Aliya'nın da belirttiği gibi kült ve alet, sanat ve zanaat, ibadet ve itaat, çelişkileriyle birlikte insanoğlunun tarihinin başladığının işaretleri.
İnsan, bir beşer olarak içerisinde yaşadığı topluma itaate tabi iken, insani yanı ise sorgular, itiraz ve hatta isyan eder yakaladığı çelişkilere.
Bir yanıyla ihtiyaçlarını karşılamak için gereçler yapmak, ikamet etmek isterken, öte yanıyla ise hayallere dalmak, düşünmek ve düşündüklerini ifade etmek ve uygulamak ister.
Bir taraftan daha iyi yaşamak ve kendisine bir barınak (şehir, mekân) inşa etmek isterken, öbür taraftan daha ötesini düşünür (ebedi hayat, hakikat) ve emin olmak ister; kendinden ve duyumsadığı o öte(ler)den.
Dahası ise eminliğe, kimliğine, nereden gelip nereye gittiğine dair sorular, bakışının dünyaya hayretler içerisindeki o ilk açılışından itibaren, allak bullak etmektedir kalbini.
Ama nasıl emin olur ki bu uçsuz bucaksız kâinattaki bir zerre, bu "düşünen kamış", bu akıllı hayvan, varla yok arasındaki bu düşsellik?
Nasıl çıkar da kendi kabuğundan başka bir âleme geçebilmenin yollarına koyulur?
Oysa daha toprak kokmakta, şaşkınlıkla bakmaktadır âleme. Vehimler içerisinde aldanan gönlü, kötülüğün olduğu kadar iyiliğin taşlarını da birlikle döşer de bir yol kılar kendisine.
Ve bu temel çelişkilerini de birlikte sürükler tarihe; toplumsallaştırır. "Ecce homo: Budur insan!"
Sorun ise daha derindedir: Kuşkularla ürperen yürekte, henüz dile gel(e)memiş sözcüklerde, sorumsuz bir beşerilikle özgür insaniyet arasındaki o çelişkide, duyumsamakla düşünmek arasındaki o gerilimde.
Daha ne olduğu tam olarak belirginleş(e)memiş bu varlık, insan, durduğu veya sürükle(n)diği bu çelişkilere dair izlenimleri, adımını attığı basamakları bir hakikat sanmakta, inanmakta ve aldanmakta, söz vermekte ve ihanet etmekte, yola koyulmakta ve yoldan çıkmakta ve ama her şeye rağmen arayışını olduğu kadar kemâlât çabasını da sürdürmektedir.
Düşe kalka yürüyen, yolda(ş) olan kimi, kimi de yoldan çıkan (yozlaşan) biri. Bilmekteyiz ki bunlar da yolculuğa dahildir; ayrılığın da aşka dahil olması gibi.
Kalbini hakikate açık tutan biri ise ayırt etmez bunları; düşmeyi ve kalkmayı, inanmayı ve inkârı, eminliği ve kuşkuyu. İnsan budur çünkü.
Bedeni dünyanın tozu toprağı, şehveti ve açlığı içerisinde debelenirken, Tanrı ile yoldaşlığa soyunan trajik bir arzu.
Düşünceleriyle sınırları aşarken, bastığı yerden emin olamayan bir zavallı. Düşünmek nasıl ki sınırsız ise, eminlik de öyle değil mi?
Her düşünsel hakikat yine başka bir düşünce tarafından yıkıma uğratılırken, her eminlik de hep daha bir emin olmayı arayan kuşkular tarafından bozguna uğratılmaz mı?
Yaşamından, ayağını bastığı kâinattan, sevdiğinden, dostundan, yoldaşından, kendinden, dahası iman ettiği Tanrı'dan emin olmak istemez mi insan; vehimler içerisindeki kalbi kuşkulara düşüp sarsılmaz mı?
İman, emin ol(un)maktır. Resul (as) öyle demez mi: Müslim elinden ve dilinden Müslümanların emin olduğu, mümin ise bütün insanlığın kendisinden emin olduğu kişidir.
Böylesine bir eminliği haiz biri ise, Allah'tan emin olma kaygısıyla maluldür. Kalbi kendisini bu eminlikten uzaklaştıran vesveseler, bedeni ise arzular içerisindedir.
Ama bu yaralı bilinç onu yine de düşünmekten ve aramaktan alıkoymaz; koymamalıdır. Bitmek bilmeyen bir çaba içerisinde de olsa sürdürmelidir bu emin ol(un)ma halini ve bu, insanın en trajik hususiyetidir.
Kendisini yıllardır hep yeni baştan okuduğum Nikos Kazancakis de bu çelişkiler içerisinde hakikati ve eminliği arayan biri. Tıpkı bir elinde Marx'ın Kapital'i, diğerinde ise İncil ile Müslüman olan Garaudy gibi.
Kazancakis de Homeros, Buda ve İsa ile başladığı hakikat arayışını Nietzsche, Bergson ve Lenin ile sürdürür.
Eminliğini pekiştirme hali bir türlü sükûna ermez ve kalbini yatıştıramaz bir türlü. Bu sükûnun yalancılığının farkındadır çünkü.
Bulmanın fetişizmi kadar tatminkârlığın hayvaniliğinin de. O yüzden hep düşe kalka sürdürür yolculuğunu. Ve hep bir kavga (cehd) içerisindedir.
Bir biyografi olan "El Greco'ya Mektuplar"ında anlattığı yolculuklarından birinde, Sina Dağı'nda, tanrısal zuhurun alevlerinin yanı başında, Azize Catharina Kilisesi'nde sorar keşiş ona:
'Kiminle mücadele ediyorsun?' Tereddüt ettim, birden korkuya kapıldım. Keşiş bir daha sordu: 'Kiminle?' Sesini alçalttı, eğildi: 'Tanrı'yla mı?' 'Evet.' İhtiyar gözlerini bana dikti, konuşmadı. 'Hiç iyileşme!' Beni kutsarmış gibi, lanetlermiş gibi elini havaya kaldırdı. 'Eşitinle ya da kendinden aşağı olanla mücadele etseydin, yazık olurdu! Bu hastalıktan kurtulsaydın çok yazık olurdu!'
Ve şayet İsa, kavgadan uzak, sakin biri, mesela iyi bir marangoz olsaydı, evet, belki Celile'nin insanlarına faydalı olurdu ki, bu da olumlu, bir insana yakışan bir şeydir ama hiçbir zaman 'İsa', yani tarihi o inancın yalın ama kavi etkisiyle, iradeyi öne çıkaran devrimiyle sarsan biri olamazdı.
Ürettiği nesneler insanların bazı ihtiyaçlarını giderirdi belki ama tüm Roma'yı, insanlığı dönüşüme uğratan bir devrimci olamazdı.
İşte bu sefil, günahkâr olduğu kadar yüce ve huzursuz varlığın, insanın, kimileyin kalbinden tatlı bir esinti gibi geçen bir eminlik, esrikleştirerek kalbini, duyumsatır o en derindeki akışı; şiirler, ezgiler, renkler veya sözcüklerle çağlar o vakit.
Kimi zaman ise kaybeder bu sakınımlılığını ve ister kendisini zamanın akışına bırakarak, isterse şeytani heveslerin ihtirasına kapılarak yoldan çıkar (yozlaşır) ve sıradan bir beşer olarak kalakalır.
Bu da yolculuğun sürprizlerinden birisidir kuşkusuz. Tıpkı elindeki yegâne gereci olan su ibriğinin bir fetişe dönüştüğü derviş gibi, unutarak yolculuğunu ve de insanlığını, onu bu basit nesneyle de olsa yoldan çıkaran benliğin tutkularına kapılıp gider.
Dahası Tanrı ile kavga etmekten ya da onu aramaktan yorularak sükûneti arar. Yaşamaya dair hazları baskın çıkarak onu yolundan alıkoyacak basit heveslerle bile aldatır.
Sorun ise gereçlerde ya da ay benizli güzellerde değildir kuşkusuz. Bunları bambaşka niyetlerin tecessümüne dönüştüren kalbin aldanışlarında, aklın vesveselerindedir.
Tanrı'yı uzak gökkatlarına sürerek, sanki Tanrı'nın dünyadan uzaklığını varsaymak derdine derman olacakmış gibi kendi vehimlerinde ya da heveslerinde tanrıcılık oynamaya çalışan, günümüz deistlerinin aldanışları gibi.
Ya da dini bir afyona dönüştüren geleneksel anlayışların "sorunsuz" ve "umursuz", kölece dindarlıkları gibi. Oysa soru(n) çetin, cevap da sarsıcıdır.
Çocukça aldanışlarla atlatılabilecek gibi değildir bu bitimsiz insan oluş çabası; ufkundaki o bir türlü bitmek bilmeyen Tanrı'ya ulaşma azmi.
Dolayısıyla da, "ne kavga biter ne sevdâ!" Evet, yatıştırır kimi aldanışlar belki insanın kalbini ve düşüncesini de susturur.
Heidegger ise günümüzün konformist kiliselerinin bir başka veçhesine çeker dikkatlerimizi.
Felsefedeki Tanrı'yı, yani causa sui (-salt bir neden'e indirgenmiş- ÜA) olan Tanrı'yı terk etmesi gereken tanrı-sız düşünme, belki de ilahî Tanrı'ya daha yakındır. Bunun anlamı burada yalnızca şudur: tanrı-sız düşünme, varlık-tanrı-mantığının (onto-teolojinin) kabul etmek isteyeceğinden daha açıktır Tanrı'ya… İnsanın bu (-yaratıcı niteliklerini yitirmiş ve hayatımızdan uzak kılınmış- ÜA) Tanrı'ya tapınması ya da adakta bulunması diye bir şey asla söz konusu olamaz. Causa sui karşısında insan ne korkudan diz çökebilir, ne de bu Tanrı'nın önünde ilahiler söyleyip raks edebilir. 1
Ve yine Heidegger, kimilerince ve yerli yersiz bir biçimde ateizmle suçlanan Nietzsche'nin "Tanrı'nın ölümü" mottosunu da farklı bir bakışla yorumlar.
Buna göre Nietzsche asla bir a-teist değildir. Tam aksine o, Tanrı'ya gereksinimin farkındalığını muhafaza eden tek düşünürdür.
"Nietzsche, Hölderlin hariç olmak üzere 19. yüzyılda yaşamış tek dindar kişiydi." 2
Zira "putlara tapınmaktan kaçınmak bir çeşit ruhsal 'yabani ot' ayıklamaktır… Putları yıkan Nietzsche, 'a-teist olmadığı" gibi, "Tanrı'ya, birçok sözümona teist olan kişiden daha yakın"dır. 3
Kalbindeki soru(n)ları susturarak, aklını bunlardan uzaklaştırarak yatıştırmak isteyen riyakârlar içinse Tanrı, sadece bir nedendir, "zorunlu" bir neden; zihnin çığlığını bastırma gereçlerinden biri, sonsuzca nedensellikler zincirini (teselsülü) kesintiye uğratan ve de kendisine dayandırarak iptal eden bir yapay "neden".
Dolayısıyla bu anlamda Tanrı, Aristo'dan başlamak üzere filozofların salt biçimsel düşüncenin sonsuzca nedenler dizisinden kurtulmak için icat ettikleri bir kurtulmalığa dönüşür.
Bunu icat ederek temel sorunundan (hayat nedir, ben kimim?.. Dahası kötülük neden var sorusu kadar bu kötülüklerle mücadele azminden) kurtulan deist'tense, ateist, yani Tanrı sorununu bu tip vazgeçişlerle veya zihni susturuşlarla bastırmayan, yatıştırmayan biri ise, aslında daha yakındır Allah'a.
Çünkü en azından böylesi bir meselesi, bir derdi vardır ve bunun üzerinde düşünmeyi durdurmamaktadır.
Öteki ise, kendisine bir "altın" neden icat ederek susturmuştur zihnini ve bunu bir sorun olmaktan çıkarmıştır.
O nedenle ateist, tanrısız olmaktan çok, Tanrı ile derdi olan, bir Tanrı sorunu olan manasında anlaşılmalıdır.
Deistin ise, bir "Tanrı" sorunu bulunmamaktadır; ama o dünyanın uzağında, nedeni olduğu karmaşayla ilgisiz, sadece bir neden, nedenlerin nedeni ve hatta o bile değil, sadece bir sözcüktür.
Tanrı'yı salt bir nedene indirgemek ise, kendisini Hakikat arayışına adamış biri için bırakın yol göstericiliği, düşüncenin ve arayışların önündeki en büyük bir engeldir.
Ama bu engel, kuşkusuz ki Tanrı'nın doğrudan kendisi olmayıp, nefsimizin (ego) ya da aklımızın aldanışlarının bir icadıdır.
Farklı Bakış sitesinde "Din Düşünmeyi Engellemek Üzere mi Tasarlandı?" başlıklı yazısında bu mesele üzerinde fikir yürüten Kadir Canatan'a göre de, "kimi akılcıların iddia ettikleri gibi akıl, evrensel ve objektif bir yeti değildir, bir başka deyişle akıl bir boşlukta çalışmaz. İnsan aklı, tarihsel, toplumsal ve kültürel bağlam içinde çalışır."
Bu anlamda inancın veya Tanrı'nın düşünmeyi, akledişi engellediği zannı ise, tıpkı havanın daha rahat uçmasını engellediğini zanneden Kant'ın güvercininin zannı gibidir.
Oysa Tanrı, Hegel'in de vurguladığı gibi, felsefenin temel konusudur. Zira her düşünsel faaliyetin bir zemin (topos)'i, mekânı, yurdu ve çerçevesi vardır. Düşünce ise özünde temel bir sorun(sal)a, postülaya, varsayıma dayanır.
Ve insan, her nereye yönelirse yönelsin, yolculuğunu insanlığın bu temel ve kadim soru(n)ları/sorunsalları çevresinde sürdürebilir; bunları görmezlikten gelen bir kayıtsızlıkla ise ancak nihilizmin boşluğuna yuvarlanır.
1. M. Heidegger, Özdeşlik ve Ayrım, Bilim ve Sanat Y. s. 54.
2. Heidegger'in Nietzsche'si, derleme, Ayrıntı Y. s. 58.
3. Heidegger'in Geç Dönem Felsefesi, Julian Young, Dergâh Y. s. 180.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish