TÜSİAD'ın 15 Haziran tarihli, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın tepkisine de neden olan toplantısında hükümetle yaşanan tartışmadan azade olarak dikkat çeken bir vurgu vardı.
Bu da TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu Başkanı Tuncay Özilhan'ın yaptığı konuşmada gizliydi. Özilhan, şöyle dedi:
İkinci dünya savaşı sonrasının ekonomide yoğun devlet müdahalesi çöktükten sonra ibre piyasa mekanizmasına kaydı. Piyasa mekanizmasının üstünlüğü adeta sorgulama dışı tutulur olmuştu. Ancak bu modelde uygulamada aksaklıklarla karşılaşıldı. Önce 2008 krizi, sonra pandemi, şimdi de Ukrayna işgali devlet ve piyasa arasındaki dengenin yeniden düşünülmesi gerektiğini gösterdi.
Özilhan'ın bu ifadeleri Keynes'in Genel Teori'sine işaret ediyordu. Yani tam istihdamın devletin temel amacı olduğu, yine devletin eğitim ve sağlık gibi asgari insani ihtiyaçları sağlamasını öngördüğü ve bunu da onurlu bir yaşamın sürülebileceği kadar bir asgari ücretle desteklemeyi hedeflediği teorisine dikkat çekiyordu.
Genel Teori'ye göre, devletin bu imkan ve hizmetleri karşılaması durumunda insanların para stoklamasını gerektirecek bir kaygıları olmayacağı için piyasa için üretilen mallarda bir talep açığı oluşmayacak ve dolayısıyla piyasada çarklar dönecekti.
İkinci Dünya Savaşı'ndan 1970'lerin sonuna kadar egemen olan ve Türkiye'nin 27 Mayıs'ın ardından dahil olduğu "Keynezyen İttifak", 1970'lerin başında yüksek enflasyon oranları ve ticari dengenin altüst olmasıyla birlikte 1 birim ons altının 35 birim Amerikan Doları'na karşılık geldiği kabulüne dayanan Bretton Woods'un askıya alınması ile krize girmiştir.
Bu krizin ardından yeni birikim modelinin, neoliberalizmin ilk uygulama sahası ve erken dönem laboratuvarı ise Şili olmuştur.
Şili'de Pinochet'nin Allende iktidarını askeri darbeyle devirmesiyle birlikte Friedman'ın önderliğindeki Şikago İktisat Okulu, ulusal sanayinin ve iç pazarın vergi politikalarıyla korunduğu bir sermaye birikim modeli olan ithal ikameciliği ya da Keznezyenizmi yutmuştur.
Pinochet yönetimi tarafından göreve çağrılan Friedman ve IMF tarafından uygulanan politikalarla neoliberalizmin mahiyeti de belli olmuştur: kamulaştırma yerine özelleştirme, doğal kaynak tekellerinin devletten özel sektöre geçişi, sosyal devletin ortadan kalkması, serbest ticaretin önünün açılması, yabancı sermayenin kârını istediği gibi anavatanına taşıyabilmesi gibi devletin rolünü yalnızca hakeme indirgeyen bir tasavvur.
Bu model, tıpkı Şili'de olduğu gibi Türkiye'de de Güney Kore'de de, yani Bağımlılık Okulu temsilcilerinin "Yarı-Çevre Ülkeler" olarak adlandırdığı ülkelerde birer askeri darbeyle beraber uygulamaya koyulmuştur.
Bu arz yanlı sermaye birikim modeli, ABD ve İngiltere gibi merkez ülkelerde ise Marksist bir ifadeyle "kalpsiz dünyanın kalbi" olan dinin, iktisadi liberalleşmenin sosyal ve siyasal muhafazakarlaşmayla simbiyoz içinde ilerlemesi sonucunda geri çağrılmasıyla, yani "yeni sağ" ile birlikte olmuştur.
Nitekim Thatcher ve Reagon'ın peş peşe iktidara gelişleri basit bir tesadüften ibaret değildir. Türkiye'de de sermaye açısından sütliman bir ortam yaratıldıktan, eski siyasetçiler siyasi yasaklarla tasfiye edilip, işçilerin örgütlenme hakları belirsiz bir tarihe kadar yasaklandıktan sonra Özal ile beraber "yeni sağ" siyaset sahnesindeki yerini almıştır.
Ordunun 12 Eylül'den sonra eşgüdümlü ilerleyen İslamizasyon ve neoliberal politikaları, Özal'ın ANAP'ında vücut bulmuş gibidir.
Böyle de olmalıydı, çünkü Küçük'ün ifade ettiği gibi, insanlar her gün lahmacun yiyemezdi, "Ancak Türkiye'nin kapitalizmi bundan sonraki donemde işçi ve emekçiye yalnızca lahmacun vadedebiliyor. Bunun tek başına yetmeyeceğini bilecek. Bu yüzden lahmacunla birlikte, işçi ve emekçiye, bir de «öbür dünya» vadedecek. Öyleyse, Türkiye kendi iç dinamiğiyle, bir daha aşırı bir dinselliğin baskısı altına girecek" 1 idi, öyle de oldu.
TÜSİAD ise emek aleyhtarı bu dönüşümün bayraktarlığını yapanların başında gelen gruptu.
IMF'nin emekçilerin aleyhine dayattığı acı reçetelere karşı Başbakan Ecevit'in direnişi sonucunda, tam da hükümetin ABD'yle gerilim yaşadığı bir evrede, ABD Başkanı Carter'ın Başdanışmanı Brzezinski'nin Ecevit için TÜSİAD üyelerine "Bu adamla Türkiye bir yere varamaz" demesinin ardından TÜSİAD, hükümete karşı taarruza geçmiştir.
13 Mayıs'tan 13 Haziran 1979'a varan aralıkta TÜSİAD, yukarıda bahsi geçen neoliberalizmin gereksinimlerinin hayata geçirilmesini isteyen toplam 24 bildiri yayımlamıştır. 2
Bu noktada zihinlerde beliren soru şu oluyor:
TÜSİAD, büyük bir iştahla yıkılmasını istediği Keynezyen Model'i şimdi neden tekrar hatırladı, yoksa Keynes'i rüyasında mı gördü?
Bunun iki temel nedeni olduğunu söylemek mümkün. Bunlardan birincisi, neoliberalizmle birlikte reel sektörün daralarak yerini finans sektörünün almasının sonucunda Türkiye gibi devamlı olarak cari açık veren ülkelerin bu açığı kapatması için duyduğu döviz finansmanı, başka bir ifadeyle "yabancı sermaye"nin ülkeden kaçışı.
Bu kaçış, 2013 sonrasında FED'in faiz politikasını değiştirmesinin ardından sermayenin merkez kapitalist ülkelere kaçışıyla beraber başlamış, Trump'ın sermayeyi ülkesine çağırmasıyla beraber yükselmiş, Türkiye'nin hukuk devleti niteliğinden sapmasıyla beraber perçinlenmiş ve pandemiyle beraber zirveye varmıştır.
Bunun sonucu da dövizin yükselmesi olmuş ve büyük sermayedarlar yabancı sermayeyle küresel pazardaki rekabet şanslarını kaybetmişlerdir.
Dolayısıyla bu durumda, tıpkı 1960-80 arasında küresel alanda rekabet edebilecek kadar sermaye birikimlerini sağladıkları, yerli sermayedarın kayrıldığı ve korumalı-güçlü bir iç pazarın kurulduğu bir düzeni yeğlediklerini ifade etmek mümkün.
İkinci neden ise iktidar partisinin bir süredir bütün sermayenin partisi olmaktan vazgeçmesi.
İktidar, kendi yandaş sermayedarlarını hem astronomik maliyetli kamu ihaleleriyle fonlarken hem de anlık kur şokları gibi yöntemlerle servet transferi ile zenginleştirmeyi tercih ediyor.
Bunun sonucunda iktidarın yandaşı olan sermaye hem liberal düzene bile aykırı biçimde hiç risk almadan, kamu ödeme garantisiyle "ticaret" yaparken hem de servet transferiyle toplumun ekseriyetini yoksullaştırıyor ve onlar yoksullaştıkça kendisi servetine servet katıyor.
Yani kapitalizmin mantığı gereği piyasadan ve bireylerden toplaması gereken parayı, iktidar zırhının arkasına sığınıp kamu garantileriyle toplayarak zarar etme ihtimalini tamamen ortadan kaldırıyor.
Dolayısıyla TÜSİAD da aslında bu iktidara yeni bir politika öneriyormuş gibi gözükerek, demokrasi dışı bir yola tevessül edilmezse değişmesine neredeyse kesin gözüyle bakılan bu iktidardansa gelecek iktidara taleplerini sıralıyor.
Bu da işsizlik ve yoksulluğun zirveye vardığı Türkiye'yi bu sarmaldan çıkarırken, insanların yeniden tüketime yöneleceği bir standarda erişmesini sağlamanın yanında, güçlü bir iç pazar aracılığıyla yabancı sermayeyle iç pazarda rekabet etmeyeceği ve bu tüketimin kârını toplayan yegane aktör olacağı bir düzeni talep etmek şeklinde vücut buluyor.
Elbette dünyada yeniden kamuculuk tartışmaları anlamlı. Hele de pandeminin ardından tüm dünyanın ekonomisi bu derece sarsılmışken…
Ancak bu dönüşüm de sermaye lehine gerçekleşmemeli. Dünyanın adı devamlı değişen "millî iktisat" modelleriyle önüne ekler alan liberalizm arasındaki bumerangtan kurtulması, yaşanan krizlerin sürekliliğini aşmak için de önkoşul.
Bu da faturanın çoğunun işçinin sırtına yıkıldığı bir düzenle değil, sermaye ve emekçi arasında dengenin sağlandığı bir düzende mümkün.
Yeni kamuculuk ve sosyal adalet tartışmalarını önümüzdeki haftaki yazıma bırakıyorum.
1. Yalçın Küçük, Bir Yeni Cumhuriyet İçin, Tekin Yayınevi, 1980, s. 547.
2. Bkz. https://tusiad.org/tr/tum/item/9376-tusiad-1979-gazete-ilanlari
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish