Konya'da bu yıl, 16-19 Haziran tarihlerinde dördüncüsü gerçekleşen "Uluslararası Sufi Sinema Günleri"ne Londra'da yaşayan Cezayirli yönetmen Bensalem Bouabdallah da davetliydi.
Festivalde Bensalem'in "Andalusian Encounters/Endülüs Karşılaşmaları" (2000) ve "Cordoba/Kurtuba" (2020) adlı belgeselleri de gösterildi.
Bensalem Bey'in Türkiye'ye geleceğini ve Konya'ya gitmeden önce bir süre İstanbul'da kalacağını öğrenince ortak bir arkadaşımız aracılığıyla Endülüs merkezli kariyerini konuşmak için kendisinden randevu istedim.
Benim de Endülüs'le yakından ilgilendiğimi öğrenen Bensalem Bey, teklifimi kabul etti. Buluşma, Bensalem Bey'in kadim dostu ve uzun yıllar beraber çalıştığı yönetmen Ömer Faruk Aksoy'un evinde gerçekleşti.
Faruk Bey'in ev sahipliğinde son derece samimi ve verimli bir sohbet gerçekleştirdik. Benim cevabını merak ettiğim uzun bir soru listem (soruların hazırlanmasındaki desteklerinden dolayı yönetmen Lokman Yılmaz'a teşekkürler) olduğu gibi, bu iki eski dostun, ilginç, öğretici ve keyifli anılarla dolu uzun bir yol arkadaşlıkları vardı.
Röportaj, Bensalem Bey'le yapılmış olsa da Faruk Bey'in de önemli katkıları oldu. Saatler süren Endülüs odaklı muhabbetimize dair önemli noktaları bu röportajda bulabilirsiniz.
Daha önce internet ortamında yayınlanmayan ve ilk defa sizler için paylaşılan "Andalusian Encounters/Endülüs Karşılaşmaları" ve "Cordoba/Kurtuba" adlı belgesellerden özel görüntülerle zenginleştirilen röportaj, hafıza, tarih ve kimliğin kesiştiği yerde bir "hafıza mekanı" olarak Endülüs'ün, çocukluğundan bugüne Cezayirli bir yönetmenin hayatındaki yerini keşfetmeyi vadediyor.
- Sizin iki belgeseliniz ("Andalusian Encounters/Endülüs Karşılaşmaları" ve "Cordoba/Kurtuba") Konya'da "Uluslararası Sufi Sinema Günleri"nde gösterilecek. Belli olduğu üzere bu belgesellerin her ikisi de Endülüs medeniyetiyle alakalı. Birleşik Krallık'ta yaşayan Cezayirli bir yönetmen olarak sizi bu belgeselleri çekmeye iten sebep nedir?
[Endülüs], Avrupa'da ve başka yerlerde de eşsiz bir örnek haline geldi. O zamandan bugüne tüm dünyaya ilham veriyor ve kültürler ve dinler arasında harmoninin ve birlikte yaşamanın sembolü olarak görülüyor.
Benim Endülüs ile kişisel ilişkime gelince; benim için temelde bir tür "hafıza mekanı." Çocuk olarak büyürken; -çocuklar etraflarındaki yetişkinleri, tartışmaları-konuşmaları anlamaya başladığında- sürekli Endülüs'ün adını duyuyorduk: "Endülüs tekrar geri geliyor; Endülüs dönemi tekrar geliyor" şeklindeki konuşmalara şahit oluyorduk.
Böylece Endülüs ile bir bağımız olduğunu anladık. Bu, bir şekilde bu büyük medeniyet fikriyle tanıştığımız erken yaşlardan itibaren oldu.
Tabii o zamanlar her şeyi tam anlayamıyorduk ama bu, nesilden nesile devam eden bir kültürdü. Bu sebeple erken yaşlardan itibaren bu "hafıza" bize aşılandı.
Daha sonra yetişkin olup sinemacılığa başladıktan sonra Endülüs, bir nevi…
...benim için sadece görsel bir cazibe değil, tarih açısından, kültür açısından bir "çekim merkezi" haline geldi.
Bugüne kadar [Endülüs merkezli çalışmamın] temel nedeni budur.
- İlk filminizi ne zaman çektiniz?
1992 yılında Endülüs'te "Altın Üçgen" olarak adlandırılan üç şehir (Cordoba, Sevilla ve Granada) arasında çektiğim ilk filmime başladım.
"1492, The Shattered Utopia" olarak adlandırılan ve Kristof Kolomb'un [Amerika'yı] keşfine İslami bir bakış açısıyla bakan bir filmdi. Elbette 1992'de Batı uygarlığının ve Amerika'nın keşfinin 500. yılı kutlandı.
Fakat gazeteler de dahil olmak üzere medya kuruluşlarının çoğu, bir şekilde İber Yarımadası'ndaki yaklaşık 900 yıllık İslam tarihini tamamen unuttular.
Tabii ki 1992, aynı zamanda son Granada Krallığı'nın da düşüşüydü. Yani 1992'deki o kutlamada bu iki unsur vardı.
Doğal olarak farklı bir bakış açısı sunmak istedim: Kolomb keşfine İslami bir bakış açısı. Bu benim ilk filmimdi aslında. Kısa bir film yaptım. Yaklaşık 22 dakika, sanırım böyle.
[Bu film] çok dikkat çekti. 1993'ün başlarında Londra'da iki önemli film festivalinde gösterildi. Ayrıca halka açık çeşitli yerlerde gösterildi. Şunu söyleyebilirim ki bu benim Endülüs ile fiziksel olarak ilk "karşılaşmam."
Oraya vardığımda bana çok tanıdık geldiğini fark ettim. Yani insanları, insanların yüzlerini, geleneklerini, yemeklerini, yaşam tarzlarını, her şeyi görebiliyorsunuz.
Her şey bana çok tanıdık geliyordu. Çünkü Cezayir'deki kendi toplumumun neredeyse bir kopyasıydı, evet.
O zamandan beri, çoğunlukla Endülüs'ün kültürünü ve tarihini keşfetmek üzerine bir kariyer inşa ettim.
- "Cordoba/Kurtuba" belgeselini çekmeye nasıl karar verdiniz?
İlk defa 2005'te, [Kurtuba] camiinin [statüsünün değişeceği ve sadece katedral olarak anılacağına dair] haberleri duydum. Bunun üzerine bir gecede ["Cordoba" belgeselini çekmeye] karar verdim.
O yaz Almanya'da bazı çekim işlerini bitirmiştim, bir gecede gidip filmi çekmeye karar verdim. Çünkü bu anıtın tüm İslam dünyası için büyük öneminin bilinmesini istedim.
[Kurtuba camii] aynı zamanda sanatsal mükemmellik açısından da eşsiz bir sanatsal mimaridir. O yüzden bu kararı aldık.
Özellikle camiyi savunmak için oluşturulan sivil toplum hareketinin bir parçası olmak istedim. Temelde bu şekilde başladık ve "Cordoba" adlı filmi yaptık.
Film, bizatihi arkitektonik yapı olması bakımından camiiyle ilgili değildi. Endülüs'ün Altın Çağı'nın en başından beri yankılanan bir arada yaşamayı ve barışı temsil eden bir sembol olarak camiinin "ruhuyla" ilgiliydi.
Bu, iki kelimeyle özetlenebilir: "Kurtuba Ruhu."
Kurtuba Ruhu, dediğim gibi eşitlikçi bir toplum yaratmayı başaran toplumdur. 9'uncu ve 10'uncu yüzyılda Avrupa'da benzersiz bir toplum.
Film bu sembolizm hakkında. Çünkü, Camii hakkında bir film yapmak isteseydim -isteseydik- camiinin mimari yönünü araştırmamız gerekirdi.
Onun kuruluşunu keşfetmemiz gerekirdi. Farklı halife ve emir dönemlerinde [camiinin yapısında] çeşitli genişletmeler oldu. Film bununla ilgili değildi.
Aslında asıl film başlığı "Cordoba/Kurtuba". Neden Cordoba/Kurtuba? Cordobalılar camiyi Cordoba ile bağdaştırdıkları için. Onlar şöyle diyor: "Camii Cordoba'dır; Cordoba da camiidir."
Camii, şehrin kimliğidir. İşte bu yüzden ona Cordoba/Kurtuba deniyor.
- "Andalusian Encounters/Endülüs Karşılaşmaları" ilk defa 2000 yılında gösterime girdi. "Cordoba/Kurtuba" ise 2020 yılında ilk defa gösterildi. Bu iki belgesel arasında dünya, 9/11, Irak ve Afganistan'ın işgali, 2009 küresel ekonomik krizi, Arap Baharı gibi çeşitli değişimler, sorunlar ve sınanmalarla karşı karşıya kaldı. Bu zaman aralığı sizin belgesel diliniz üzerinde herhangi bir etki oluşturdu mu? Bu iki belgesel arasında karakteristik yaklaşım, hikaye-anlatıcılığı, dünyayı algılama biçimleri gibi konular özelinde bir fark var mı?
O ilham ya da Endülüs'ün o büyük tarihine duyduğum o ilgi hala benimle. Bir ilham merkezi olduğu gibi bir "hazine sandığı."
Çünkü onun tarihi o kadar muazzam ve engin ki ilham verici. O kadar ilham verici ki yarısını filme çevirmek için muhtemelen 3 ya da 4 hayata daha ihtiyacınız var. Biz de en fazlasını yapmaya çalışıyoruz tabii ki. Tema aynı, ilham aynı.
Dil veya üslup açısından ilerleme veya gelişmeye gelince filmlerle derinden ilgilenen ve filme belirli bir akis getiren, görsel dille ilgilenen her sinemacının, belki de tarihte, kültürde ve eğitimindeki yerine göre neredeyse doğal hale gelen bir üslup geliştirdiğini düşünüyorum.
Tüm bunlar bir araya geldiğinde onun bireysel nitelikler geliştirmesini sağlıyor. Bu özellikler onun belirli bir üslup geliştirmesini sağlıyor. Bu yüzden üslup, diyebilirim ki...
Çünkü bunu kendim yaşadım ve kendimi sorguluyordum; "çoğu zaman aynı şeyi tekrar tekrar yapmamın sebebi nedir?"
Buradaki konu ne olursa olsun, aynı şekilde yaklaşıyorum ve bu şekilde bunun bir üslup olduğunu anlıyorsunuz.
Edebiyatta olduğu gibi, büyük yazarların aynı şeyleri tekrar tekrar yazması üsluptur. Sonra bütün külliyatlarında aynı şeyden tekrar tekrar bahsederler. [Bu külliyat bazen] 20 kitaptan bile oluşabilir. Bu "popüler bilinç" olarak adlandırılır.
Kendimi büyük edebiyat yazarlarıyla kıyaslamıyorum ama kendimi sorguladım ve neden aynı şeyi tekrar tekrar yaptığımı öğrenmek istedim.
Söyleyebilirim ki aslında benim tanımladığım şekilde bu üslup, herhangi bir konuya şiirsel yaklaşımdır. Şiirsel bir üslup çünkü benim için sinema resimle daha az ilgili, kesinlikle tiyatro değil.
Daha çok şiir veya müzikle ilgili ve nihayetinde müzikle ilgili. Çünkü sinema ritimle ilgili, görüntülerle ilgili.
Şiir imgelerdir, şiirin en iyisi; mısralarını okuduğunuzda kafanızda bir görüntü oluşturandır. Şair size bir görüntü verir. O görüntü aracılığıyla bir şeyler hayal etmek için ufkunuzu açarsınız.
Şiir, görüntü dilidir. Müzik ise ritmin dilidir. Ayrıca çağrışımdır. müzik dinlediğinizde size bir şeyler çağrıştırır.
Geçmişte yaşadığınız bir şeyi veya her ne olursa olsun bir karşılaşmayı çağrıştıran deneyimdir. Ancak bir sanat formu olarak müzik muhtemelen insanın geliştirdiği en gelişmiş sanat formudur.
Bence diğer herhangi bir sanat formu en iyisi olabilmek için "müzikal" olmalıdır.
- Size cevabını çok merak ettiğim bir soru yöneltmek istiyorum: Kurtuba ve Konya arasında bir çeşit "bağ" olduğunu düşünüyor musunuz?
Biliyorsun, Kurtuba'ya "Aydınlanmış Şehir" de deniliyor. Neden Aydınlanmış Şehir deniyor?
Çünkü İslami İspanya'nın çağlar boyunca ürettiği çok sayıda bilim insanı, filozof ve büyük aydın, özellikle hilafet iktidarının merkezi olarak Kurtuba'da yetişmişti. İbn Rüşd (Averroes), cerrah olan Zehrâvî gibi isimler.
Zehrâvî bugün hala kullanılan birçok aleti icat etti. Bu aletler bugün hala dünyanın tüm hastanelerinde kullanılıyorlar. Bunlar 10. yüzyıl Kurtuba'sından daha doğrusu Medinetü'z-Zehra'dan.
Tüm zamanların en büyük beyinlerinden biri İbn Hazm el-Endelüsî idi. 800 civarı kitabın yazarı. Evet, hem müslümanlar hem de gayrimüslimler tarafından tüm zamanların, hatta modern zamanların bile en büyük aydınlarından biri olarak tanınan büyük bir adamdı.
O yüzden Kurtuba ışık saçıyor. Bu büyük insanların yarattığı bilimlerle parlıyor. Yani bu ruha sahip: Kurtuba ruhu budur. Çünkü sadece sosyal düzeyde değil, ayrıca sanatsal, bilimsel, insani, uygarlık düzeyinde de [bu ruh] vardır.
Kurtuba bilimleriyle aydınlanmış şehirken Konya, büyük mutasavvıf şeyh Celaleddin Rumi'nin varlığıyla aydınlanır. Mevlana Celaleddin Rumi.
Konya bir deniz feneri…
Dünyadaki en büyük ruhani merkezlerden biri. Büyük şeyhin ruhunun varlığından dolayı.
İkisi (Kurtuba ve Konya) de parlıyor. Her ikisi de kendi tarzında parlıyor. Bu yüzden ikisi arasında bir bağlantı var.
- Bu çok güzel bir cevap ve son derece "aydınlatıcı."
Bensalem Bouabdallah: Doğrusu bu sorudan çok etkilendim.
Ömer Faruk Aksoy: Gözlerinden okunabiliyor.
Bensalem Bouabdallah: Büyük güç.
- Size sormak istediğim bir başka soruysa filmlerinizi nasıl finanse ettiğiniz.
[Sinemada] bu İslami konunun öncüleri olarak 30 yıldan fazla bir süre önce başladık. İnsanlar pek ilgilenmediler. Ancak "Andalusian Encounters" örneğinde buna inandık.
Arkadaşlardan biraz para toplamayı başardım. Faruk [Aksoy] ve ben bu filmler için asla bir ödeme almadık. Aynı anda iki üç iş yapıyorduk.
Bu iyiydi çünkü her şeyi öğrendik. Ama bir ödeme almadık. Seyahat etmek, bir otelde oda tutmak için ve aşağı yukarı ekipman olarak ne gerekiyorsa kiralamak için çok az paramız var.
- Filmler için parayı nasıl buluyordunuz?
Dediğim gibi bu tür filmlerin finansman kaynakları yoktu. Ama biz onlara inanıyorduk. Yani bunlar yapıldığında, bu birçok insan için bir esin kaynağıydı.
Sadece Müslüman izleyiciler için değil. Müslüman olmayanlar da "Andalusian Encounters"ı izlediklerinde son derece ilgilendiler.
Çünkü bu film onlara 500 yıldan fazla bir süredir reddedilen Avrupa tarihinin kapılarını açıyordu. Seyirci; Avrupalı seyirci karanlıkta kaldı. Çünkü Endülüs'ün tarihi temelde Avrupa'nın tarihidir.
Ancak Avrupa bu tarihi kendi vatandaşlarına 500 yıl veya daha uzun süredir inkar ediyor. Bu nedenle, toplu bir hafıza kaybı gibi.
"Bu tarihi karanlığa gömdük, üzerini örttük, bunu duymak istemiyoruz." Bu yüzden bu filmleri izlemeye başladıklarında bu onlar için bir esin kaynağıydı.
Özellikle Avrupalılar bu filme dahil oldular. [Andalusian Encounters filmindeki] kız gibi. O Avrupalıydı. Müslüman oldu.
Neden Müslüman oldu? Film "nasıl ve neden" hakkında. Endülüs'te yeni bir dönemin başlangıcında, Endülüs'te İslam'ın yeniden canlanması.
Filmimizi finanse etme şeklimiz gerçekten uygun bir finansman yöntemi değildi. Ama bu bir inanç eylemiydi.
Bu çok önemli. Biz buna inandık ve biraz ilerlemeyle, bunu aşama aşama yapmaya devam ediyoruz."Cordoba"yı kastediyorum, kendi şirketim aracılığıyla kendi paramla finanse ettim.
Çünkü, birkaç yıl önce büyük bir projede çalışma şansım vardı ve bu paraya sahiptim ve sonra bununla ne yapacağımı düşündüm. En iyi yol önemli bir şeye yatırım yapmaktı.
- Size göre belgesel ve kurgu arasındaki temel fark nedir? Ve doğruyu aktarması bakımından bir belgeselin iyi ya da kötü olduğuna nasıl karar veririz?
Kendi belgeselimiz "Andalusian Encounters" ve "Cordoba"da bazı sahnelerini yeniden düzenledik. Bazıları yeniden oluşturuldu. Dikkat edin onlar "icat" edilmediler. İkisi farklı şey.
[Örneğin Andalusian Encounters'daki] kızın kendi yaşadıklarının yeniden oluşturulmasıdır. Yani onunla bir şeyleri [yeniden] oluşturduk. O, bunu kendisi yaptı: kendi geçmişiyle yeniden bağ kurdu.
Örneğin "Cordoba"da bazı sahneleri ve geçmiş zaman filozofları arasındaki diyalogları yeniden düzenledik. İbn Rüşd ve İbn Meymûn arasındaki bilim ve felsefe hakkındaki diyalog.
- İnsanlar sizi Endülüs'e olan ilginizle tanıyor. Ancak tüm çalışmalarınız sadece Endülüsle alakalı değil. Örneğin, "The Makkah Clock/Mekke Saati" belgeseli. Bize bundan biraz bahseder misiniz? Ayrıca diğer birçok projede olduğu gibi bu projede de Ömer Faruk Aksoy'la birlikte çalıştınız. Bize bu tecrübenizden bahseder misiniz?
Faruk'la (Aksoy) 30 yıldır hep birlikte çalışıyoruz. Belki daha uzun süreden beri. Bazı projelerde beraber çalışmadık. Ama birçok projede birlikte çalıştık.
Yani Faruk Bey ile olan deneyim çok zenginleştiriciydi. O kendi katkısını getirdi ve ben de kendi katkımı getirdim.
Böylece bir şekilde tüm bu yıllar boyunca güzel bir çalışma ilişkisi kurduk. Bir şekilde birlikte nasıl çalışacağımıza dair çok güzel bilgiler edindik.
[The Makkah Clock/Mekke Saati] çok büyük bir projeydi. Yapmamız uzun zaman aldı. Büyük bir deneyim.
Bu konuda çok şey öğrendik, çünkü bilirsiniz, filmle ilgili iyi bir şey yaptığınızda, özellikle aşina olmadığınız bir konuya yaklaştığınızda, röportaj yaptığınız insanlardan ve birlikte çalıştığınız uzmanlardan çok şey öğreniyorsunuz.
Her şeyden önce onlara soru sormaya başlamak için biraz araştırma yapıyorsunuz. Soruları hazırlamanız gerekiyor. Bunu yapmak için biraz araştırma yapmanız gerekiyor, ne yapıyorlar, kim bunlar vs.
İkinci olarak söyledikleri de büyük bir bilgi kaynağı. Böylece ilgi alanınıza girmeyen pek çok şeyden fazlasını öğrenmiş oluyorsunuz, ama bu harika bir deneyim.
Bu çok zenginleştiriyor; insanî iletişim ve paylaşım. Profesyonel açıdan son derece zenginleştirici. Çok şey öğreniyorsun.
Bu bir şey. Bu nedenle, çekimler çok zaman aldı, özellikle Mekke'de; saat kulesi sahasında son derece zordu.
Faruk bu konuda çok şey söyleyebilir. Her şeyden önce sıcak, Mekke'deki sıcaklık. Ama kule bir canavar gibiydi.
Bu yüzden işin tüm bu güvenlik tarafıyla uğraşmak zorundayız. Uzun saatler süren çekimler. Birçok kez benzersiz olan bazı sahneleri filme aldık.
Sürekli sallanan... Yukarıya sürekli sallanan bir sepetle çıktık. Kule 600 metre yüksekliğinde. Aslında 600'den daha yüksek. Kule 603 metre. Yüksek açıyla çekmek için kulenin birkaç metre yukarısındaydık.
Her şeyi böyle yaşadık.
- Bir sepet içinde mi çekim yapıyordunuz?
Sepette, evet. Ve yukarısı çok rüzgarlı. Çünkü yükseldikçe [rüzgar daha güçlüdür]. Bazen sepete bindikten sonra hemen aşağı inmek isterdik.
Çünkü bu [sallanma] çok tehlikeli hale geliyordu. Yani biraz risk aldık, gerçekten ciddi riskler aldık.
- Son olarak bu röportajı izleyenlere ve okuyanlara vermek istediğiniz bir mesajınız var mı?
Bir yetişkinden gençlere veya diğer okuyuculara verilecek mesaj hayallerinin peşinden gitmeleridir. Çünkü hayal, herhangi bir gerçekliğin arkasındaki güçtür.
Gerçeklik hakkında konuşurken, herhangi bir başarıdan, herhangi bir gerçek üretimden [bahsetiyoruz]. Bunların arkasında hayal vardır.
Bazı filmlerde beraber çalıştığımız 20. yüzyılın en büyük mimarlarından Mısırlı mimar, Hassan Fathi bize şunu söylerdi:
Evinizi inşa etmeden önce hayal etmek zorundasınız.
İnşa etmeden önce bir yapı olarak gelecek projeksiyonunu yapmak. Aksi takdirde ne inşa edeceksiniz?
Her şeyi değiştireceksiniz ve alan bir uyum içinde olmayacak. Bir mühendis ya da şair gibi hayal etmelisin. Evet, hayal etmelisiniz.
Bu yüzden gençlerin hayallerine inanmaları gerektiğini düşünüyorum ki bu her türlü gerçekleşmenin arkasındaki gerçek itici kuvvettir.
Rüya bir ütopya değildir. Çünkü ütopya [ve hayal] arasındaki fark: Ütopya tamamen gerçekçi değil ama hayal [hayatımızın] bir parçası.
Her gece rüya görüyoruz. Çocukken herkesin bir hayali vardır. Doktor, polis ya da Başkan vs. olmayı hayal edersin. Rüya varlığımızın bir parçasıdır.
Ancak genellikle diktatörler halkın hayal kurmasını yasaklar. Bir şair, diktatörleri eleştirirken hayal hakkında şunu söylüyor:
Hayal etmeyi yasakladılar, hayal edilmek için.
"Hayal etmeyi yasakladılar, hayal edilmek için." Çünkü birinin hayal kurmasını yasakladığınızda, bu, onun gelişme, kendini geleceğe yansıtma yeteneğinin büyük bir kısmını kesmeniz anlamına gelir.
Bu nedenle, herhangi birisi, herhangi bir meslek, [bir şeyler yapmak] isteyen herhangi bir genç yaşam için hayal şarttır.
Eğer inanırsa, herkes gerçekleştirebileceği en olağanüstü hayali gerçekleştirebilir. Bunu yapmalısın. Bu, tüm filmlerimiz bu hayalle ilgilidir. Bu filmin hayalini kurduk ve sona [çektik].
Tabii ki bu zor ama sizi devam ettiren güç; hayaliniz. Evet, çünkü bunun gerçekleştiğini görebilirsiniz.
Bunu olacak bir şey olarak önünüze yansıtmazsanız, nasıl hayatta kalabilirsiniz?
Çünkü her gün seni ilgilendiren çok fazla problem var ve hayatın bir takım problemleri var, ama benim görüşüme göre sana yön veren güç hayaldir.
Bu, aslında algıladığımız gerçeklikten daha fazla bir gerçeklik.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish