli ki sağlam kazığa bağlanmamış bir şeymiş.
Böyle bir anlayış içerisinde olan NATO, daha önce Doğu Almanya'ya bile asker bulundurmamayı taahhüt etmişken, doğuya doğru genişleyerek Rusya'nın dibine kadar gitti. Aslında aynı NATO büyümekte olan bir güç olarak tıpkı Soğuk Savaş'taki gibi Rusya'nın nüfuz alanını daraltma yolunu tercih etti.
O zaman "Ya Rusya'nın niye nüfuz alanı olmasın?" diye sorabiliriz. Yahut şöyle diyenler de var: "Rusya'nın niye nüfuz alanı olsun ki!"
Bu durumda karşı soru gündeme geliyor: "ABD'nin niye nüfuz alanı olsun ki Balkanlarda veya Doğu Avrupa'da, Baltık ülkelerinde?"
Nitekim Rusya'nın Ukrayna'ya müdahalesinden önce sormuştum bu soruyu. Karşı çıkanlar "Sen, Putin'i mi haklı çıkarıyorsun?" diyecekler. Hayır! Ancak, rekabet halindeki büyük güçler nüfuz alanları uğruna birbirleriyle tepişirken, olaya birçok yanıyla bakmak lazım.
Bu kapışma ve itiş kakışta olan, zaten başka insanlara oluyor. Yani (filler kapışınca) çimenler eziliyor. Dolayısıyla rekabet, kapışma ve müdahaleler söz konusu olunca tek boyutlu bakış açısının savunulacak bir tarafı yoktur, olmaz.
Bu tepişmenin, bu krizin ve bu işin körüklenmesi işinin nasıl olduğunu anlamak zorundayız. Olay Ukrayna'dan ibaret değil ki. NATO'nun genişlemesi hâlâ sürüyor. Romanya'da büyük bir ABD üssü vardı zaten. Polonya'da ABD üssü var. Üstelik Rus sınırına 60 kilometre uzaklıkta kuruluyor askeri üsler.
Oradaki ABD üslerinde füze başlıkları da mevcut... Bu durumda Rusya buna itiraz ettiği zaman, ABD veya NATO "Biz bunları İran'a karşı konuşlandırdık" şeklinde gerekçelendiriyor. Yani böyle bir sürtüşme, savaşa benzer abuk sabuk bir sürtüşme zaten.
NATO'nun doğuya, Rusya sınırına doğru genişlemesi Ukrayna meselesiyle iyice açıklık kazandı, uç noktaya vardı. Oradaki savaşın başlangıç noktası bu muydu?
Ukrayna meselesi aslında böyle başladı. O yüzden de o haklı, bu haklı değil diye tartışmak yerine şunu görmek lazım: Orta yerde göz göre göre ciddi bir savaş ve ciddi bir insan maliyeti var. Bu maliyet her iki taraf açısından da göze alındı.
Burada da "Rusya savaştı, ABD ise vekâleten savaşıyor" diyemeyeceğiz. "Artık savaşın tanımı değişti" diyenler de var. Aslında ABD vekâleten filan değil doğrudan savaşın içindedir. Sadece ABD askeri yok cephede.
Ukrayna Savaşı'nın Ortadoğu'ya etkileri konusunda bir gözleminiz var mı? Aslında dengeler epeyce değişti. Kuzey Afrika'dan tutun da Ortadoğu'ya ve Kafkas ülkelerine kadar uzanan çatışmalı coğrafyada denge değişiklikleri oldu.
Her şeyden önce Ukrayna Savaşı'ndan sonra en büyük değişikliklerden biri, "demokrasi cephesi" diye adlandırılan kavramın çokça kullanılıyor olmasıdır. Tanımı böyle yapılıyor sürekli olarak. Aslında tam bir değişiklik de değil. Çünkü aynı kavram ve tanım, soğuk savaş döneminde de kullanılıp gerekçelendiriliyordu.
Güçler rekabetinin olduğu her zaman böyle olmuştur, olmaktadır. Bu tanım ile kavramın sadece stratejik, siyasal, ekonomik rekabetle bir kez daha belirlendiği daha net bir şekilde ortaya çıktı.
Aslında sadece Rusya ile Ukrayna askeri olarak savaşmıyorlar. İdeolojik bir savaş ve söylem de devamlı tekrarlanıp duruyor. Yani Ukrayna, o topraklarda salt askeri müdahaleye karşı savunma yapmıyor. Aynı zamanda bir ideoloji adına da savunma yapıyor.
Nitekim Ukrayna Başkanı Volodimir Zelenzki de öyle söylüyor ikide bir: "Biz de aynı zamanda liberal demokrasiler adına, otoriter rejimlere karşı savaşıyoruz!"
Olay, bu şekilde takdim ediliyor. Böyle bir söylemin altı çok çiziliyor. Tabii, bu "liberal demokrasilerin ve liberal demokrasilerin" cephesinden dünyaya sunulan bir söylem...
Bir kez daha dediğim gibi bu söylem ilk değildir; bunu çok iyi biliyoruz. Aslında "demokrasi cephesi" denilen şeyin demokrasiyle ve otoriterlikle falan hiçbir alakası yok. Çünkü mesele bir kez daha stratejik çerçevede değerlendiriliyor.
Bunun en iyi örneğini Polonya'da görüyoruz. Polonya daha düne kadar "otoriter bir rejim ve Avrupa Birliği'nin başına bela" sayılıyordu. Aynı Polonya Ukrayna'daki savaş konusunda (NATO ve Ukrayna yanlısı, Rusya karşıtı) tavrı nedeniyle birdenbire "otoriter rejimler" listesinden çıkarılmış oldu.
Peki, bu dengeler içinde Ortadoğu ne âlemde?
Ortadoğu'ya geldiğimizde, mevcut enerji krizinin, gıda krizinin yarattığı yansımalar da var oralarda. Bence en önemlisi şudur: Demokrasi cephesi ve otoriter rejimler ayırımında bir kez daha soğuk savaş sürecinde de geçerli olan bu tasnifin temel özelliği yine net bir şekilde çifte standarttır.
Eski tasnifin, yeniden yapılmasını gözlemek açısından önemli buluyorum. Suudi Arabistan gibi Körfez ülkeleri, hem tabii enerji kaynağı olduğu için hem de genel olarak stratejik açıdan "Rusya'dan ve Çin'den yana olanlar, bizden yana olanlar" kategorisinde "demokratlık" payesiyle ödüllendiriliyorlar.
Aslında bunlar otoriter rejimler. Bir de "demokrasi cephesinde olanlar" diye tasnif edilince demokrasiyle hiçbir alakası olmayan Ortadoğu'daki düzenler, bir kez daha "demokratlık kisvesi" giymiş oldular.
Batılı güçlerin çifte ölçütü budur işte. Buna karşılık öbür taraftakiler yani Rusya ve Çin ittifakı veya yarı ittifakı içerisinde olanların hepsi de Batılıların gözünde otoriter rejimler. Demokratik ittifak içinde dediğimiz rejimler de öyle. Bunun en iyi göstergelerinden biri de Hindistan. Oysa biliyoruz ki Hindistan korkunç otoriter bir rejim.
Irkçı, otoriter ve aklınıza gelebilecek böyle bir liste işte. Rusya için söylenecek her şey Hindistan için de söylenebilir. Başka bir otoriter rejim için de söylenebilecek olan şeylerdir. Tabii, Çin'e karşı bir rakip olduğu için Hindistan, Biden'ın ilk demokrasi zirvesine davet edildi. O demokrasi kisvesi altına girdi.
Sonuç itibarıyla nihayetinde rakip güçler (Batılılar-F.B.) açısından tasnifin ölçütü, (o ülkenin-F.B.) kendince belirledikleri şu veya bu cephede olmasıdır. Dediğim gibi, Ortadoğu'dakinde de benim için en önemli nokta gerçekten demokratik olup olmamasıdır; yoksa çifte ölçüte göre değerlendirilip kategorize edilmesi değildir.
Onun ötesinde de tabii ki işte enerji, alternatif enerji kaynaklarına yönelmek açısından bölge ülkelerinin önemi yükselebiliyor.
Devamı edecek...
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish